Devletin Müzik ve Sahne Sanatları kurumlarını kapatma kararını içeren kanun teklifinin meclise gönderildiği söylentisi üzerine neredeyse 15 yıl önce yazdığım bu yazıyı genç müzisyen arkadaşlarım için yeniden paylaşıyorum. Düşünce üretmeden, üretilen düşünceyi hayata geçirmeden geleceğimizi inşa edemeyeceğimizi bir kez daha hatırlatmak amacım.
TÜRKİYE FELSEFE KURUMU’NUN “FELSEFE AÇISINDAN SANAT”
KONULU İSTANBUL SEMİNERLERİ KAPSAMINDA 30 KASIM 2002 TARİHİNDE SUNULAN BİLDİRİ
METNİ
KÜLTÜR ENDÜSTRİSİ BAĞLAMINDA TÜRKİYE’DE
MÜZİK DEĞERLENDİRMESİ VE ELEŞTİRİ
FİLİZ
ALİ
Theodor W. Adorno (1903-69), 1944
yılında Max Horkheimer ile birlikte hazırladığı ve ancak 1947’de Amsterdam’da
yayınlayabildikleri Dialektik der
Aufklarung /Aydınlanma Diyalektiği adlı kitabında, kapitalizmin toplumu
“gerçek sanat” yerine “kültür endüstrisi”nin ürünleriyle beslediğini ve böylece
kitleyi edilginleştirerek doyurduğunu, politik bakımdan uyuşturduğunu; popüler
kültürün insanları edilgin doygunluğa sürüklediğini ve kapitalist sistemi
alaşağı etmek dürtüsünü yitirmesine yol açtığını da savunur.
Kültür endüstrisi halka, anlaşılması
belki ilk ağızda zor olan ama eleştirel yapısı ile insanları sosyal hayatlarını
sorgulamaya yöneltecek “gerçek sanat” biçimleri yerine, incelikten yoksun,
âdileşmiş duygusal ürünler sunar.
Kültür endüstrisi, yapay gereksinimler
yaratır. Kapitalist sistem tarafından
yaratılan bu yapay gereksinimler, yine kapitalist sistem tarafından
doyurulur. İnsanların gerçek gereksinimleri olan özgürlük, kendini ifade gücü
ve yaratıcılığı, gerçek yaratıcı mutluluk; yerini yapay mutluluklar ve güdümlü
bir yaşam tarzına bırakır.
“Tüketim malı fetişizmi”, pazarlama,
reklam ve medya endüstrileri yoluyla insanların toplumsal ilişkileriyle
kültürel deneyimlerinde ölçüyü ve değerlendirmeyi parayla ayarlar.
Popüler medya ve müzik ürünleri tek
tip olmalarıyla dikkat çekerler. Bu ürünler birbirlerinden farklı görünmekle
birlikte temelde birbirlerine benzer biçimde formüle edilmişlerdir.
Kültür Endüstrisi ürünleri çok
duygusaldır. Ne var ki, Adorno bu duygusallığın aslında bir katarsis olduğunu
iddia eder. Acıklı ve duygusal bir film seyrettiğimizde ya da böyle bir şarkı
dinlediğimizde gözlerimiz dolar, hatta belki hıçkırarak ağlayabiliriz. Ama bu
duygu geçicidir, geçtikten sonra da kendimizi eskisine oranla daha iyi
hissederiz.
Adorno ve Horkheimer’e göre “popüler
müzik” kitlenin “dikkatini dağıtma”, kitlenin işsizlik, parasız kalma, veya
savaş korkularını, endişelerini rahatlatma, konsantre olma zorunluğunu kaldırma
görevlerini üstlenir. Popüler müziğe kitle iki türde tepki verir. Bunlardan
biri “ritmik boyunduruk”, öteki ise “duygusal boyunduruk”tur. “Ritmik
boyunduruk”, kitlenin otoriter kollektivizme masoşist bir yaklaşımla ayak
uydurmasıdır. Adorno’ya göre: “Dinleyicinin kendi mutsuzluğu ile barışmasına,
gözyaşı dökmesine izin veren, böylece toplum baskısını bir an için unutup
içindekini dökmesini sağlayan müzik” ise “duygusal boyunduruk”dur.
Sonuçta, özellikle günümüzde, kitle
tümüyle edilginleşerek televizyonun tutsağı olur. Televizyonun kitleye sunduğu
ürünler, insanların birbirleriyle konuşmalarını, iletişim kurmalarını, daha da
önemlisi hayat biçimlerini sorgulamalarını engeller. Sabah kalkar, eğer bir
işleri varsa işlerine gider, eve döner, televizyonun karşısına geçer, yatma
zamanı gelene kadar kültür endüstrisinin ürünleri ile tıka basa doyar, uyur,
ertesi gün aynı çemberin içinde yuvarlanmaya devam ederler.
Türkiye, “Kültür Endüstrisi” ile epey
geç tanıştı. Geç tanışmanın nedeni şöyleydi: Türkiye’nin kültür meselelerinin
yeniden gözden geçirilmesi ve yönlendirilmesi, Cumhuriyet’in ilânından hemen
sonra 1924’de devlet tarafından ele alınmıştır. Atatürk’ün Cumhuriyet’in
ilânından bir yıl gibi kısa bir zaman sonra ele aldığı en önemli kültür
projesi, güzel sanatlar ve müzik devrimi projesidir örneğin.
1934 yılı TBMM açılış konuşmasına şu
sözlerle başlar Atatürk: “Arkadaşlar, güzel sanatların hepsinde ulus
gençliğinin ne türlü ilerletilmesini istediğinizi bilirim.” Burada bana kalırsa
Atatürk, milletvekillerine bir mesaj vermekte ve demek istemektedir ki:
“gençliğin güzel sanatlarda ilerlemesini aklınıza bile getirmediğinizi bilirim,
ama ben sizi yine de utandırmak istemem, bilmediğinizi yüzünüze vurmam.”
Nitekim bu konuşmadan iki yıl sonra
1936 yılı TBMM açılış konuşmasında bu kez “Güzel sanatlara da alâkanızı yeniden
canlandırmak isterim” der ve şöyle devam eder,
“Ankara’da bir Konservatuar ve bir Temsil Akademisi kurulmakta olmasını
zikretmek benim için bir hazdır. Güzel sanatların her şubesi için, Kamutay’ın
(yani Meclis’in) göstereceği alâka ve emek milletin insani ve medeni hayatı ve
çalışkanlık veriminin artması için çok tesirlidir.” Bu sözlerle
milletvekillerini bir kez daha uyarmaktadır Atatürk.
Cumhuriyet’in ilânından iki yıl sonra
1925’te devletin kültür projesini hızla yürürlüğe koyduğu görülmektedir. 1925
ile 1928 yılları arasında devlet sınavıyla yurt dışına öğrenci göndermeye
başlanır. Bu öğrenciler arasında Fransa’ya, Avusturya ve Almanya’ya müzik
eğitimi almaya gidenler geri
döndüklerinde, ülkeden uzak kaldıkları süre içinde devletin yabancı uzmanlardan
yararlanarak müzik devrimi projesini geliştirmekte olduğunu ve bu proje içinde
hemen yer almaları gerektiğini görürler.
Bir Müzik ve Temsil Akademisi
kurulması çalışmaları doğrultusunda devlete raporlar hazırlayan Carl Ebert, 2
Nisan 1936 tarihli raporunda bir koro şarkı kitabı hazırlanması gereğine işaret
etmekte ve “Türk halkı için çoksesli müzik nedir? Konserlere, plaklara ve radyo
yayınlarına alışmış olan kentli dinleyici için bu bilinen bir olgudur. Fakat,
söyleyici veya çalıcı olarak halkın ancak binde biri çoksesli müzikle karşı
karşıya gelmektedir” diyerek halk
eğitiminde koronun önemine değinir, böyle bir geleneği olmayan Türkiye’de halk
şarkılarından yararlanılmasını tavsiye eder.
Gerçekten de gerek Halkevlerinde
gerekse Köy Enstitülerinde çok kısa zamanda korolar, temsil kolları, müzik
toplulukları kuruldu. Her iki proje 1940’ların sonunda yok edilene kadar
buralardan yetişen gençlerin bazıları müzik ve sahne sanatlarını kendilerine
meslek olarak seçerken, bazıları da bu sanatların bilinçli dinleyicisi ve
izleyicisi oldular.
Carl Ebert, 1936 yılının Mart ve Nisan
aylarında “Bir Milli Türk Opera ve Tiyatro sahnesi kurmak amacıyla Tiyatro
okulları tesisi”, “Bir Devlet Müzik Okulu Kurmak için Taslak”, “Askeri Müzisyen
Yetiştirmek”, “Orkestra Yönetmeliği”, “Oda Müziği Konserleri”, “Konservatuar
Kütüphanesi Kurulması”, “Orkestra ve Okul için ileride Satın Alınması Gerekli
Müzik Aletleri Alımı” konularında pek çok rapor hazırlamıştı. Görüldüğü üzere
müzik devrimi projesi en küçük ayrıntısına kadar devlet tarafından ele alınmaktaydı,
ve bu proje kapitalizmin bir kültür projesi değildi.
Devletin, müzik ve sahne sanatlarını
topyekûn düzenleme sorumluluğunu üstlenmesinin Türkiye dışındaki bir başka
örneği Sovyetler Birliğinde görülebilir. Ne var ki Rus toplumu, müzik
devrimini 18. yüzyılda zaten tamamlamış
ve müzik kurumlarını çoktan kurmuştu. Sovyetler, var olan kurumları ve yetişmiş
elemanları kullanarak müziği köylü ve işçiye ulaştırma konusunda devlet
organizasyonunu kimi zaman, sonradan ortaya çıktığı üzere, son derece yanlış biçimde,
yaratıcılarını, yorumcularını zorlayarak ve baskı altında tutarak uygulamıştı.
Oysa Türkiye Cumhuriyeti devleti,
müzik ve sahne sanatları kurumlarını hiç yoktan var etme çabası içindeydi. İlk
öğrenciler öksüzler yurdundan ve muallim mekteplerinden getirilen öğrencilerdi.
Okul parasız yatılıydı. Devlet her yıl kız ve erkek öğrencilere bir kat elbise,
bir kat iç çamaşırı, iki kalıp sabun ve cep harçlığı veriyordu. Carl Ebert ve
Paul Hindemith gibi Alman müzik adamlarının 1934’de başlayan ve 1936’da
fiiliyata dökülebilen çalışmaları ilk semeresini yedi yıl sonra 1941 yılında
vermişti. İlk mezunlar Sophokles ve Shakespeare’in oyunları ile Mozart’ın
operalarını yorumlayabilecek düzeye dört yılda gelebilmişlerdi.
Devletin müzik kurumlarına desteği 1950’li
yıllarda Demokrat Parti iktidarı sırasında inişli çıkışlı da olsa devam etti.
1947’de kurulup, ilk mezunlarını 1950’lerin ortasında veren Bale Bölümünün gereksinmeleri zaman zaman Mecliste hem sert hem de komik
tartışmalara neden olsa bile kimse Bale sanatının ilerlemesini engelleyemedi.
1940’lı yıllarda eleştirmenlerin hemen hepsi meslektendiler ve müzikle sahne
sanatları projesini neredeyse kayıtsız koşulsuz destekliyorlar, yine de besteci
ve yorumcuların ürün ve yorumlarını kimi zaman sert sayılabilecek bir
nesnellikle eleştirebiliyorlardı. Çünkü amaç, ilerlemeyi desteklemek, kusurları
düzeltmekti.
1950’li yıllarda dış dünya ile
ilişkiler gelişmiş, Batıdaki yeni sanat akımları günü gününe olmasa da daha
yakından izlenebilir olmuştu. Müzik devrimi amacına ulaşmış, besteciler, halk
müziği ve modal müzik malzemelerinden yararlanarak çağdaş anlamda eserler
yaratmışlar, görevlerini yapmışlardı. Şimdi sıra evrenselleşmekteydi.
1950’lerde “Helikon” derneği ile
Üniversiteliler Müzik Derneği, çağdaşlaşma yolunda büyük atılımlar yapmış,
doğrudan devlet desteği olmadan düzenlenen Festivaller, konserler, söyleşiler,
açıklamalı dinletilerle Ankara müzik ortamını harekete geçirmişlerdi. Bu
hareketlilik müzik eleştirisini de beraberinde getirmiş, İlhan Mimaroğlu ve
Faruk Güvenç, kimi zaman polemikçiliğe kaysalar da gerçek anlamda bilimsel
müzik eleştirisini, özellikle müzik estetiği anlayışını yerleştirmişlerdi.
İlk kutuplaşmalar bu aşamada,
1960’ların farklı açılımları içinde barındıran ortamında yavaş yavaş su üstüne
çıkmaya başladı. Müzik devrimi projesi “halk” müziğini kabullenmiş ama
“alaturka” müziği dışlamış, Ankara ve İstanbul müzisyenleri arasında ayrımcılık
yaratmıştı. İstanbul; Osmanlı kalıntısı, kozmopolit, okullu karşıtı olarak
“alaylı”, profesyonel karşıtı olarak “amatör”, ciddi karşıtı olarak “piyasayı”
temsil ediyordu. Ankara, İstanbul’u alafrangacısı ve alaturkacısıyla
reddediyordu.
Öte yandan Ankara’da müzik devrimini
uygulayan ve yönlendirenler yaşlanmaya başlamışlar, yabancı uzmanlar ülkeden
çoktan ayrılmış ve her kafadan bin türlü ses
çıkmaya başlamıştı. Müziğimiz “milli mi olacak yoksa evrensel mi?”
sorusu, sağ – sol benzeri tartışmalara dönüşmüş, estetik kaygılar neredeyse
unutulmuştu. Ne var ki, bütün bu tartışmalar bir bardak suda fırtına
koparmaktan öteye gitmiyorsa da
çağdaşlaşmaya ya da evrenselleşmeye henüz hazır olunmadığını işaret
ediyordu.
70’lere bu koşullarda gelinmişti.
Ancak, dünya dönmeye devam ediyor, Türkiye de badireler atlatarak da olsa
dünyanın devinimine ayak uyduruyordu. Devletin müzik ve sahne sanatları
kurumları Ankara’ya sığmamaya başlayarak yurt içine yayılma aşamasına
gelmişlerdi.
Televizyon, sonunda sınırlarımızdan içeri girmiş, devlet
radyolarında dizginlenebilen “kitleyi memnun etme dürtüsü” en nihayet
Pandora’nın kutusundan dışarı fırlamıştı.
Eurovision Şarkı Yarışması, bu
yarışmanın TRT tarafından hazırlanan sıkı yönetmeliğine rağmen “devletin müzik
devrimi bekçileri” ile “kapitalizmin kültür endüstrisi yapımcılarını” ilk kez
karşı karşıya getirdi. Geleneksel halk ve sanat müziği çalgılarının batı müziği
çalgıları ile birlikte kullanılmalarının yasaklanmasına kadar varan ve
ayrıntıya inen tartışmalar aldı yürüdü. Aslında bu teknik ve estetik açıdan
belki de doğrulara dayanan bir tartışmaydı, ama yasaklamanın burada da uzun
vadede işe yaramadığı görüldü.
Yine bu aşamada, devletin müzik ve
sahne sanatları kurumlarının tabi oldukları yasalardaki bazı maddelerin sıkıntı
yarattığı ortaya çıktı, bu kurumların işleyişinde sorunlar çıkmaya başladı.
Sonunda 1972’de Uluslararası İstanbul Festivali’nin doğuşu ile devlet müzik
devrimi projesinin yine de amacına ulaştığı anlaşıldı. Ancak aynı zamanda da
tam bu aşamada üretimden, tüketime geçileceğinin, yani müzik üretip, ihraç
etmek yerine, üretmeden hazıra konmanın, müzik ve müzisyen ithal etmenin
özendirileceğinin ilk işaretleri verilmiş oldu.
1970’lerde Devlet Türk Musikisi
Konservatuarının kurulmasıyla birlikte müzik devrimi projesi, devlet eliyle ilk
darbeyi resmen yemiş oldu. Fakat, Türk Müziği Konservatuarı ilginçtir, “eşyanın
tabiatına aykırı olarak” programını evrensel müzik eğitimi teorileri, kural ve
koşullarına “uysa da uymasa da” uydurmak durumunda kaldı. Devletin müzik eğitimi
veren kurumları çoğaldıkça bu kurumlardan mezun olanların nerelerde istihdam
edilecekleri sorunu karşısında da devlet, orkestra, opera ve bale kurumlarının
yanı sıra, “Devlet Çok Sesli veya Tek Sesli Koroları, halk müziği yerine nedense “Folk Müziği” diye
tanımlanan bir takım topluluklar kurarak hem İsa’yı hem de Musa’yı memnun
etmeye çalıştı.
Ne var ki bütün bu topluluklar için
için kaynamaktaydılar. Çünkü sistem artık tıkanmıştı. 1980’lere gelindiğinde,
12 Eylül’ün yüksek öğretimimize armağan ettiği YÖK ile sistemin tıkanmışlığının
çözüleceğini umanlar kısa zamanda yanıldıklarını anladılar. YÖK, sistemi
düzeltemediği gibi yeni sorunları da beraberinde getirdi. Sonunda türkücü
profesörler YÖK bünyesindeki Üniversitelere bağlı konservatuarlarda bölüm
başkanı, hatta müdür bile olabildiler.
1960, 70 ve 80’li yıllarda müziği
meslek edinmiş, düşünen, müzik ve toplum meselelerine kafa yoran, eli kalem
tutan birkaç eleştirmen, sistemin tıkanmışlığını dile getiren, yerine göre
tıkanmışlığın nasıl giderilmesi gerektiğine yönelik öneriler oluşturan, çağdaş
bilimsel eleştirinin nesnel yaklaşımıyla yazdıkları yazılarla hem yöneticileri
hem de meslektaşlarını uyarmaya, uyandırmaya çalıştılar. Ancak, çıkarlar,
mesleki ilkelerin önüne geçmişti çoktan. Bu eleştirilere kulak veren olmadı.
Devlet de Arap saçına dönen ve projelikten çıkan müzik işlerinin üstüne
kalmasından tedirgin olmaya başladı.
1990’larda iş tümüyle çığırından
çıktı. Özel televizyonlar, birbiri ardına kurulan özel bankalar, “kültür
endüstrisi” kavramı ve olgusunu geç de olsa keşfetti. Özel kuruluşlar
birbirleriyle “özel günleri kutlama” yarışına girdiler. Son derece pahalı ama
gösterişli ithal konserlerle birilerinin ama en önemlisi birbirlerinin
gözlerini boyamaya giriştiler. Özel bankalar ve bazı özel firmalar, zaten var
olan Uluslararası İstanbul, İzmir ve Ankara Festivallerinin esas destekçileri
olacaklarına, bu festivallerin dinleyicisini yetiştirmeye, yani müzik eğitimine
katkıda bulunacaklarına kendi festivallerini düzenlemeye, kendi müzik
topluluklarını kurmaya başladılar. Böylece müzik üretimi yerine, müzik
tüketimini hem tercih ettiler hem de özendirdiler. Eğitime katkıda
bulunacaklarına, devlet tarafından hazır eğitilmiş elemanları yok pahasına
kullanmayı seçtiler.
Adorno’nun 1944 yılında ayırımını
yaptığı “Popüler” müzik ile “Ciddi” müzik yapanlar, 2000’lerin Türkiye’sinde garip bir biçimde
birbirleriyle flört etmeye başladılar. Her iki kesim de birbirlerinden
alabildiğine yararlanmaya yönelik hızlı uygulamalara girdiler. Bir taraf saygınlık
kazanmak, öteki taraf da ilk kez doğru dürüst para kazanmak peşindeydi.
Müziğin bütün türlerinin bir arada
duyurulmasının en yeni, en özenilecek, ayni zamanda da en çağdaş yaklaşım
olduğu medya ve reklam yapanlar tarafından kitlenin en zor beğenir grubuna,
yani entelektüel kesime kabul ettirilmeye çalışıldı ve büyük ölçüde de başarılı olundu. Böylece,
Nazım Hikmet, Sertap Erener, Fazıl Say, Balık Ayhan, Genco Erkal, Kutsi
Erguner, Sezen Aksu, Mercan Dede gibi isimler aynı solukta yan yana söylenir
oldular, bu isimleri yan yana getiren projeler en orijinal, en çağdaş ve doğru,
en beğenilesi, en eleştirilemez projeler olarak sunuldu.
Basında, meslekten olmayan, müziğin
teknik ve estetik temel meselelerine de vakıf olmayan, ama iflah olmaz müzik meraklısı
olan kişilerin, müzik yazarlığı yapmaları doğal karşılandı, bu yazarlar söz
konusu projelerin eleştirisinin yapılmasını önleyici yazılar yazarak konuyu
tabulaştırdılar ve böylece bu projelere dokunulmazlık sağladılar.
Sonuç olarak gelinen noktada
Adorno’nun sınıflandırmasına göre “gerçek sanat”, “gerçek müzik” ile uğraşmayı
sürdürenlerin sesi tümüyle kısıldı. Ne var ki yaratıcı gücün önüne set çekmek
hiçbir çağda başarılı olmamıştır ve bu çağda da bütün olumsuz koşullara rağmen
ödün vermeden yaratanlar vardır ve var olacaklardır.
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSilHocam, Canim Aliye, Ruhum Filiz kitabını bizim için imzalayabilir misiniz ? Babanınızın kızı olarak, eğer bu isteğim mümkünse yanınıza gelmem gereken yer gelebirim.
YanıtlaSil