7 Ağustos 2012 Salı


“20. YÜZYILIN PAGANİNİ’Sİ” RUGGIERO RICCI

6 Ağustos 2012 günü 94 yaşında ölen 20. yüzyılın Paganini’si Ruggiero Ricci, 1918’de San Francisco’da doğmuştu. Annesi de babası da İtalyandı. Küçük yaşta “Harika Çocuk” olduğu anlaşılmıştı. On yaşında ilk resitalini verdi. On iki yaşında ünlü keman virtuozu Fritz Kreisler’e dinletti kendini, üstaddan aldığı destekle 1932’de yani 14 yaşındayken Avrupa’daki ilk konser turnesine çıkmıştı Ricci. İkinci Dünya Savaşı patlayıncaya kadar gezmediği kıta, konser vermediği ülke kalmamıştı. 2003’de 85 yaşında sahnelere veda edene kadar 65 ülkede 5000 konser verdiği kayıt altına alınmıştı.
Paganini’nin bütün “Kapris”lerini plağa kaydettiğinde yıl 1947 idi. Cenovalı müzikseverlerin ona ödünç verdikleri Paganini’ye ait Guarneri yapısı keman ile yaptı bu kayıtları. 500’ün üzerinde plak kaydı olan Ricci, Beethoven, Brahms, Çaykovski, Saint- Saens, Haçaturyan keman konçertolarının değişik kadanslarla birden fazla plağını yapmıştı.
1987 Temmuz ayında İstanbul Festivali’ne davet edilen üstad ile bir söyleşi yapmıştım Hilton Oteli’nde. Cumhuriyet Gazetesi’nde 11 Temmuz 1987’de yayınlanan yazıyı buraya alıyor ve Ruggiero Ricci’yi sonsuzluğa uğurluyorum.

RUGGİERO RİCCİ
Ünlü kemancı Ruggiero Ricci, kendisiyle konuşma isteğimi “Hilton’a gelin, size hayatımı 10 dakikada anlatırım” diyerek önce pek ciddiye almadı. Gazetecilerin müzikten anlamadan ve doğru dürüst yabancı dil bilmeden yapmak istedikleri konuşmalara harcayacak zamanı olmadığına da değindi daha sonra. “Amerika’da bile sık sık başıma gelir, spor yazarını gönderirler benimle konuşma yapsın diye.”
Kendisini spor yazarı olmadığıma ve müzikten de biraz! anladığıma ikna ettikten sonra, sohbetimiz gayet seri ve eğlenceli geçti neyse ki...
Sahneye 40 yıl önce adım atan Ricci için müzik serüveni hâlâ yeni heyecanlarla dolu:
“Kırk yılda müzik dünyasında çok şey değişti. Eskiden bir Alman ekolünden, Fransız, İtalyan, Rus ekolünden söz edilirdi. Bu ekolller yorum ve teknik açılardan birbirine benzemezdi. Kimi kemancı Beethoven uzmanıydı, bir başkası da Paganini. Şimdi ise yarışmalar, kemancıları ya da piyanistleri aynı tezgâhtan çıkmışçasına birbirine benzetiyor. Artık ekol mekol kalmadı. Yarışmalarda kemancılar için önem verilen üç şey var: Doğru entonasyon, doğru ritim ve teknik gösteriler. Kişilik gösteren, olağandışı birşeyler vaat eden gençler daha ilk aşamada eleniyor...
Eskiden sanatçının hayattan tat alması olanağı daha fazlaydı. Gizemli aşk maceraları yaşar, güzel yemekler yer, istediği kadar şarap içer, isterse bir konserinde kötü, ötekinde de harika çalabilirdi. Artık böyle lüksleri yok konser artistinin. Bir jetten inip öbürüne binerek yollarda geçiyor hayatımız ve hep çok iyi çalmak zorundayız.”
Burada Ricci’nin eşi söze karışıyor:
“Geçenlerde bir konser provasına son anda yetişti Ruggiero. Hangi orkestrayla, hangi şefle ve hangi konçertoyu çalacağını kendisine söylemeye bile vaktim olmamıştı. (Ricci’nin genç ve güzel eşi aynı zamanda sanatçının sekreterliğini yapıyor.) Şefin yanında yürürken partisyona bir göz atmış, bestecinin adını görememiş, ama sayfanın kenarında op. 47 yazıyormuş. Kimin op.47’sini çalacağım acaba diye düşünürken orkestra imdadına yetişmiş de, Sibelius Keman Konçertosu’nu çalacağını anlamış.”
“Biraz abartmıyor musunuz?” gibi bakmış olacağım ki, Ricci:
“Kırk yıllık repertuarım var. böyle şeyler başıma geldiğinde artık hiç paniğe kapılmıyorum” diyor.
Konuşma bu minval üzere sürüp giderken, bir tabak dolusu bol zeytinyağlı marulu, bir tabak dolusu pilavlı şiş kebabı ve gitarcı Bitetti’nin tabağında bıraktığı patates kızartmalarını silip süpüren Ricci:
“Aslında öğle yemeği yemeğe hiç niyetim yoktu, ama bunlar (eşi ile Bitetti’yi gösteriyor) beni ayarttılar” diyerek başka bir konuya atlıyor.
“Amerika’daki evimizi sattık, bavullarımızı topladık. Avrupa’ya yerleşeceğiz. Amerika’da New York ve San Francisco dışında verilen konserlerin tadı kalmadı. Herkes, gişe kâr yapıyor mu yapmıyor mu derdine düştü. Yaz boyunca her yerde ancak popüler konserler düzenleniyor. Dünya kadar müzik okulu, bir o kadar da iyi öğretmen var, tek eksiğimiz öğremci. Gençler hayatlarının on yılını, hatta tümünü bir odaya kapanıp çalışarak geçirmek istemiyorlar artık. Dört yıl bir yerde okuyup, kısa zamanda bol para ve ün kazanmak peşindeler.
Avrupa’da durum biraz daha değişik. Avrupalı müzik dinleyicisi daha kaliteli. Eh, azıcık züppeler belki, ama olsun, bilgisiz ve görgüsüz olacaklarına züppe olsunlar, razıyım. Avrupalı öğrenci de daha ciddi. Duyduğuma göre Türk öğrenciler, olanak bulurlarsa Avrupa’ya gidiyorlarmış yaz okullarına. O kadar masraf edeceğinize burada yaz okulları açsanız, benim gibi pek çok sanatçı İstranbul’a seve seve gelir, hevesli ve yetenekli öğrencilerle uğraşırız.”
Bu sözleri duyunca önce kulaklarıma inanamıyorum, ama Ricci çok ciddi. Henüz Avrupa’da nerede oturacaklarına karar vermediklerinden “İstanbul’u düşünür müsünüz?” sorusunu bir süre tartıyor kafasında. Sonra “Burası harika, yemekler nefis, öğrenci açısından belli bir potansiyel var, fakat müzik merkezlerine uzak. En iyisi İtalya’da veya Almanya’da oturmak, buraya da yaz okullarına gelmek.”diyerek geleceğe yönelik planlarına bizi de katıyor.
Kahveler içilirken konu yine değişmişti.
“En iyi sahnede çalarım. Sahnede insanın metabolizması değişir. Zaten eğer sahneye, dinleyici karşısına çıkma amacı ve zevki olmasa hangi akla hizmeten saatlerce çalışılır ki? Türkiye’ye ilk 1956 ya da 57’de gelmiştim. ABD Dışişleri Bakanlığının bir turnesiydi. Hindistan’a kadar gitmiştim o zaman. Dün burada verdiğim o konserin programını gösterdi birisi. Aklım duracaktı. Peter Mennin’in (pek o kadar tanınmayan bir Amerikalı çağdaş besteci) sonatını çalmışım İstanbul dinleyicisine. Amerikan bestecilerinin eserlerini tanıtmak gerekiyor diye konmuş programa besbelli.” Bunları söylerken kıs kıs gülüyor Ricci.
Konuşmamızın sonlarına doğru bestecileri ve orkestra şeflerini çekiştirmeye başlıyoruz ister istemez ve Ricci sohbetimizi şu anekdotla noktalıyor:
“Brahms, başka bir bestecinin eserinin çalındığı konserin orta yerinde salonu terk etmiş. ‘Üstad, niye çıkıyorsunuz? Daha eser bitmedi ki’ demiş biri. Brahms’ın yanıtı ‘Benim için bitti.’ olmuş. Kırk yıllık konser hayatımın şu aşamasında çoğu kez bende Brahms gibi düşünüyorum açıkçası.”

Filiz Ali: Dünyadan ve Türkiye’den Müzisyen Portreleri, 1994, Cem Yayınevi. Sayfa 74-77.

Bu yazı yazıldıktan 11 yıl sonra Ricci’nin öğüdünü dinlediğimi ve hayata geçirdiğimi söyleyebilirim. 1998 yılında Türkiye’deki ilk müzik yaz okulu olan Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi’nin tohumlarını Ayvalik’ta toprağa ektik. Aradan geçen 14 yıl sürecinde önceleri yılda bir kez yapılan Masterclass’ların sayısını arttırdık, çeşitlendirdik. Masterclass’lar ve konserler bütün yaz aylarına yayıldı. Bizi örnek alanlar da oldu.
Gerçi Ruggiero Ricci’yi yaz okulumuza davet etmek için geç kalmıştık  ama onun öğüdünü dinledik ve genç müzikçilerimizin onun gibi ustalarla tanışmalarının ve çalışmalarının yolunu açtık. Nur içinde Yat Ruggiero Ricci.