20 Aralık 2011 Salı


MÜZİK YARATICILARININ ZAMAN İÇİNDE YOLCULUĞU


Pelin Halkacı Akın
Metin Ülkü
Kasım ayının 11’inde Borusan Müzik Evi’nde kemancı Pelin Halkacı Akın ile piyanist Metin Ülkü, ülkemizdeki 20. yüzyıl çoksesli müzik yaratıcılığına damgasını vurmuş bestecilerimizin bazılarının eserlerinden oluşan bir konser verdiler. Konserin amacı sanatçıların “Yolculuk” adını verdikleri CD’nin tanıtımı idi. CD’nin özelliği, birinci ve ikinci kuşak Türk bestecilerinin keman-piyano için besteledikleri eserlerden önemli bir kesit sunmanın yanında 2011 yılında 90 yaşına giren ikinci kuşak bestecilerimizden İlhan Usmanbaş’ın Keman-Piyano Sonatı’nın ilk kez bu CD ile kayıt altına alınmasıydı.

Emre Senan, Aykut Köksal, İlhan Usmanbaş
Son birkaç yıldır 20. yüzyılın son 20 yılında dünyaya gelmiş olan genç müzisyenlerin Türk bestecilerinin eserlerine bir başka gözle baktıklarını, birinci ve ikinci kuşak bestecilerini yeniden keşfettiklerini, akranları olan bestecilere eser ısmarlamaya başladıklarını görmekteyiz. Sonuçta biliyoruz ki, icracı bestecinin yaratıcı gücünü, besteci de icracının hayal gücünü besler.

Müzik sanatının yaratıcılarının, resim, heykel veya edebiyat sanatlarını yaratanlara kıyasla önemli bir handikapları var. Ressam veya heykeltraşın  kendinden başka icracıya ya da yorumcuya ihtiyacı yoktur örneğin. Eserini  tasarlar, belki bazen çıraklarının yardımı ile yaratır ve bitirir. Edebiyatçı ise, çırağa bile gereksinim duymadan tümüyle kendi başına tamamlar ve okuyucuya sunar yaratısını. Bestecinin durumu ise farklıdır. Onun yarattığı seslerden, ritmlerden, titreşimlerden oluşan eseri, kağıt üzerinde yazılı notalardan okuyarak, anlayarak, hissederek seslendiren icracılara ihtiyacı vardır bestecinin.

Çok eski zamanlardan 20. yüzyıla gelene kadar bestecilerin hemen hepsinin aynı zamanda icracı da olduklarını unutmayalım. Vivaldi’nin ya da Paganini’nin kendi besteledikleri keman konçertolarını, Mozart, Beethoven, Chopin, Liszt, Brahms, Rachmaninof gibi pek çok bestecinin yazdıkları piyano eserlerini, konçertoları, sonatları konserlerinde kendilerinin çalması, eşlik edecek orkestra üyelerini kendileri toparlayıp, yönetmeleri yüzyıllar boyu olağandı.

Operaya gelince: durum farklıydı tabii ki. Kalabalık sahneler, karmaşık sahne trafiği, görkemli dekorlar, pırıltılı kostümler, diktatör ruhlu rejisörler, kaprisli kadın ve erkek şarkıcılarla bestecinin tek başına başa çıkabilmesi beklenemezdi.  Zaten Wagner’in Gesamtkunstwerk yani “total sanat” fikrini uygulaması ile işler iyice zıvanadan çıkmıştı. Wagner’den sonra Gustav Mahler ve Richard Strauss gibileri, kendi orkestra eserlerini yöneten besteciler olarak 19. yüzyıl sonuna hatta, 20. yüzyıl başlarına kadar direndiler. Ancak, 20. yüzyılda, kendi işini kendi gören, yani hem yaratan hem de icra eden besteciler devri bir kaç istisna dışında büyük ölçüde tarihe karışmış oldu.

Dünya 20. yüzyılın ilk yarısında iki büyük topyekûn savaşla altüst olduğunda sanatçının konumu da, toplum içindeki yeri de, önemi de, amacı da altüst olmuştu. Geri dönülemezdi bu dönemeçten. 20. yüzyıl bestecisi ölümleri, katliamlari, yıkımı görmüş, büyük acılar yaşamıştı. Olanlara  isyan ederken, hayal dünyasında, zihninde tatlı melodiler, neşeli dans ritmleri barındırmıyordu 20. yüzyıl bestecisi. O unutmayı yeğliyorsa da bilinç altına yerleşmiş olan yıkım, yarattığı müziği de ister istemez etkisi altına alıyordu. Öte yandan gelişen teknolojiye duyduğu merak ve hayranlıkla yaratıcılığını gitgide bireyselleştirdi, icracıya muhtaç olmadan eserini seslendirme yolları ararken çoğu besteci deneyselliği kendine amaç edindi.

Yüzyıllardır süregelen geleneksel formlar, teoriler, çalgı tekniklerini birer birer parçaladı besteciler. Yepyeni formlar, ya da formsuzluklar, geleneksel çalgıların dışında ses üreten aygıtlar, teknolojik buluşların müzik üretmeye eklenmesi gibi dinleyiciyi şoke eden gelişmeler peşinde koştular. Denemelerini, araştırmalarını, yaratı süreçlerini eskinin üzerine ekleyeceklerine, eskiyi toptan reddetti çoğu.

Batı müzik dünyası yüzlerce yıllık geleneği ile böylesine cebelleşirken, çiçeği burnunda Türkiye Cumhuriyet’inin “müzik tahsil etsinler” diye burs verip Avrupa’ya gönderdiği genç besteciler 1920’lerden başlayarak balıklama atladıkları 20. yüzyıl müzik dünyasının yeni estetiklerine, tekniklerine hızla uyum sağlayıp eserler vermeye başlamışlardı. Doğruyu söylemek gerekirse, son yıllarda çeşitli TV kanallarında ya da yazılı basındaki “köşe”lerde ver yansın edilen, bazen küçümsenen bu 1. kuşak bestecilerimizin eserlerini uzun yıllar boyunca yerli icracılarımız da ne yazık ki ihmal etmişlerdi.

Batı’nın bin yıllık çok seslilik geleneğini bir çırpıda geride bırakıp 20. yüzyıla doğrudan uyum sağlayan bu bestecilerin aslında hiç yabancılık çekmediklerini görürüz. Bagajlarında o bin yıllık geleneğin ağırlığı olmadığından batılı meslektaşlarına oranla daha rahat hareket ettikleri bile söylenebilir. Ancak, onlar da kendilerine sunulan bu olağanüstü ayrıcalığın ilelebet süreceğini sanıp, kendilerinden sonra gelecek olan müzisyenlerin tümünün önünü açacak girişimleri örgütlemeyi akıl etmemişlerdi.

Türk Beşleri diye tarihe geçen Rey, Saygun, Alnar, Erkin ve Akses, aralarında anlaşıp bir Besteciler ve Müzisyenler Birliği kurmayı belki akıllarından geçirdiler ama gerçekleştirmediler. “Her koyun kendi bacağından asılır” diyerek teker teker kendi kariyerlerini sağlama almayı tercih ettiler. Birinci kuşağın yararlandığı ayrıcalıkların yıllar geçtikçe azaltıldığını, ikinci ve üçüncü kuşak bestecilerimizin bu ayrıcalıklardan kademe kademe uzaklaştırıldıklarını hep gördük. Hele üçüncü kuşak bestecilerimizden olup, birbirlerinden çok farklı kulvarlarda özgün eserler veren Cengiz Tanç, Muammer Sun ve İlhan Baran bence icracılarımız tarafından en çok ihmal edilenler arasındaydılar. 

Gerçi, öyle anlaşılıyor ki herşeyin bir zamanı var. Bir de bakıyoruz, 21. yüzyıla gelindiğinde gitgide artan sayıda mesleğinde hızla ilerlemiş, yurt içinde ve dışında kendini kanıtlamış icracılarımızın sayıları katlanarak artmakta. Kimi yurt içinde kimi de yurt dışında yaşayan bu müzisyenler, genç, yaşlı, yaşayan, yaşamayan, her cenahtan bestecimizin eserleri arasından seçtiklerini hem daha çok icra ediyorlar hem de çok nitelikli CD’ler yapmaktalar.
Kemancı Pelin Halkacı Akın’ın, piyanist Metin Ülkü ile kaydettiği “Yolculuk” adlı CD de işte bu çalışmalardan sadece biri. CD, Bülent Tarcan’ın 1944-45 yıllarında bestelediği ve kırk yıl sonra 80’li yıllarda yeniden elden geçirdiği keman sonatının Sirto bölümüyle başlıyor. İkinci eser Necil Kâzım Akses’in Poéme’i. Akses, eseri Viyana’da 1930 yılında yazmış. Ardından İlhan Usmanbaş’ın Keman - Piyano Sonatı  geliyor. 1945-48 arasındaki öğrencilik yıllarının ürünü. Sırada Ahmet Adnan Saygun’un kemancılar tarafından en sevilen eseri olan Demet (1955-56) var. Kemancılar Demet’in Horon ve Sepetçioğlu bölümlerini resital programlarında çalmaya bayılırlar. Pelin Halkacı Akın ve Metin Ülkü’nün yorumladıkları son eser Ulvi Cemal Erkin’in Keman ve Piyano için Üç Parça’sı (1929-30). CD’nin kitapçığındaki etraflı eser tanıtımlarını ve yorumları Özkan Manav yazmış. Müzisyen ve müzikseverlerin CD koleksiyonlarında mutlaka bulunması gereken belge niteliğinde üstün nitelikli bir çalışma “Yolculuk”.



9 Aralık 2011 Cuma


MÜZİK EĞİTİMİ HER ÇOCUĞUN HAKKI

Antik çağların ünlü feylesofları Eflatun ve Sokrates’e göre, devlet adamı yetiştirirken öncelik müzik ve spor eğitimine verilmeliydi. Zira “müzik” ruhu, “spor” da bedeni geliştirirdi. Devlet adamı olacak çocuk, bir yandan bedenini geliştirirken, diğer yandan beyniyle ruhunu geliştirecek olan müziği içselleştirecek, güzel konuşmayı, hikaye anlatmayı, hitabeti ve tabii en önemlisi düşünmeyi öğrenecekti. Sokrates ve Eflatun öğretisine sadık kalan insanoğulları yüzyıllar boyunca müzik ve sporun yararını gördüler.

Müzik sadece devlet adamı olsun diye yetiştirelen çocukların değil dünyadaki bütün çocukların ruhlarının beslenmesi için gerekli. Hatta değil “devlet adamı”, hiç bir şekilde “adam” olamayacak koşullarda  yaşayan çocuklar için daha da çok gerekli aslında. Venezuela’da José Antonio Abreu adında bir iktisatçı/müzisyen, “adam” olmaları söz konusu bile edilemeyecek sokak çocukları ile böyle bir “mucize” yakalamış işte. 1975’de yani 36 yıl önce tohumları atılan bu mucizenin sonuçlarını İstanbullu müziksever 2011 Ağustos ayında gözleriyle görüp, kulaklarıyla duyma şansına ulaştılar.

Vaktiyle Caracas sokaklarında uyuşturucu çetelerinin, türlü çeşitli suç şebekelerinin kolaylıkla avladığı yoksul, kimsesiz çocuklara sahip çıkan “El Sistema” kısaca “Sistem”in yaratıcısı Abreu’nun sokaklardan müzikle kurtardığı çocuklar büyümüş ve koskoca bir Senfoni Orkestrasının elemanları olarak dünyayı gezer olmuşlardı. Güney Amerika’nın özgürlük kahramanı Simon Bolivar adı verilmişti bu orkestraya. Orkestranın şefi de vaktiyle Caracas’ın teneke mahallelerinde sefalet içinde yaşamaya çalışan çocuklardan biri olan Gustavo Dudamel idi.

El Sistema’nın bunca başarılı olmasında ve bütün kıtaya hatta dünyaya yayılmasında Abreu’nun iktisatçı/müzisyen kimliğinin yanı sıra devletle kurduğu ilişkilerin isabetli olması da rol oynuyor. El Sistema başından beri Venezuela Kültür veya Eğitim Bakanlığı’na değil Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na bağlı. Bugün sadece Venezuela’da 102 Gençlik 55 de Çocuk Orkestrası var. Aşağı yukarı yüz bin genç El Sistema programı kapsamında müzik eğitimi ile suça eğilimli çocuk ve gençleri rehabilite etmekte. Program, Aile, Sağlık ve Spor Bakanlığı denetiminde hizmet veriyor. Hugo Chavez hükumeti yıllardır programın arkasındaki en büyük destek.
1975 yılında ilk kez uygulanmaya başlanan El Sistema’nın yetiştirdiği gençlerin dünya müzik merkezlerine ulaşabilecek seviyeye gelmeleri tam 32 yıl sürmüş. Burada sabır ve kararlılık çok önemli. Bütün dünya ancak 2007 yılında New York’da Carnegie Hall, ve Londra’da BBC Proms konserlerinden sonra bu Venezuela mucizesini öğrenmiş. Uzun lafın kısası öyle “armut piş, ağzıma düş” işi değil bu iş.

Dünya Sahnelerinde Genç Yetenekler Güher & Süher Pekinel ile Sahnede
Gelelim memleketimize. Geçtiğimiz Ekim ayının 11’inde Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda özel bir konser vardı. Konserin başlığı Güher ve Süher Pekinel ile Dünya Sahnelerinde Genç Yetenekler’di. Pekinellerin 2006 yılından bu yana başlatıp sürdürdükleri üç projeden birinin halk huzurundaki ilk denemesiydi bu konser. Üstün yetenekli çocukların en iyi şekilde eğitilmesi için her türlü olanağı sağlamak amacıyla 1948 yılında kanun çıkaran Türkiye Büyük Millet Meclisi, 2000’li yıllara gelindiğinde üstün yetenekli çocuklarla, müzikle, sanatla, kültürle ilgilenmekten vazgeçmişti. Nüfusu 26 milyon olan Venezuela’da 100.000 yetenekli çocuğa ulaşılabiliyorsa, 70 milyonluk ülkemizde en az 100 yetenekli çocuğun elinden tutulur diye düşünüyor insan.
Bugün üstün yetenekli çocukların doğru yolda eğitilmesinin ne denli önemli olduğunu en iyi bilenler arasında ilk akla gelen isimler Güher ve Süher Pekinel. Çünkü onlar, devletin vaktiyle önayak olduğu ama zaman içinde vazgeçtiği müzik eğitimi seferberliğine üç farklı ama birbirini tamamlayan proje ile başlamış durumdalar. Dördüncü proje de yolda. Bu yazıda ilk iki projeden söz etmek istiyorum.

Filmi geriye saracak olursak, Pekineller’in bu serüvene Türk Eğitim Vakfı İnanç Türkeş Özel Lisesi’nden 2006 yılında aldıkları bir davet üzerine başladıklarını görüyoruz. Türkiye’nin her köşesinden seçilmiş üstün yetenekli çocukların eğitildiği Tevitöl öğrencilerinden çok etkilenen Pekineller, okulda bir müzik bölümü açmaya karar verdiler. Burada önemli olan Pekineller’in bölümün hem yönetimi hem de finansmanını üstlenmeleriydi. Verdikleri konserlerin gelirlerini bu projeye aktardılar. Öğrencilerin bu yeni yönetim anlayışı ile kısa zamanda elde ettikleri başarı düzeyi okul yönetimini de projeye kaynak sağlamaya yöneltti ve bölüm MEB müfredatı kapsamına alındı. Pekineller, kendi dünya çapında kariyerleri konusundaki titizliği hem müzik okulunun öğretmenlerinin seçiminde, hem de eğitimin sürekli denetiminde uyguladıklarından sonuç çok şaşırtıcı oldu. 4.5 yıl içinde 200 çocuk konser verebilecek düzeyde bir veya birkaç müzik aleti çalabilmeyi öğrendiler.

Pekineller’in ikinci projesi “G&S Pekinel Dünya Sahnelerinde Genç Yetenekler” burs programıydı. Projenin ana sponsoru Onduline Avrasya desteğiyle ülkenin bütün konservatuarlarında okuyan gençler arasında bir seçim yapıldı. Maksat, seçimi yapan jürinin seçtiği on genci dünyanın önde gelen müzisyen ve pedagogları ile buluşturmaktı. 1948 yılında İdil Biret’in Nadia Boulanger, Alfred Cortot ve Wilhelm Kempff gibi büyük müzisyenlerle buluşmasını hedefleyen “Harika Çocuklar Kanunu”nun sağladığı olanakları bugün Venezuela örneğinin tersine devlet değil özel sektör üstlenmek zorunda gözüküyor. Özetlemek gerekirse devletimizin 60 yıl önce şaşırtıcı bir ileri görüşle sorumluluğunu üstlendiği çocukları bugün şahıslar veya kurumlar desteklemek durumunda.

Yetenekler bir arada
11 Ekim 2011 akşamı Pekineller ve bir jüri tarafından seçilmiş olan, Onduline Avrasya’nın desteklediği 10 genç müzisyen tanıdık Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda. Dünyaya açılan bu genç yetenekler sırasıyla Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı mezunu Viyolonselist Dorukhan Doruk, ki Köln Yüksek Müzik Okulu’nda şimdi. Bilkent’ten Piyanist Yunus Tuncalı, Brüksel Koninklijk Konservatuarı’na devam ediyor. Mersin Üniversitesi Devlet Konservatuarı’ndan Viyolonselist Yusuf Çelik, Bremen Yüksek Müzik Okulu’nda Alexander Baillie’nin öğrencisi. İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı’ndan Piyanist Eren Aydoğan, eğitimine Tel Aviv’de Mehta-Buchanan Müzik Okulu’nda devam ediyor. Kemancı Kıvanç Tire, Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuarı mezunu. Şimdi Leipzig’de Mendelssohn-Bartholdy Yüksek Müzik Okulu’nda okuyor.

İki de klarinet sanatçımız var. Ege Banaz, İzmirli. 9 Eylül Üniversitesi Devlet Konservatuarı’ndan mezun. Paris’teki Edgar Varése Konservatuarı’na kabul edilmiş. İkinci klarinetçimiz Yağızcan Keskin de İzmirli. O da 9 Eylül Ü. D. K.’da Ender Gülenler’in klarinet sınıfında yetişmiş. O da Paris’te şimdi. Seçilen yeteneklerin en genci 1997 Ankara doğumlu kemancı Elvin Hoxha. Babası da müzisyen Elvin’in. Elvin eğitimini Bilkent Üniv. Müzik Hazırlık İlköğretim Okulu’nda sürdürürken bir yandan da  aldığı bursla Zürich Yüksek Müzik Okulu’nda ünlü keman Profesörü Zakhar Bron ile çalışmakta. 1996’da Adana’da doğan Veriko Tchumburidze ise hem Mersin Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda 9. sınıfta annesi Lili Tchumburidze ile çalışmaya devam ediyor hem de Viyana Yüksek Müzik Okulu’nda ders veren dünyaca ünlü keman pedagogu Profesör Dora Schwarzberg’den ders alıyor.

12 Ekim’de Ankara’da Bilkent’te, 13 Ekim’de de İzmir’de Sabancı Kültür Merkezi’nde tekrarlanan bu konserlerde kendilerine yapılan yatırımı son kuruşuna kadar hakkettiklerini gördüğümüz bu genç yeteneklerin en iyi koşullarda eğitilmelerini sağlayan hayırseverlere bravo.