14 Nisan 2010 Çarşamba

OKTAY DALAYSEL: BAŞKEMANCI, SOLİST VE ÖĞRETMEN





Oktay Dalaysel ve Filiz Ali konser öncesi 1963

FİLİZ ALİ



Oktay Dalaysel, 45 yıl boyunca Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın üyesi, 30 yıl da aynı orkestranın başkemancısıydı. “Toplumun genelinin istemediği bir tür müziğe ömrümü vakfettim” diyen Oktay Dalaysel benim sınıf arkadaşımdı. Aynı yıl Ankara Devlet Konservatuarı’nda parasız yatılı olarak okumaya hak kazanmıştık. O sınıfın en küçüğüydü. Yaşça küçük ve çelimsiz olmasına rağmen içimizden en dirençli o çıktı.

Oktay’ın keman hocası Licco Amar’dı. 19 yaşında Berlin Filarmoni Orkestrası’nın başkemancılığına getirilmiş, 25 yaşında Amar Kuartet’ini kurmuş, Wilhelm Furtwaegler, Paul Hindemith gibi büyük müzisyenlerin yakın arkadaşı olan, 1933’de Hitler Almanya’sından kaçıp 1936’da Türkiye’ye sığınan bir keman virtüözüydü Amar. Oktay, böyle bir hocanın en iyi öğrencilerinden biri olarak mezun oldu konservatuar’dan. Mezun olduktan sonra yine Amar’ın tavsiyesi üzerine Freiburg Yüksek Müzik Okulu’na gitti ve oradan memleketine ustalık derecesi alarak döndü.

Yıllarca orkestra başkemancılığının yükünü omuzlarında taşırken bir yandan da solistlik kariyerini sürdürdü, orkestra eşliğinde konçertolar çaldı, resitaller verdi, oda müziği yaptı. Bunlar da yetmezmiş gibi hem Ankara Devlet Konservatuarı’nda hem de Gazi Üniversitesi Müzik Bölümü’nde keman dersleri verdi. Dahası, iki kızını da kemancı yetiştirdi.

Eh, “toplumun istemediği bir tür müziğe” bunca hizmet yeter de artar bile demeyin. Çünkü Oktay Dalaysel, bütün bu yaptıklarıyla yetinmedi ve “Keman için Gam Çalışmaları ve Yay Teknikleri” adında bir de keman metodu yazdı.

Şimdi de 1960’lardan 1990’ların sonuna dek yaptığı tüm bant kayıtlarını CD’ye aktarmış ve 6 CD’lik bir Oktay Dalaysel arşiv koleksiyonu oluşturmuş. Her CD’nin de bir “tema”sı var. İlk CD, Vivaldi’den Pablo de Sarasate’ye konser sonu “bis” parçalarından oluşuyor. 2, 3 ve 4. CD’lerde Dalaysel’in 1966 ile 1984 yılları arasında Cumhurbaşkanlığı Senfoni ve İstanbul Devlet Senfoni Orkestraları eşliğinde yorumladığı Viotti, Dvorak ve Mendelssohn Keman Konçertoları ile Lalo’nun İspanyol Senfonisi yer alıyor. 5. CD tümüyle Türk bestecilerine ayrılmış. Burada sanatçı Muammer Sun, İstemihan Taviloğlu, Adnan Saygun, Metin Öğüt, Turgay Erdener ve İlhan Usmanbaş’ın keman eserlerini yorumluyor.

Sonuncu CD’de ise Handel, Paganini, Leclair, Manuel De Falla ve Saint-Saens’ın keman virtüozitesini yücelten eserleri var. Bütün bunlar canlı konser kayıtları. Yani hiçbirinin üzerinde montaj numaraları yapılmamış. Oktay Dalaysel’in nasıl sağlam bir Orta Avrupa keman yorumculuğu ekolünden geldiği gün gibi aşikâr.
Kırk yıllık müzik yaşamını 6 CD’ye sığdırmış Dalaysel. Bu koleksiyon bir Türk müzik emekçisinin kendinden sonra gelen müzik emekçilerine örnek olacak ve onlara cesaret verecek değerde bir armağanı. CD’leri Oktay Dalaysel kendi olanakları ile yapmış. Elde etmek isteyen olursa doğrudan Dalaysel’e başvurmak zorunda. Keşke bir müzik yapım firması akıl etse de bu koleksiyonu ele alıp, dağıtımını yapsa.

7 Nisan 2010 Çarşamba

BÜLENT AREL


FİLİZ ALİ

Sağdan sola: Bülent Arel, Alice Shields, Otto Luehning, Vladimir Essachevsky, Milton Babbitt, Mario Davidovsky, Pril Smiley. Columbia-Princeton Electronic Music Studio, 1970 New York

Türkiye’nin ilk Elektronik Müzik bestecisi ve elektronik müzik akımının dünyadaki öncülerinden Bülent Arel 1918’de doğdu. Röntgen mütehassısı olan babası Dr. Sırrı Reşit, Arabistan çöllerinde, Cemal Paşanın ordusunda görevliyken deve sırtında taşınabilen portatif röntgen cihazı icat etmiş. Milli Mücadele sırasında Dr. Sırrı Reşit’in, Kütahya, Eskişehir, Afyon seyyar hastanelerinde cerrah iken ağır yaralı askerlere mecburen “reconstructive cerrahi” uyguladığı biliniyor. Biraz asabi biriymiş. Hatta kızınca duvardaki sineği bile silahını çekip vururmuş.

Annesi Müzdan, Sanayi-i Nefise Mektebi Âli’sinin 1 numaralı öğrencisi. Feyhaman Duran atölyesinden. Ekspresyonizmi tercih ettiğini söylüyor bir gazete röportajında. Paşazade, evdeki matmazelden Fransızca öğrenmiş. Yazın Büyükada, kışın Şişli’de yaşıyor aile.
Bülent, İzmir yangınını, Rumların rıhtımdan denize dökülüşlerini hatırlıyor. Annesiyle babasının birlikte yaşadıklarını hatırlamıyor bile. O çok küçükken ayrılmışlar. Evde bir sürü kadın var. Anne, anneanne, teyze, kuzenler. Kimi keman, kimi piyano çalıyor, evde müzik var hep. En çok annesini değil, onu büyüten dadısını seviyor. Üvey babası Sâfi Arel’i baba biliyor, onun soyadını taşıyor.

En büyük tutkusu uçaklar. Küçükken de büyüdüğünde de model uçaklar yapıyor, onları uçuruyor. Hayatının sonuna doğru çocukluk düşü gerçekleşecek ve pilot ehliyeti alıp New York-Long Island semalarında uçacaktır. Şişli’deki evin çatı katında radyoları bozup yapmakla uğraşır. Kitaplara bakarak pille işleyen pikap bile yapar. Chopin’in Hayatı filmini seyrettikten sonra ciddi olarak piyanist-besteci olmaya karar verir. Önce Galatasaray, sonra babasının işi dolayısıyla Ankara Taş Mektep, ardından Bursa Lisesi. Uçak mühendisliği, felsefe ya da hukuk arasında bocalarken sonunda 1940’da Ankara Devlet Konservatuarı’na giriş. Necil Kazım Akses: kompozisyon; Ferhunde Erkin: piyano; Ernst Praetorius: orkestra şefliği hocasıdır. Eduard Zuckmayer ise akıl hocası.

1947 yılında parlak bir mezuniyet. Ancak, Paris’e gönderilen Bülent değil Nevit Kodallı’dır. 1948’de Yıldız Tarkan’la evlilik. 1949’da Emre doğar, baba olur. Ankara’dan İstanbul’a sürgün. Yeşilköy Pansiyonlu İlkokulunda Dame Ninette de Valois’nın kurduğu Bale okulu müzik öğretmeni ve bale piyanisti. Önemli değil. O da bale müzikleri besteler. Sonra Ankara’ya dönüş, Selma ile ikinci evlilik, arka arkaya iki çocuk daha, Lale ve Eren.

1952 yılında Bülent - Rahşan Ecevit, Rasin - Zerrin Arsebük, Bülent ve Selma Arel Helikon Derneğini kurarlar. 1953’de Helikon Yaylı Sazlar Orkestrası kurulur. Şef: Bülent Arel. Orkestra hem Barok hem de Çağdaş yapıtlar yorumlamasıyla tanınır. 1957’de Ankara Radyosu Müzik Yayınları Şefliğine atanma. İlhan Mimaroğlu’na göre Türkiye Radyoları “Arel’in yönetiminde müzik yayıncılığının altın çağını yaşadı...”
19 Ocak 1958 akşamı Ankara Müzik Festivali kapsamında Milli Kütüphane’de Helikon Kuarteti konseri. Konserin sürprizi Arel’in Kuartet ve Elektronikfrekansmetresi için Müzik adlı çığır açan yapıtı.
Gerisi çorap söküğü. Rockefeller bursu ile New York’ta yeni kurulan Columbia-Princeton Electronic Music Center’da Vladimir Ussachevsky, Otto Luehning, Milton Babbitt gibi öncülerle işbirliği. Bir yandan Edgar Varése’in Déserts adlı eserinin elektronik kısmını yeniden yaparken, öte yandan kendi çalışmaları tam gaz sürmekte.9 Mayıs 1961 günü McMillin Tiyatrosu’nda, Columbia-Princeton Electronic Music Center’ın ilk ürünlerinin sergilendiği tarihi konser. Jonathan Cott, konserden sonra “Türk bestecisi Bülent Arel’in Stereo Electronic Music No.1 adlı eseri bir başeser görünümündedir” der yazısında.
Gece, gündüz çalışarak birbiri ardına yaratılan eserler:

Fragment (1960)
Music for a Sacred Service: Prelude and Postlude (1961)
Wall Street Impressions (1961)

Vizesi uzatılamadığından 1962’de Türkiye’ye mecburi dönüş. Üç yıl Ankara’da elektronik müzikten ayrı kalıp, bocalama. Ankara Radyosu 2. Program Müdürlüğü. Radyo müzik yayınlarında patlama, yenilikler. Madrigal Korosu kurucusu ve şefi. Elektronik Müzikten, Rönesans Müziğine kısa bir U dönüşü. Elektronik aletlerin gümrükten çekilememesi dolayısıyla Ortadoğu Teknik Üniversitesi Elektronik Müzik Stüdyosu kurma projesinin duvara toslaması.
1965’te tekrar Amerika’ya dönüş ve bu kez Yale Üniversitesi’nde elektronik müzik stüdyosu kurma. Mimi Garrard Dans Tiyatrosu için bestelediği 1968-1969 ve 1973 tarihli Mimiana I - Flux, Mimiana II - Frieze, Mimiana III -Six & Seven ile yepyeni bir ortama adım atma. Columbia-Princeton Electronic Music Center’ın 10. yıl kutlamaları için ısmarlanan Stereo Electronic Music No.2 (1970) ile yeniden çığır açma.
Yıl 1971. Yale’den New York Eyalet Üniversitesi Stony Brook Campus’unda yeni kurulan Müzik Bölümü’ne Elektronik Müzik Stüdyosu kurmak üzere çağrı. Öğretmenliğe ayrılan zaman, gitgide artan sağlık sorunları, dört evliliğin yorgunluğu, sayısız aşk heyecanı, nefret ve aşk gelgitleri arasında yaşanan vatan hasreti, üç çocuğun sorumluğunu doğru dürüst üstlenememek ve vicdan azabı.
1971 ile 24 Kasım 1990’daki ölümüne kadar geçen zaman dilimi içinde yaratılan dört eser:

Out of Into (1972),
Mimiana III (1973),
Fantasy and Dance for Five Viols and Tape (1974), ( Judith Davidoff ve Viol Topluluğu için)
Rounding (1985), (Mimi Garrard için)

5 Nisan 2010 Pazartesi

AYLA ERDURAN


Filiz Ali

Evin İlyasoğlu’nun yazdığı “Ayla’yı Dinler misiniz?”, bir çırpıda okunan kitaplardan. Şakir Paşa ailesinin çeşitli fertleri hakkında yazılmış kitaplarda karşılaştığımız, kozmopolit son Osmanlı aile tipinin Cumhuriyet Türkiye’sine eklemlenirken geçirdiği çalkantıların içinden çıkan bir ses, bir çığlık Ayla’nın çırpıntılı, coşkulu, nefes nefese yaşanmış hayatı. Cumhuriyetle birlikte önünde özgürlük ufukları açılmış olan ama bu özgürlükleri henüz nasıl kullanacağını bilemeyen yetenekli, güzel ve hırslı bir annenin kendi yaşamak istediklerini yaşayamayıp, özlemlerini, rüyalarını kızında gerçekleştirmesi, kendini kızında yaşamasının romanı bu.

Ayla, Cumhuriyetin ilanından 11 yıl sonra dünyaya gelen bir kız çocuğunun çok özel ve özenli koşullarda kemancı olarak yetişmesini; anne Kadriye hanımın, kızının en iyi hocalarla çalışmasını sağlamak uğruna kocasından dört yıl ayrı kalmayı göze almasını, zamanın en ünlü ürologlarından olan baba Dr. Behçet Sabit Erduran’ın ise bu ayrılığa neden olan kızının keman eğitimini maddi olarak desteklemek için gece gündüz çalışmasını, büyük bir içtenlikle anlatıyor bu kitapta.

Ayla’nın küçükken okula gitmediğini, kendi yaşıtlarıyla arkadaşlık etmediğini, en yakın arkadaşının, can yoldaşının hep kemanı olduğunu, neredeyse bir cam fanus içinde dış dünya ile temas etmeden, dış etkiler ile doğrudan karşılaşmadan büyüyerek genç kızlığa oldukça geç adım attığını öğreniyoruz.

Öte yandan Ayla, annesinin içgüdüsel önsezisi ile dünyanın en iyi keman hocaları ile çalışma şansına kavuşmuş bir Türk kızı. 1950 yılında Türkiye’de kaç kişi Ivan Galamian adlı bir keman öğretmeninin varlığından haberdar olabilir ve kızını bu öğretmen ile çalıştırma uğruna New York’a gitmeyi göze alabilirdi?

Zaman içinde annesinin tutkusunun Ayla’ya da sirayet ettiğini, onun da David Oistrakh gibi Zino Francescatti gibi en iyilerin peşinden gittiğini, kendini kabul ettirdiğini, üstün yeteneğini disiplinli ve enerji dolu çalışmasıyla birleştirerek zirveye doğru tırmandığını görüyoruz.
Ne var ki, yaşam hiçbir zaman pürüzsüz, tek düze değil. Ayla’nın yaşamı beklenmedik bir felâketle birdenbire karardığında mesleğinin ve kariyerinin doruk noktasına çıkmak üzere oysa. Teyzesi ve teyzesinin kızının trajik ölümleri ile perişan olan ailenin ve Ayla’nın toparlanması epey zaman alıyor ve kariyerindeki bu kesinti onun bıraktığı yerden devam etmesini epey zorlaştırıyor.

Aşkla, tutkuyla, iyice diplere inişlerle ve zirveye tırmanışlarla yaşanmış bu hayatı yine en iyi kendisi özetliyor kitabın sonunda Ayla Erduran:

"Müzik tutkum her zaman sıradan aşkların, dünyasal sevgilerin üstündeydi. Benim yaşama biçimimdi. Fırtınalı aşklarım da keman tutkumu kamçıladı... bana güçlükleri ve haksızlıkları tanıştıran dış çevreye çok şey borçluyum aslında: Onlar beni daha disiplinli olmaya mecbur ettiler. Kuşkuyu, sorgulamayı, kendime sahip çıkmayı, kendimi savunmayı öğrettiler bana. Çocukluğumdan büyüttüler beni. Olumsuzlukları olumluya çevirmenin ipuçlarını keşfettirdiler. Böylece yaşama tutunmanın yollarını, el yordamıyla ve yine kemanımla buldum."
ANTAKYA DEFNE MÜZİKSEVERLER VE KÜLTÜR DERNEĞİ KONSERLERİ


FİLİZ ALİ

Bir varmış bir yokmuş, ırmak tanrısı Peneus’un Defne adında bir kızı varmış. Günlerden bir gün Apollon Defne’ye abayı yakmış. Defne kaçmış, Apollon kovalamış, sonunda Defne yorgunluktan bitap düşmüş ve Apollon’dan kurtulmak için babasından yardım istemiş. Irmak tanrısı gücünü kullanarak kızını bir defne ağacına dönüştürmüş. İşte bu olay Antakya’da, Harbiye Çağlayanlarının olduğu yerde gerçekleşmiş. Harbiye, antik dönemde Daphne diye anılırmış. Romalı zenginler, çağlayanları ve havuzlarıyla ünlü bu yazlık sayfiye yerinde kendilerine villalar yaptırmışlar. Villaların dillere destan olmuş mozaik süslemelerinde Defne ve Apollon’un öyküsü resmedilmiş çoğu kez. Sonuçta, Defne’nin, Antakya geleneğinde çok önemli bir yeri olmuş.

Öte yandan, Doğu Ortodoks Kilisesi’nin de merkezi olan Antakya, doğal olarak, yüzyıllardır, Türk, Arap,Yahudi, Hıristiyan Ortodoks ya da Katolik, Müslüman Sünni ya da Alevi ayırımı olmadan bir arada yaşayan çok köklü kültür birikimi olan bir toplumu barındırır. 2002 yılında bu çok kültürlü toplumun bireylerinden biri, İdil Biret’in yakın dostu Peder René François Soulais, Antakya Defne Müzikseverler ve Kültür Derneği’nin kurulmasına ön ayak olmuş. Üyeler arasında Antakya’nın ileri gelenleri, işadamları, ziraatçiler, hukukçular, doktorlar, eczacılar, öğretmenler, mühendisler, mimarlar var. Hepsi elbirliğiyle Kuzey Doğu Akdeniz’in bu en eski uygarlık bölgesine dünya çapında müzisyenleri getiriyor ve kentin kalburüstü müzikseverlerine müzik ziyafeti çekiyor.

Derneğin şimdiki başkanı Behiç Çinçin, ikinci başkan Tülin Erduran, sayman Tülay Deviren ve dernek üyelerinden Can Halefoğlu, yılda dört kez işlerini güçlerini bir tarafa bırakıp konser organizasyonu ile uğraşıyorlar. Üyeler de bilet satışından, konser salonunun düzenlenmesine kadar her türlü işe koşuyorlar.

Defne Müzikseverler Derneği bugüne kadar İdil Biret, Gülsin Onay, Ruşen Güneş, Pelin Halkacı, Metin Ülkü gibi pek çok müzisyeni ağırlamış, çeşitli oda müziği topluluklarını, İstanbul Operası’nın Folklorama gösterisini davet etmiş. 2006-2007 Sezonun ilk konseri için İstanbul’dan Viyolonselist Dilbağ Tokay ve piyanist Emine Serdaroğlu’nu davet etmişler. İkili 1998’den beri birlikte çalışıyor ve Türkiye’de Eskişehir, Adana, İstanbul, Kars, Ayvalık gibi çok farklı kentlerde katıldıkları festivaller dışında, İsveç, Almanya, Fransa ve İtalya’da da konserler veriyorlar.

Antakya’da konser mekanı olarak kullanılan Savon Oteli, 19. yüzyılın sonlarına doğru inşa edilmiş bir zeytinyağı ve sabun imalathanesi aslında. Geniş bir avluyu çevreleyen binalardan oluşan bu mekan eski kervansarayları da anımsatmıyor değil. Onarılmış, yenilenmiş, sıcak ve zevkli bir ev gibi döşenmiş. Küçük bir kuyruklu piyanoları var. Konserin samimi ve özenli havasından da anlaşılacağı üzere Antakya’nın müziksever çevresi yabana atılacak gibi değil. Tokay ve Serdaroğlu ikilisi bol çeşitli ve renkli bir program hazırlamışlar bu konser için. Corelli ile başlayıp, yolda Mendelssohn, Martinu, Schubert ve Beethoven ile devam edip, Hasan Uçarsu ile biten bu müzik yolculuğu kentin kültür düzeyi yüksek ve klasik müziği hem tanıyan hem de seven dinleyicisi tarafından gerçekten coşkuyla karşılandı. Türkiye’de kaliteli müziğin nabzının sadece büyük kentlerde değil, Akdeniz’in en doğusundaki bu çok kültürlü kentte de attığını görerek, geleceğe ümitle bakabiliriz sanırım.
YİNE ALAFRANGA MÜZİK MESELEMİZ…

FİLİZ ALİ


Zaman zaman basında çoksesli müzik geçmişimiz ve geleceğimiz hakkında ileri geri yazılar çıkar. Kimi yazar, bestecilerimizin eserlerini dinlemenin, zulüm olduğunu iddia eder. Kimi müzik adamı bu memleketin bunca yıl dünya çapında birinci sınıf kariyer yapabilmiş müzisyen yetiştirmediğinden dem vurur. Bir başkası Türk Beşleri ile alay eder. Kimi, Türkiye’den hâlâ bir Rimsky-Korsakof çıkmadığına ve bir Şehrazat ‘ımızın bile olmadığına hayıflanır.

Ben de en az iki yılda bir sabırla bu suçlamaların tarihsel perspektif açısından ne denli insafsız olduğunu anlatmaya çalışırım.Bizim bir Rimsky-Korsakof’umuz yok, çünkü Korsakof (1844-1908) hayattayken henüz ülkemizde çoksesli müzik eğitimine başlanmamış. Rusların “Büyük”, bizimse “Deli” dediğimiz Çar Petro (1672-1725) Rusya’nın kapılarını, pencerelerini Avrupa’ya yani Batı’ya açtığında Osmanlı tahtında sırasıyla II. Ahmet, II. Mustafa ve III. Ahmet hüküm sürmekteymiş. Onların gündeminde Batı’ya açılmak yokmuş henüz.

Petro’nun Batı’ya açılması ve yeni kurduğu başkenti St. Petersburg’a İtalya’dan, Fransa’dan mimarlar, ressamlar, heykelciler, müzisyenler, besteciler getirmesi, zamanın sofu, tutucu, feodal Rus Beylerini pek öfkelendirmiş ama Petro, ne de olsa “deli” olduğundan onları susturmasını bilmiş ve bildiğini okumuş.
Petro’nun Batı’ya açtığı pencereyi açık tutmaya devam eden Çariçe Katerina (1729-1796), her ne kadar bizim tarihimizde çapkınlığı ile tanınsa da, Rusya’da “aydın despot” tanımıyla değerlendirilir. Onun zamanında St. Petersburg sarayına batılı yazarlar, filozoflar, sanatçılar, besteciler ve müzisyenler davet edilir.

Örnekse, Casanova’nın yakın arkadaşı Baldassare Galuppi, 1765 yılında Katerina’nın sarayına müzisyen olarak girer ve St. Peterburg’da üç yıl kalır. 1787 yılında ise Domenico Cimarosa, Katerina’nın saray orkestrasına Maestro di Capella ünvanı ile müzik direktörü olarak atanır. İtalyan müzisyen davet etme geleneği devam ederken tabiatıyla bazı Rus gençler de besteciliğe merak sarar ve batı tarzı eğitim almaya başlarlar. Örneğin Galuppi ile çalışan Dmitri Bortniansky (1752-1825), Rusya’nın ilk batılı anlamda eser yazan bestecisi olarak tarihe geçer.


Rusya’nın 18. yüzyılda başlayan böyle bir çoksesli müzik geçmişi var.Yani Rimsky-Korsakof gökten zembille inmiş değil. Daha da önemlisi Rusya’nın ilk konservatuarı St. Petersburg’da 1862’de, ikincisi de Moskova’da 1866’da kurulmuş. Çaykovski’ler, Korsakoflar, Glazunof’lar, Stravinski’ler, Prokofiyef’ler, Şostakoviçler bu konservatuarlarda yetişmişler. Sovyetler zamanında müzisyenlere müthiş destek verilmiş ve onların dünyada tanınmaları için her yol denenmiş.

Oysa bizim çoksesli müzik eğitimi geçmişimiz henüz 100 yaşına bile gelmedi. İlk resmi konservatuarımız olan Ankara Devlet Konservatuarı'nın kuruluş tarihi 1936'dır. Her iktidar değişikliği ile alt üst olan kültür hayatımızın genel akışı içinde yetişebilen müzisyenler arasında bugün dünyaca tanınan müzikçilerimiz var. Bestecilerimizin eserleri de belki inanmayacaksınız ama bugün en azından Avrupa’da kendi ülkemizde olduğundan daha fazla tanınıyor. Yani elmalarla armutları karıştırmayalım yine.
LUCERNE FESTİVALİ

FİLİZ ALİ




Lucerne, göl kıyısında beyaz kuğuların salına salına yüzdüğü, 19. yüzyıldan kalma otellerin göl kenarına kadar uzanan bahçelerindeki şezlonglarda 21. yüzyıl zenginlerinin uzanıp, içkilerini yudumladığı, beyaz yelkenlilerin ve yandan çarklı vapurların göl üzerinde sessizce gidip geldiği 70 bin nüfuslu sakin ve ufak bir İsviçre kenti. Avrupa’nın en eski müzik festivallerinden birinin de ev sahibi Lucerne.

Lucerne’i müzik dünyasının haritasına yerleştiren Richard Wagner’in fırtınalı siyasi ve kişisel hayatı. Dresden Sarayı Müzik Direktörü olarak saygın bir hayat sürerken rahat durmayıp başını belaya sokan ve 1849 Mayıs ihtilâlinin elebaşıları arasında yer alan Wagner, 15 yıl süren sürgün hayatını Lucerne’de noktalamış, Tribschen semtinde bir yıllığına kiraladığı villada tam altı yıl yaşamıştı. Büyük bir park içindeki göl manzaralı bu villada, kocasından ayırıp, birlikte yaşamaya başladığı Liszt’in kızı Cosima ile evlenmiş ve ikinci çocukları Siegfried 1869’da bu villa’da dünyaya gelmişti.

Bu tarihten yetmiş yıl sonra, 25 Ağustos 1938’de zamanın yıldız orkestra şefi Arturo Toskanini, Nazi Almanya’sındaki Bayreuth ve Salzburg festivallerini protesto ederek, faşist yönetime karşı olan müzisyenlerle birlikte Wagner’in villasının bahçesinde bir konser düzenlemişti. Orkestra üyelerinin çoğu Suisse Romande orkestrasının üyeleriydi. Ünlü Busch Kuartet’inin üyeleri de orkestranın birinci rahlelerinde oturuyorlardı. Toscanini, Wagner’in villasına bakarak, üstadın bu villada oğlunun doğumu dolayısıyla karısı Cosima için bestelediği Siegfried-Idyll’i yönetirken acaba bir festivalin tohumunu attığının bilincinde miydi?

1956 yılında Rudolph Buamgartner ve Wolfgang Schneiderhan Lucerne Festivali Yaylı Çalgılar Orkestrasını kurdular. 1999’da 3000 kişilik kusursuz akustikli bir konser salonuna kavuştu Lucerne. Pierre Boulez, 2004’te Lucerne Festival Akademisi’ni başlattı. Claudio Abbado ise 2003’de Avrupa’nın en iyi müzisyenlerini bir araya getiren Lucerne Festival Orkestrası’nı kurdu. Orkestra üyeleri arasında kemancı Kolja Blacher, çellist Natalia Gutman, korno solisti Bruno Schneider gibi birinci sınıf müzisyenler var.

2009 Lucerne Festivali’nin yıldızı kuşkusuz Claudio Abbado. 76 yaşında Abbado. Epeydir kanserle mücadele ediyor. Bir deri bir kemik. Ne var ki Gustav Mahler’in Rückert Lieder ve 4. Senfonisi’nden oluşan 22 Ağustos 2009 konserini baştan sona ezber olarak, hiç bir yorgunluk alameti göstermeden yönetebiliyor. Konser salonunda iğne atsanız yere düşmeyecek ama aynı zamanda yere düşen bir iğnenin de sesi duyulabilecek. Rückert Lied’lerinin ve Senfoninin son bölümündeki solonun solisti son yıllarda yıldızı parlayan Çek mezzo soprano Magdalena Kozena idi.

Kozena, sarışın, uzun boylu ve ince endamlı bir şarkıcı. Eskinin tombul şarkıcılarına hiç benzemiyor. Üfleseniz uçacak gibi, Mahler yorumu da öyle. Çocuksu, yumuşak ve hafif. Ben şahsen Mahler için daha olgun ve dolgun ses arayanlardanım ama anlaşılan Abbado ve Kozena bu yeni naif yorum üzerinde anlaşmışlar. Ayrıca Kozena bu yıl Festival’in yıldız solisti. Eylül ayının ortasına kadar sürecek olan Festival’de Barok, Romantik ve İzlenimci dönemlerin eserlerini de yorumlayacağı konserler olacak. Lucerne’e yolunuz düşerse kaçırmayın.