28 Haziran 2011 Salı


GÜHER & SÜHER PEKİNEL “LIVE IN CONCERT” DVD
Filiz Ali
Küçük Wolfgang Amadeus ile ablası Nannerl, bilinen en eski piyano ikilisiydi. Leopold Mozart’ın üzerlerine titrediği üstün yetenekli bu çocuklar, babalarıyla çıktıkları konser turnelerinde soyluların, hükümdarların saraylarındaki klavyeli çalgıların önündeki tabureye çoğu zaman yan yana oturarak küçük Wolfgang’ın bir çırpıda besteleyiverdiği dört el sonatları icra eder dinleyenleri hayranlıklara garkeder, hayretlere düşürürlerdi. Aradan geçen yıllarda küçük Wofgang, babasıyla turnelere devam ederken, ablası Nannerl, Salzburg’daki evde kalmaya başladı. Ne kadar üstün yetenekli olursa olsun bir kızın müziği meslek olarak düşünmesine asla izin verilemezdi o devirde. Ne var ki Wolfgang 23 yaşına gelip, babasının itirazlarına rağmen Salzburg’dan ayrılmaya ve Viyana’ya gitmeğe karar verdiğinde yaptığı son beste ablasıyla birlikte çalacağı Mi bemol Majör No. 10, K. 365,  İki Piyano için Konçerto idi.
İşte o gün bu gün, Mozart’ın ablasına veda duyarlığı taşıyan bu güzel eser, piyano ikilisi repertuarının vazgeçilmezidir.

Güher & Süher Pekinel kardeşler de ilk kez halk huzuruna 9 yaşındayken Ankara Radyosu’nda Mozart’ın bu ünlü konçertosu ile çıktılar. Rahmetli Hikmet Şimşek’in yönettiği Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası eşliğinde verdikleri bu ilk konserden sonra uzun yıllar sürecek çok zorlu ama verimli bir eğitim sürecinin içene girdiler. Anneleri, ikizlerinin ulaşabilecekleri en iyi eğitimi alabilmeleri için hiç bir fedakârlıktan kaçınmadı. Onlar da müzik aşkı, disiplin, öğrenme açlığı ile besledikleri eğitim süreçleri sonucunda dünyanın önde gelen “Piyano İkilileri” arasındaki en üst basamağa tırmandılar.

Bundan bir süre önce, kariyerlerinin onları zirveye taşıyan serüvenini birlikte anlattıkları, hayata, sanata, topluma bakışlarını dile getirdikleri, birbirinden nefis konser ve prova kayıtlarının yer aldığı Güher & Süher Pekinel Live in Concert DVD’leri ile hayatlarının her aşamasında uyguladıkları mükemmeliyetçiliği gözler önüne sermeye karar verdiler. Karşımıza burada da Wolfgang Amadeus Mozart’ın İki Piyano Konçertosu ile çıkıyordu Pekineller. Londra’daki Cadogan Hall’da 2007 yılında gerçekleştirilen konser kaydında orkestra bu kez İngiliz Oda Orkestrası ve şef Sir Colin Davis. Dokuz yaşında ilk kez çaldıkları bu konçertoyu olgunlaştırarak her seferinde eserin farklı derinliklerini, renklerini keşfederek yeniden yeniden yorumlayarak ulaştıkları düzey tarifsiz. Aralarındaki inanılmaz uyumu, dokunuşlarının güzelliğini, iç dinamiklerinin coşkusunu, konser sırasında kaçırdığımız ayrıntıları bu DVD’de yakalamamız mümkün.

Güher & Süher Pekinel Live in Concert DVD’leri sanatçıların hayatlarının ve kariyerlerinin enfes bir retrospektifi. Double Life başlığı ile seyrettiğimiz portrede bu olağanüstü yetenekli, kararlı, titiz, mükemmeliyetçi ikiz kardeşlerin çocukluktan bu güne ilmik ilmik dokudukları hayatlarını, entellektüel ve sanatsal gelişimlerini izliyoruz. Öte yandan, Pekinellerin çocukluklarından beri tekrar tekrar keşfetmeye doyamadıkları Johann Sebastian Bach, burada bambaşka kılıklara bürünmüş olarak karşımıza çıkıyor. Bach, oldum olasıya örneğin Dave Brubeck, Herbie Hancock, Keith Jarrett, Chick Correa gibi caz piyanistlerini cezbetmiş bir ustadır. Ancak bu piyanistlerin hiçbiri Fransız piyanist ve besteci Jacques Loussier gibi kafayı toptan Bach’a takmamıştı. Loussier, 1959 yılında Play Bach Trio’yu kurduğunda henüz 25 yaşındaydı. Play Bach Trio ile Bach’ın eserlerini temel alarak namütenâhî yani ucu bucağı olmayan doğaçlamalar yapıyordu.

Jacques Loussier ile konser sonrası.

Fakat herhalde Jacques Loussier, günün birinde Play Bach fikrinin boyutlarının alabildiğine genişleyip Bach’ın Üç Piyano için Re Minör Konçerto’sunu Türk piyano ikilisi Pekineller ile çalmaya varacağını aklına hiç getirmemişti. Ancak Pekinel kardeşlerin inandıkları konularda tuttuklarını koparan kararlılıklarını hesaba katmamıştı anlaşılan. Sonuç muhteşem olmuştu. 2001 Schwetzingen Festivali konseri, Jacques Loussier Trio ve Güher & Süher Pekinel piyano ikilisi işbirliğinin büyük başarısı ile sonuçlandı. Konserin canlı kaydında Bach’ın Do Minör iki piyano ve yaylılar için Konçertosunu Pekinel ikilisi önce Jacques Loussier’in iki piyano, bas ve davullar için alışılmadık bir caz ve klasik karışımı düzenlemesi ile yorumluyorlar. Ardından da bestecinin Re Minör Üç Piyano için Konçertosunu üçü birden yine Loussier’nin caz düzenlemeleriyle çalıyorlar.
DVD’lerin en güzel sürprizi ise Pekinellerin 2007 yılında Londra Cadogan Hall’da verdikleri konserin ikinci yarısında Bach’ın İki Piyano için Konçertosunu bu kez vaktiyle Bach’ın yazdığı gibi yaylılar orkestrası eşliğinde yorumlamaları.

İki piyanistin bir araya gelip bir konser ikilisi oluşturmaları 1900’lerin başından itibaren evli çiftlerin birlikte konser verme arzularına bağlanabilir. Örneğin 20. yüzyılın başlarında Avrupa’ın başkentlerinde çok başarılı solo konser kariyerini sürdürmekte olan Rus piyanist Josef Lhevinne, 1908’de Moskova Konservatuarını başarıyla bitiren genç piyanist Rosina Bessie ile evlenip, solo kariyerine eşiyle birlikte oluşturdukları piano ikilisini de eklemişti. 1919’da New York’a göçen çift hem piyano ikilisi hem de Juilliard Müzik Okulu’nun efsanevi öğretmenleri olarak tarihe geçmişlerdi.

Ditta Pasztory ve Bela Bartok
Macar besteci ve piyanist Bela Bartok da 1940 yılında savaştan kaçarak New York’a geldiğinde, karısı Ditta Pasztory ile verdikleri konserlerde iki piyano için bestelediği eserlerini yorumlayarak yeni dünyada yepyeni bir kariyer yapma umudunu taşıyordu. Fransız piyanist çift Gaby & Robert Casadesus, Rus asıllı Fransız Genia Nemenoff & Pierre Luboschutz, 1930 ile 40’lı yıllarda Avrupa ve Amerika’nın her köşesinde verdikleri konserlerle ün kazanan yine Rus asıllı Vitya Vronsky & Victor Babin çifti, evli piyano ikililerinin popülerleşmesine ve yeni eserlerin bestelenmesine yol açmışlardı.

1950 ile 60’lı yıllarda Ankara ve İstanbul’da da pek çok konser veren Alfons & Aloys Kontarsky kardeşler ise çağdaş bestecilere eser ısmarlayarak, ya da var olan çağdaş eserleri yorumlayarak ün kazanmışlardı. Polonyalı besteci ve piyanist Witold Lutosławski’ye gelince, İkinci Dünya Savaşı’nda Alman işgali sırasında ekmek parası kazanmak uğruna meslekdaşı Andrzej Panufnik ile Varşova kahvelerinde iki piyano ile dans müziği çalıp, can sıkıntısından doğaçlamalar yaparken yarattığı bir başeserle, Paganini Çeşitlemeleri ile Güher & Süher Pekinel DVD’sinde yer almakta. 
Süher, Zubin Mehta ve Güher Pekinel
 Güher & Süher Pekinel 1984 yılında Herbert von Karajan tarafından keşfedildiler. Karajan, Berlin ve Viyana Filarmoni Orkestralarının  şefi, Salzburg Festivali’nin yöneticisi, Deutsche Grammophone plak firmasının baş danışmanı, tek bir işareti ile müzisyenlerin kariyerlerini yüceltebilen ya da yok edebilen bir güç. Böyle bir gücün Pekinel kardeşleri Salzburg Festivali’ne davet etmesi hiç kuşkusuz onların uluslararası kariyerlerinin en tepe noktada başlamasına yardımcı olmuştu. Arkası çorap söküğü gibi geldi. Berlin, Viyana, Londra, New York, Los Angeles, İsrail, Tokyo Filarmoni Orkestraları ile konserler; haftalar, hatta aylar süren kıtalar arası turneler; festivaller; hep en önemli konser serilerinde yer almalar, Zubin Mehta ile verilen konserler. Birbiri ardına çıkan CD’lerle iki piyano edebiyatının bütün klasiklerini kaydederek kusursuz ve eksiksiz bir diskografi yaratmak, sonunda da DVD’ler ile Bach, Mozart, Brahms, Rahmaninof, Francis Poulenc, Darius Milhaud ile Witold Lutoslawski’nin orkestra eşlikli ya da solo eserlerinden seçilmiş görsel ve işitsel bir şölen.

Uluslararası müzik dünyasında böyle bir noktaya ulaşmak hangi milletten olursa olsun binlerce müzisyenin rüyasıdır. Ne var ki bu noktaya ulaşmak çok az sayıda müzisyene nasibolur. Zirveye vardıktan sonra, oradan inmemek de ayrı bir çaba, kararlılık, inanç ve disiplin ister. Pekinel kardeşlerin bunu başararak, isimlerini dünya müzik tarihine bir daha silinmemek üzere yazdırmış olmaları Türkiye açısından dikkate alınması gereken, övünülecek bir olaydır.

12 Haziran 2011 Pazar

Bu söyleşiyi gazeteci SerhanYedig, Müzik Söyleşileri adlı web sitesinde yayınlamıştı. Ben de kendi yazımı onun sitesinden ödünç alıp blog okuyucularımla paylaşmak istedim.

Filiz

FİLİZ ALİ / Memleket için bir şeyler yapmak görevimdi, böyle yetiştirilmiştim

Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi'nin kurucusu, müzikolog Prof. Dr. Filiz Ali, 2011’de kurumun 14’üncü yaşını kutladı. Kurumsal destek alamamaktan şikayetçiydi. "Gönüllülüğün de bir sınırı var" diyordu. Şubat ayında Koç Vakfı’nın ödülünü alması önemli bir destek oldu. Bu vesileyle yapılan söyleşide Filiz Ali, gazete yazılarını ve radyo programlarını bırakma nedenini de anlatıyor.



Bundan 14 yıl önce Ayvalık'ta ilk Boynerlerin evinde başlattıkları çalışmaları, bugün deniz kenarındaki pembe evde, klasik müzik alanında önemli sanatçıların eğitim verdiği iddialı bir akademi düzeyine gelse de bunun değerini bilenlerin sayısı çok az. Vehbi Koç Vakfı'nın Türkiye'nin gelişimine katkıda bulunan kişi ve kurumlara verilen ödülü alması nedeniyle konuştuğumuz Prof. Dr. Filiz Ali'ye "Bu yola küçük bir ekiple çıkmıştınız. Şimdi kaç kişi çalışıyor sizinle" dediğimde haklı olarak o kadar güldü ki, vaziyeti anlamak için bu yeterliydi. Öğrencisi olan Dr. İlke Boran ile başlattıkları Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi çalışmalarını, şartlar gereği hâlâ sadece ikisi sürdürüyordu. Sabancı Üniversitesi'nde ders vermeye devam eden Filiz Ali'yi dinlerken, kendini bir ideale adamanın nasıl bir kararlılık istediğini bir kez daha anlıyorsunuz.

Eski öğrencilerimle Facebook’tan haberleşiyoruz

50 yıldır klasik müzik alanında ders veriyorsunuz. Geriye dönüp baktığınızda 'Niye Amerika ya da İngiltere'de kalmadım,' gibi 'keşke'leriniz var mı? Türkiye'de klasik müziğe verilen değeri siz çok daha iyi biliyorsunuz çünkü...

- Doğrusu hiç keşkelerim yok. Ama eğitim sistemimizin iyiye gideceğine kötüye gitmesi beni üzüyor. Tek başıma da Türkiye'nin eğitim sistemini düzeltemeyeceğime göre bazen ümitsizliğe kapıldığım oluyor. Yurtdışında kalmayı istemezdim. Benim görevim bu memlekette bir şeyler yapmaktır, diye eğitilmişiz. Gerçekten sıkı bir eğitimmiş ki vazgeçmeden, verebileceğimin azamisini vermeye çalıştım. Pek çok öğrenci yetiştirdim. Bu öğrencilerin arasında çok iyi yerlere gelen oldu. Kimisi belki çok başarılı olamadı ama beni hayal kırıklığına uğratmadı. Şimdi Facebook sayesinde uzak kaldığımız öğrencilerimizle de temas edebiliyoruz. Öğretmenlik beni gerçekten mutlu etmiştir. Öğrenciler ve öğretmenlikle hiçbir sorunum olmadı. Benim sorunum genel olarak sistemle ve sistemi yanlış uygulayan idareciler, politikacılarla oldu.

Çok engel aşmak zorunda kaldınız mı?

- Hep oldu. En iyisini yapmak istersiniz ve yaparsınız da bir süre... Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nda yöneticilik yaparken Bedrettin Dalan ve ekibi benim önümü açmıştı. Bana açık kart verdiler. Sonradan gelen ekip o açık kartı kullanmama izin verdi. Fakat hiç ummadığım şekilde sonra gelen ekip, hem Cumhuriyet Halk Partisi'ydi hem Hilmi Yavuz gibi sanatsever olması gereken şair kişilerdi, onlarla çalışmalarımda çok büyük zorluklar çektim. Anlayışsızlıkla karşılaştım. O zaman bakıyorsunuz, gerçekten idealistsen ve yaptığın işin en iyisini yapmaya çalışıyorsan, her zaman mükafatlandırılmıyorsun. Bir de atasözü var biliyorsunuz: Ne gibi iyi işler yaptın da şimdi cezalandırılıyorsun, derler. Onun için alışıyor insan. Eğitim hayatımızda da buna benzer olaylar oldu. Hep mehter takımı adımları... Bir adım ileri giderseniz iki adım geri gidiyorsunuz. Radyoculukta da bunu gördüm. 25 yılın üstünde radyo programı yaptım. Her gelen yeni müdürün çeşitli yasaklarıyla karşı karşıya kaldık. Darbelerden sonra bir müdür gelir, kullandığınız kelimelere karışır. Bir başka müdür gelir, o sıralarda Bulgarlarla aramız iyi değildir, Bulgar müzikleri çalamazsınız. Bazen de düşünüyor insan: Türkiye'nin gerçekleri budur ve mücadele etmek gerekiyordu, ettik ve etmeye de devam ediyoruz.

Radyo-3’ün haline çok üzülüyorum

TRT Radyo-3'ü hâlâ dinliyor musunuz? Klasik müzik yayını yapan neredeyse bir iki kanaldan biri olduğu halde uzun süre verici sorunu yaşadı ve artık bazı illerde hiç yayın yapılmaz hale geldi. Yayınların internete kaydırılacağı iddiasını nasıl yorumluyorsunuz?

- O kadar üzülüyorum ki... Çünkü ben gerçekten TRT'nin insanıyım. Daha TRT, TRT değilken Ankara il radyosunda yayın yapmaya başladım. Ne kadar büyük bir idealizm ve profesyonel anlayışla TRT'nin kurulduğunu, iyi eğitimli kişiler olduğunu biliyorum. TRT-3'ü senelerce yaşatan ve kalitesini düşürmeyen bizleriz... Gerçekten hala büyük bir dinleyici kitle vardır. Bunun anketini yapmadan, dinleyici profilini bilmeden yukarıdan karar vermek ne kadar antidemoktarik bir davranış.

Klasik müzik yayını yapan bir radyo açmak çok mu zor?

- Kültür işleri para getirmez. Artık bu kapitalist dünyada her şey parayla ölçüldüğü için, 'Reklam almıyor,' diyorlardır. Ama devlet radyosunun reklamla ne işi var? Liberal ekonomiyle yönetilen ülkelerin hepsinde devlet radyoları ve kültür sanat programları var. Bu programları yapmak devletin görevidir. BBC'yi, bütün Almanya ve Fransa'daki radyoları düşünün...

Ayvalık'ta kurduğunuz ve yüzlerce öğrenciye eğitim verilen müzik akademisinin bu yıl 14’üncü yılı... Hayal ettiğiniz noktaya geldi mi?

- Her yıl bir yenilikle devam ediyoruz. Koç Vakfı'nın verdiği ödül büyük bir motivasyon oldu. İnsanın yapmak istediklerinin hepsini gerçekleştirmesi o kadar kolay değil.


AIMA'nın mikro ekibi ve yönetim kurulu üyeleri: İlke Boran, Lale Tuluy, Fatma Kürşat, Filiz Ali, Rahmi Gencer , Halil Kantarcı. Aysel Namlı bu resimde yok.
 Küçük bir ekiple akademiyi ayakta tutuyorsunuz değil mi?

- İki kişiyiz biz. İlke Boran ve ben. Bizim ekibimiz mikro. İkimiz de 14 yıldır gönüllüyüz. Bir ara Nejat Eczacıbaşı Vakfı bize iki-üç yıl maaş ödemişti. Ama artık o da yok. Ama makro düzeyde ufak tefek destekçilerimiz çok.

Zarar ettiğimizde dostlarımız destek oluyor

Akademiyi nasıl ayakta tutabiliyorsunuz bu şartlarda?

- Master class için belli bir ücret alınıyor. O ücretin karşılığında gelen hocalara ücret ödeniyor. Öğrencilerin ücretine pansiyon da dahil. Bu arada mutlaka öğrencilere bir parti ya da gezi yaparız. Bazen ucu ucuna gelir, bazen zararda oluruz. O zaman bizim sevgili dostlarımız var. Paraya ihtiyacımız olduğunda onlardan rica ediyoruz. Bin-iki bin avro gibi.. Öğrencilere burs veren hayırsever dostlarımız var. Bu hayırseverler de çok varlıklı değil. Müziğe, gençliğe, eğitime ve bize inanmış insanlar.

Daha büyük adımlar atmak için kâr edilemiyor mu?

- (Filiz Ali burada epey gülüyor...) Kar hiçbir zaman söz konusu değil.

Kışın da konserler devam ediyor mu?

- Bu yıl mali sıkıntımız çok olduğu için yapamadık. Ama bundan önceki üç yıl her ay bir konser verdik. Mazot parasını verip binayı ısıtamayacağımız için bu yıl kış konseri yapmadık. Ama 15 günde bir sinema kulübümüzün sinema klasikleri gösterimi oldu. Hatta !f İstanbul'un gösterimlerinden bazıları da internet üzerinden orada yapıldı. Kış faaliyetleri tamamen finansmana bağlı.

Ayvalıklılar destek oluyor mu?

- Tabii çok.

Kültür Bakanı Ertuğrul Günay'ın Ayvalık'taki bir binayı daha size vermek üzerine bir sözü vardı. Bu gerçekleşti mi?

- Olmadı maalesef. Bakanın üç yıl önce verdiği sözü, şu ana kadar yerine gelmedi. Zaten Kültür Bakanlığı'na ait olan kilisenin restorasyonu için bir ihale açılacaktı. Sanırım açıldı ama sonra ne oldu, bilmiyorum. Bizim yaşayabilmemiz için gerçekten bir veya iki ciddi kurumsal desteğe ihtiyacımız var. Benim de en nihayet bir sabır çizgim var. İlke Boran, genç bir insandır, kendi mesleği var. Gönüllülüğün de bir sınırı var. Kurumsal desteğe ihtiyacımız var. Ayvalık'ta büyük sanayi yatırımları var. Dünyada bu tür kültür ve eğitim etkinliklerine mutlaka yerel yönetimler, devlet yardımcı olur. Biz şimdiye kadar destek istemedik. Çünkü belediyemiz maddi açıdan zor durumda. Ama olması gereken budur. Akademi, Türkiye'de ilktir. Bizden sonra açılan oldu ama devam edemediler. Uluslararası anlamda devamlılığı olan ve kurumsallığı doğru giden bir başka faaliyet yok.

AKM çürümeye bırakıldı

Artık gazetelerde konserlerle ilgili eleştiri yazılarınızı niye göremiyoruz?

- Bloguma yazıyorum arada bir. Vaktim yok. Bir de yaz yaz, nereye kadar? Hiçbir şey olmuyor ki... AKM için yazdığım yazıların haddi hesabı yok. Kimsenin umurunda değil. Bir Kültür Başkenti'nde konser merkezi, opera binası nasıl olmaz? O zaman Kültür Başkenti olarak ortaya çıkma, niye çıkıyorsun? Sen var olan binanı kapatmışsın. Kullanılmayan binaların ne hale geldiğini görüyoruz. Bu bina çürüyecek, istenen bu mu? 'Artık bunu yıkmak lazım,' diyecekler. O da 10 yıl sürecek. Bu arada İstanbul gibi bir metropol, kendi orkestrası, balesini halkına gösterebilecek bir yere sahip olmayacak. Utanç verici bir şey bu.

(Figen Yanık / Mart 2011 / Sabah Gazetesi)

3 Haziran 2011 Cuma


RENEE FLEMING
Filiz Ali
19.05.2011
Renée Fleming
Maria Callas
Yüzlerce opera şarkıcısı arasından sıyrılıp en tepeye tırmanabilmenin sırrı ne olabilir acaba? Böyle bir sorunun yanıtını bulmak için opera dünyasının derinliklerine inmekte yarar var. BBC Müzik Dergisi 2007 yılında bir anket yapmış ve 20 opera eleştirmenine 20. yüzyılın en tepedeki 10 sopranosunun isimlerini alt alta sıralamalarını istemiş. 20 opera eleştirmeninin de oy birliği ile zirveye yerleştirdiği soprano tabii ki Maria Callas olmuş. Ancak aynı eleştirmenler Maria Callas’ın 20. yüzyılın en pürüzsüz sesi olmadığında da hem fikirmişler. Ne var ki Callas’ın ses rengi çok özel, sahnesi de mükemmeldi. Ayrıca 1950’lerden itibaren kalitesi gitgide gelişen plak kayıt teknolojisi, onun bu dönemde yaptığı komple opera kayıtlarıyla milyonlarca dinleyiciye ulaşmasını sağlamıştı. Maria Callas’ın özel hayatı, Yunanlı armatör Onassis ile yaşadığı büyük aşk, ardından Onassis’in onu terketmesi, üstelik bir suikasta kurban giden Amerikan Başkanı Kennedy’nin dul eşi Jacquline Kennedy ile evlenmesi, opera dünyası ile hiç ilgisi olmayan geniş bir meraklı kitlesinin de Callas’ı tanımasına yol açmıştı.
Jacquline Kennedy ve Onassis

Anket sonuçları yayınlandıktan sonra opera severler arasında kıyasıya bir kavga başladı. İlk 10’a giremeyenler arasında Renée Fleming de vardı. Ama üzülmeye gerek yok , çünkü ilk 10 arasında Leyla Gencer de, Jessye Norman da, Angela Gheorghiu ve Anna Netrebko da yoktu. Youtube’da yayınlanan yorumlarda, listeye giren falanca sopranonun, filancanın ellerine su bile dökemeyeceği söyleniyor, tartışmalar kimi zaman hakaretlere varan ifadelerle ateşleniyordu.

Faustina Bordoni
Opera şarkıcılarının, hele özellikle sopranoların böyle ateşli takipçileri olması her devirde merak konusuydu. Örneğin 18. yüzyıl Londra opera sahnelerinde Handel’in bestelediği ve yönettiği operaların baş kadın rolleri konusundaki rekabetlerini saç saça, baş başa kavgaya döndüren Francesca Cuzzoni ile Faustina Bordoni’nin, aynı zamanda seyircilerini de iki rakip kampa böldükleri biliniyordu. Maria Callas ile Renata Tebaldi arasında var olduğu basın tarafından sürekli işlenen rekabet konusu büyük ihtimalle her iki sopranonun plak satışlarını harekete geçirmeyi tetiklemek maksadıyla yapılmaktaydı. Divaların nasıl yetiştiğini, en tepeye ne denli çetin bir ses ve beden işçiliği sonucu ulaştıklarını göz önüne aldığımızda onların elde ettikleri başarıyı kıskançlıkla koruma iç güdüsüyle davranmalarını da doğal karşılamalıyız.

Renée Fleming
ÇAĞDAŞ DİVA


Renée Fleming, çağdaş bir Diva. Geniş repertuarı, dünya opera sahnelerinin en çok aranan ve hayran olunan sopranolarının başında gelmesi, kariyerinin zirveye ulaştığı dönemde yapmakta olduğu video kayıtları ile opera tarihinin en gözde eserlerini belgelemesi dolayısıyla parıldamakta. Bütün bu parıltıların altında neler olduğunu ise ona sormalıyız. Kısa bir zaman önce yaptığı televizyon belgeselinde Renée Fleming, başarıya ulaşmanın insanın sırtına büyük bir yük bindirdiğini, yıllarca azimle çabalayarak arzu ettiği yere geldiğinde fena halde korkuya kapıldığını söylüyordu. Konuşmayı öğrenmeden şarkı söylemeyi öğrenen Fleming, çok içe kapanık, utangaç ve anti-sosyal bir genç kız olduğunu, kendini sadece şarkı söyleyerek ifade edebildiğini anlatıyordu. Kariyerinin ilk on yılı boyunca çok fazla çalışmış Fleming. O geniş repertuarını her opera sezonu 10 yeni opera öğrenerek elde etmiş. Zaten lisedeki adı da “Bayan Mükemmel”miş. 

HEM OPERA HEM SOFT ROCK

Cher
Ne var ki başarının bedeli besbelli ağır bir Diva için. “Hem birinci sınıf bir kariyer, hem evlilik, hem çocuklar bir arada ne yazık ki yürümüyor” diyen Renée Fleming kocasından ayrıldıktan sonra bir süre opera sahnelerini bırakmayı, sadece çocukları ile ilgilenmeyi ve ders vererek mesleğini sürdürmeyi düşünmüş ama onun gibi dünyaca ünlü bir sopranonun kariyerinin en tepe noktasında sahneleri bırakmasına kimsenin gönlü razı gelmediği belli. Zaten iki kızını da başarıyla büyütmüş, hatta onlarla birlikte Dark Hope adlı bir “indie rock” albümü ortaya çıkarmış Fleming. Albümde yer alan Peter Gabriel şarkısı In Your Eyes’ı dinlerken opera yıldızı Renée Fleming gidiyor yerine yılların pop şarkıcısı Cher’in o sanki derin bir kuyunun dibinden gelen koyu ses rengini bile gölgede bırakan başka bir Renée geliyor.

MUHTEŞEM BİR OPERA KARİYERİ

Angela Gheorghiu
Renée Fleming tam anlamıyla dolu dolu bir “Lirik Soprano”. Yani eskilerden Elisabeth Schwarzkopf, Montserrat Caballé, Mirella Freni, Kiri Te Kanawa, yenilerden Angela Gheorghiu ve Anna Netrebko gibi sopranoların arasındaki kuşakta yer alan fakat yeni gelen gençlere rağmen ışığı hiç sönmeden daima parlayan bir yıldız. O, Verdi’nin La Traviata’sının aşkı uğruna kendini feda eden “Kamelyalı Kadın”ı; Otello’nun deli gibi kıskanıp boğduğu günahsız ve tertemiz “Desdemona”sı; Mozart’ın Figaro’nun Düğünü operasının hüzünlü “Kontes”i. O, Richard Strauss’un Der Rosencavalier “Güllü Şövalye” operasının olgun soylu kadını “Marschallin” rolünü, eserin bestelendiğinden bu yana bütün ihtişamı ile canlandıran birkaç sopranodan biri.

Fleming’in sesinin renk paleti az sopranoya nasibolacak derecede pürüzsüz. Söz gelimi Maria Callas’ın sesi üç değişik bölgeye ayrılır ve her bölgede renk değişirdi. Kimi lirik sopranonun sesinin orta ve tiz bölümü pürüzsüz giderken, alt seslerde gücünü ve rengini yitirdiğini görürüz. Ya da tam tersi olur. Oysa Fleming’in sesi bir uçtan öteki uca aynı dolulukta ve güzelliktedir. Müthiş sağlam bir tekniği vardır, nefes aldığını bile hissetmezsiniz. İtalyan ve Alman repertuarındaki rahatlığını Fransız ve Rus repertuarında da devam ettirir. Örnekse, Fransız bestecisi Massenet’in Manon’u onun hem ses tekniğini hem de oyunculuk gücünü sergilediği operalardan biridir. Nitekim, Rus olmayan bir sopranonun Çaykovski’nin Evgeniy Onegin operasının kadın kahramanı “Tatiana”yı Rusların en ünlü baritonu Dmitri Hvorostovsky’nin “Onegin”i karşısında bu denli kusursuz ve etkileyici yorumlayabilmesi Rus eleştirmenleri bile soluksuz bırakmıştır.

RENEE FLEMING VE MODA

Kiri Te Kanawa
Renée Fleming opera sahnelerinde zaferden zafere koşarken konserlerini de ihmal etmez. Onu dünyanın her köşesinde verdiği konserlerde birbirinden şık gece elbiseleri içinde görebilirsiniz. Sahnede şıklığı ile göz kamaştıran opera şarkıcısı çok azdır. Çoğu rüküş denecek derecede zevksiz giyinir nedense. Kiri Te Kanawa’nın karpuz kollu tafta tuvaletleri ya da Monserrat Caballé’nin cüssesine bakmadan giydiği geniş omuzlu pelerinleri zevksizlik örnekleri olarak tarihe geçmiştir bir zamanlar. Konser sahnesinde şıklıkları ile tanınan iki önemli sopranodan biri Maria Callas, öteki de  Leyla Gencer’di. Her iki soprano da şık giysilerini aynı zamanda söyledikleri aryaların duygusunu yansıtan aksesuarlar olarak kullanırlardı.
Fleming 

Renée Fleming’in sahne giysileri en az sesi ve yorumu kadar dikkat çekici. Yıllar önce Strauss’un Vier Letzte Lieder “Dört Son Şarkı”sını yorumlarken giydiği bir tarafı duman rengi, öte tarafı açık gri Issay Miyake elbisesini aynı Callas ve Gencer gibi şarkılarına eşlik ettirmişti. Ünlü modacı Gian-Carlo Ferré 1998 yılından ölene kadar Fleming’in hem konser giysilerini hem de gündelik kıyafetlerini tasarlayan kişiydi. Ancak, Fleming tek bir tasarımcı ile yetinmiyor ve her konser için çok farklı elbiselerle seyircisinin karşısına çıkıyor. Onu biraz garip bir Vivien Westwood giysisinin içinde de görebiliriz, kıpkırmızı strapless bir Angel Sanchez tasarımında da. Ya da Obama’nın Başkanlık töreninde eksi otuz derecede “You’ll Never Walk Alone” şarkısını söylerken giydiği kırmızı Bill Blass Paltosu ile. Renée Fleming’in sahne kostümlerini de ünlü moda tasarımcıları hazırlıyor. 2008 yılı Metropolitan Operası Açılış Galası’nda Fleming, La Traviata operasının ikinci perdesi için sanatçı Christian Lacroix’nın yarattığı iki ayrı kostümü giymişti. Manon operasında ise kostümlerini Chanel’in ünlü tasarımcısı Karl Lagerfeld hazırladı. Richard Strauss’un Capriccio operasının son sahnesinde Fleming, John Gallino’nun bir tasarımını giymişti. Moda dünyası ile opera dünyasının buluşması idi bu.
Renée Fleming için hayranlarından biri “Yarabbim, onun başaramadığı ne var?” diye soruyor. Renée Fleming ise başarısının bedelinin ağır olduğunu düşünmekte. O, opera seyircilerini mestetmek için kendi özel hayatını büyük bir zevkle feda eden opera kahramanlarından biri aslında.