SABAHATTİN
ALİ VE ESERLERİ
FİLİZ
ALİ
2020
Ocak İstanbul
2007 yılında
babam Sabahattin Ali’nin doğumunun 100. Yıldönümü dolayısıyla Bilgi
Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat
Bölümü tarafından düzenlenen toplantıda yaptığım konuşmada, “doğumunun 100. yılında
babamın hem eserleri hem de hayatıyla yeniden gündeme gelmesi bende bir geç
kalmışlık duygusu uyandırmış olmakla birlikte, yine de onu anımsayan her bireye
minnettar olduğumu” belirtmiştim.
2007 yılında doğumunun
100. Yıldönümünde özellikle Kuyucaklı Yusuf, Kürk Mantolu Madonna ve İçimizdeki
Şeytan romanlarının ciddi edebiyat meraklısı okuyucuları tarafından
tanınması ve okunması önemliydi. Zira,
babamın ölümünden sonra, yani 1948’den 1965’e kadar kitaplarının hiçbiri
Türkiye’de yayınlanmamıştı. Ne gariptir ki aynı yıllarda eserleri o zamanki
demir perde ülkeleri dillerine, yani Bulgarca, Romence, Sırpça, Lehçe, Çekçe ve Rusça’ya
çevrilmekteydi.
Sabahattin
Ali’nin Batı Avrupa ve Amerika tarafından keşfedilmesi daha zaman alacaktı.
1965 yılından sonra Varlık Yayınlarında çıkan tüm eserleri, o sıralarda
Türkoloji’ye merak saran bazı Amerikalı ve Alman çevirmenlerin ilgisini çekmiş
ve kimi öyküsü hem İngilizce hem de Almanca antolojilerde, edebiyat
dergilerinde yer almıştı.
Doğumunun 100.
yılında İçimizdeki Şeytan romanı Ute
Birgi-Knellesen tarafından Der Dæmon in uns adıyla Almancaya
çevrildi. Sabahattin Ali’yi ve bu kitabı Alman okuyucusuna tanıtmak için
Freiburg, Karlsruhe, Essen ve Heidelberg’de yapılan toplantılarda babam anıldı,
Joachim Sartorius gibi çok önemli bir kültür adamı bu toplantılardan birinde
kitabı ve yazarı inceleyen bir konuşma yaptı. Ute Birgi, ertesi yıl Kürk
Mantolu Madonna’yı Die Madonna im Pelzmantel
adıyla Almanca’ya çevirdi.
Yine 2007’de
Fransa’da “Le serpent a plumes” yayınevi Kürk
Mantolu Madonna romanını Fransızca olarak yayınladı. İçimizdeki Şeytan, Le diable
qui est en nous adıyla, Kuyucaklı Yusuf
ise Yusuf le taciturne adlıyla
yine aynı yayınevi tarafından ertesi yıl yayınlandı. Bu tarihten itibaren
babamın her üç romanı da Almanca ve Fransızca’ya çevrilmiş oldu.
Sabahattin
Ali’yi 2007 yılında ilk hatırlayanlar şimdiki adı Ardino olan Eğridere’li
Türklerdi. Babamın babası, 1907’de o zamanlar Osmanlı İmparatorluğu sınırları
içinde olan Eğridere’nin Karargâh kumandanı Yüzbaşı Ali Selahattin Bey’di.
Babam, Selahattin Bey ile Hüsniye Hanım’ın ilk oğlu olarak Eğridere’de dünyaya
geldi. Eğridere’liler Sabahattin Ali’nin hemşehrisi olmanın gururunu
yaşatıyorlar, okullarında Sabahattin Ali’nin eserlerini hem Türkçe hem de
Bulgarca okutuyorlardı.
Türkiye’de ise
2007 ilkbaharında Boğaziçi Üniversitesinde Prof. Dr. Nükhet Esen’in düzenlediği
bir Sabahattin Ali toplantısı ve Beşiktaş Belediyesi Akatlar Mustafa Kemal
Salonu’nda Faruk Şüyun’un düzenlediği bir anma gecesi yapıldı. 15 Nisan 2007’de
Sabahattin Ali’nin bütün çocukluğunun geçtiği ve pek çok eserinde
ölümsüzleştirdiği Edremit yerine Altınoluk Belediyesi tarafından yaptırılan Sabahattin
Ali büstü ve anıtının açılışı gerçekleşti. Sonra Kazdağının eteklerindeki yukarı
köyde, yani eski adıyla Papazlıkta koskoca kazanlarda davullu zurnalı keşkek
dövüldü, bütün köye hayır yemeği verildi. Eğer babam yaşasaydı herhalde bu
toplantıdan ziyadesiyle hoşlanacakt, eminim. En mutlu olduğu zamanlar Kazdağı’nda tek
başına dolaştığı, Yörük obalarını ziyaret ettiği zamanlardı. Onun bu
duygularını anlamak için Hasanboğuldu
öyküsünü okumak yeterlidir sanırım.
Sabahattin Ali,
100 yaşını geçtikten sonra popüler olan ender yazarlardan biridir. 2010’ların
başından itiraberen Kürk Mantolu Madonna
romanının her yıl artan bir merakla okunması, yıllarca çok satan kitaplar
arasında birinci sıradan aşağı inmemesi, 1948 yılında 41 yaşında öldürülmüş bir
yazarın, 2000’li yılların en popüler yazarları arasına girmesi herhalde bir
mucize, tarihin garip bir cilvesi olmalıydı.
Kürk Mantolu Madonna romanı birbiri ardına bütün Avrupa dilleri yanında
Çince, Japonca, Arapça, Boşnakça, Hırvatça, Yunanca, Lehçe, Flamanca gibi
dillere de çevrildi. Ama, asıl kıyamet kitabın İngilizce çevirisinin Penguin
Classics dizisi içinde hard cover
ile yani ciltli olarak yayınlanması üzerine koptu.
Kürk
Mantolu Madonna’yı İngilizceye çevirmek Maureen
Freely ve Alexander Dawe adlı çevirmenlere kısmet olmuştu. Penguin yayınevi,
kitabı büyük bir kampanyayla tanıttı. Londra Metrosunun duvarları kitap
kapağının büyük afişleriyle süslendi. Guardian, The Times, Daily Telegraph gibi
önemli gazetelerde yazılar çıktı. Londra’dan İstanbul’a sırf benimle söyleşi
yapmaya gazeteciler geldi ve Kürk Mantolu
Madonna, İngiltere’de bu denli popüler olunca, 2017 yolında Penguin USA’da
kitabı yepyeni bir kapakla Amerikan okuyucusuna sundu.
Ne var ki 2019
yılında babamın öldürülmesinin üzerinden 70 yıl geçmiş ve ailesine ait olan
telif hakkı serbest kalmıştı. 2019 yılı Ocak ayında birden Türkiye’deki
tanınmış, tanınmamış bütün yayınevleri büyük bir hızla piyasayı yeni Sabahattin
Ali kitapları ile doldurdular. Böylece Sabahattin Ali okuyucusuna iyilik değil,
kötülük yaptılar. Çünkü, babamın uzun yıllar boyunca büyük bir özenle korunan
telif hakkı, aynı zamanda onun eserinin büyük bir titizlikle yayınlanmasını,
ailenin elindeki bütün belgelerin editoryel titizlikle yayına hazırlanmasını ve
eserlerinin çok satanlar listelerinde yer almasını sağlıyordu.
Benim için
babamın öykülerinin çoğu romanlarından bile daha yoğundur. Çoğu öyküsü
damıtılmış ve yoğunlaştırılmış birer romandır hatta. Onun için öykülerinin
ihmal edildiğini ve hak ettikleri ilgiyi göremediklerini düşünürüm. Öykülerinin
içerdiği görsellik hayranlık vericidir.
Örneğin: “Çumra
kanalının suları Beyşehir Gölünden çıkarken su rengindedir; Konya ovasında kan
renginde…” diye başlar Kanal öyküsü. Ya da: “ Bir tarla meselesi yüzünden
Savrukların Hüseyin, Arkbaşında Sarı Mehmet’i vurdu” diye başlar Kağnı. Her iki
cümle de tokat gibi afallatır okuyanı. Sahne gözünüzün önünde bütün gerçekliği
ile canlanır.
Bir Skandal
öyküsünün ilk cümlesi de: “Bir muallim olarak geldiğim şehir Orta Anadolu’nun
bozkırlarında bir cilt yarası gibi intizamsız, karışık ve kirli uzanıyor,
yayılıyordu.” Bu cümleyle öykünün nerelere gideceğinin işaretini daha baştan
veriyordu yazar.
Şarkılarla bazı
sahneleri anlattığı mektupları da beni hep çok duygulandırır. “Almanya’da
Frolayn Poder ( yani Maria Puder, Kürk Mantolu Madonna) isminde bir hanıma
ziyadesiyle âşıktım. O zamanlar ise Berlin’de şu “Deli Şarkıcı” filmi oynamıştı
ve oradaki Sonny Boy şarkısı herkesin ağzındaydı… Sonra Berlin civarında
Templin adında küçük bir kasabada bulundum. O zaman da bir foxtrot herkesin
ağzındaydı. “In einem kleinen konditorei: bir küçük pastacı dükkanı”diye
başlayan bir foxtrot. Pazar günleri kasaba civarındaki kır gazinosunda elli
defa çalınır ve kocaman pabuçlu, iri parmaklı esnaf çırakları siyah
elbiselerini düzelterek kırmızı yüzlü, ablak suratlı ve bulaşık yıkamaktan
elleri bozulmuş hizmetçi kızları dansa kaldırırlardı.”
Ya da: “Konya
Belediye Bahçesi’nde oldukça düzgün bir saz heyeti vardı ve bu heyette Muhsine
isminde, bermutad memleket hovardalarının elbirliğiyle yangın oldukları bir kız
vardı. Sesi hakikaten güzeldi. En hoşuma giden şarkısı da “Geçti Muhabbet demi/
Ağla gönül, yan gönül” diye bir şeydi. Sazın icra-i ahenk ettiği sarmaşıklı
köşkte ayağa kalkar, vücudunu hafifçe ileri uzatıp başını yana büker, sarhoş ve
yorgun gözlerini bütün bahçedekilerde dolaştırarak tatlı, çok tatlı bir sesle
söylerdi: Geçti muhabbet demi/Ağla gönül, yan gönül”.
Sinop
Hapishanesinden Ayşe Sıtkı’ya yazılan bu mektuplar da birer öyküdür başlı
başına. Ne yazık ki babamın Aziz Nesin’e, Melahat Togar’a veya Pertev Naili
Boratav’a yazdığı mektuplar alıcıları tarafından saklanmamış. Oysa babam
kendisine gönderilen bütün mektupları, kartpostalları, fotoğrafları büyük bir
titizlikle saklamış. Hayatıyla ilgili hiçbir belgeyi atmamış.
Öldükten sonra
bütün bu belgelerin saklandığı tahta sandık bizimle birlikte o evden ötekine
taşındı durdu. Annemin eski yazıdan yeni yazıya çevirdiği bazı mektupları ve
belgeleri Atilla Özkırımlı ile hazırladığımız Sabahattin Ali kitabında yayınlamıştık. Hatta Ayşe Sıtkı’nın
mektupları ilk kez bu yayında gün ışığına çıkmış ve Ayşe Sıtkı da sonunda
babamın ona yazdığı mektupları İki Gözüm
Ayşe adıyla yayınlamaya karar vermişti. Daha sonraki yıllarda Sevengül
Sönmez, babamın anneme ve bana yazdığı mektupları Canım Aliye, Ruhum Filiz adı ile düzenledi ve kitap YKY tarafından
yayınlandı.
Benim tanıdığım
Sabahattin Ali ile bu mektuplarda hitap edilen genç Sabahattin Ali arasında
dağlar kadar fark var. Mektuplarda arkadaşları tarafından sık sık sözü edilen
hatta kendisinin de Bir Skandal
öyküsünde kendini tarif ettiği gibi biri değildi benim tanıdığım babam. Ne
diyordu orada: “Deli gibi yaşıyordum o zamanlar… Ve başka türlü yaşamak aklıma
gelmiyordu. Etrafımdakileri hayrete düşüren bir zekânın imtiyazlarından
istifade etmekten başka bir şey istemiyordum.”
Bir Skandal
öyküsü Konya’da geçer ve Konya’daki o deli dolu Sabahattin Ali’nin başına hiç
beklemediği bir felaket gelir. En yakın arkadaşları tarafından ihbar edilir ve
kendini önce Konya sonra da Sinop Hapishanesinde bulur. Sanırım Sabahattin
Ali’nin hem yazar, hem düşünce adamı, hem de kişi olarak değişimi bundan sonra
başlar. Evlenmesi, çocuk sahibi olması ve Ankara Devlet Konservatuarı’nda Carl
Ebert gibi dünya çapında bir müzik ve tiyatro adamı ile çalışmaya başlaması
onun verimini arttıran öğelerdir.
Benim tanıdığım
Sabahattin Ali, hem kendi çekirdek ailesine hem de akraba ve yakınlarına
düşkün, geniş muhiti ve arkadaşları tarafından çok sevilen, hatta hayranlık
duyulan, son derece neşeli, eğlenceli ve oyuncu biriydi. Sevgi dolu ama aynı
zamanda prensipleri ve kuralları olan bir babaydı. Her yerde, her zaman
tekrarladığım gibi beni hayata hazırlayan, bana bugün hâlâ sıkı sıkıya bağlı
olduğum değerleri veren, sevgisini bugün bile taptaze hissettiğim, başım ne zaman
sıkışsa bana öteki dünyadan yardım elini uzatan babam.