19 Ekim 2022 Çarşamba

LEYLA GENCER

 

Cumhuriyet Gazetesi 8 Mart 1989


Devlet Sanatçısı Soprano Leyla Gencer’in Donizetti Seminerleri

Devlet Sanatçısı Soprano Leyla Gencer, Şubat ayı içinde İstanbul Devlet Opera ve Balesi sanatçıları için iki hafta süren bir “Donizetti” semineri verdi. Bilindiği gibi Leyla Gencer, Tebaldi, Callas, Monserrat Caballe, Beverly Hills, Joan Sutherland gibi ikinci dünya savaşı sonrası müzik dünyasının kalburüstü opera sanatçılarından biridir. İşin garibi, yukarıda sıraladığımız adların hemen hepsi aynı yıllarda dünya sahnelerinde parlamışlardı. 1950-60 ve 70’li yıllarda da süren ünlerini, yaptıkları sayısız plakla tarihe mal eden bu şarkıcılardan sadece biri, Leyla Gencer, asıl dünya çapında ününü 80’li yıllarda, yani artık opera sahnelerinden ayrıldıktan sonra kazandı.

30 yılı aşkın sahne hayatı boyunca hiç stüdyo kaydı yapmayan Leyla Gencer’in sahnede, temsil sırasında yapılmış korsan kayıtları birer ikişer plak olarak piyasaya çıkmaya başlayınca, onu sahnede hiç görmemiş, duymamış olan yeni hayranlar kuşağı oluştu. Hayranlardan bazıları Leyla Gencer efsanesine kendilerini öyle bir kaptırdılar ki Avrupa ve Amerika’daki radyo arşivlerinde Leyla Gencer kayıtları aramaya koyuldular. Buldular da. Böylece hatırı sayılır bir Leyla Gencer diskografisi oluşmaya başladı.

Leyla Gencer’in sanat anlayışındaki en önemli noktalardan biri daima riskli ve zor olanı seçmesiydi. Örneğin Gencer’in bir haftada koskoca bir operayı öğrenip sahneye çıktığı ve müthiş başarı kazandığı artık bilinen öykülerden biridir. 19. Yüzyılda yazılıp, sonradan şarkıcılar açısından çetin zorluklar taşımaları nedeniyle rafa kaldırılmış pek çok operayı 20. Yüzyılda ilk kez Leyla Gencer yeniden canlandırmıştı. Donizetti’nin “Anna Bolena”, “Caterina Cornaro”, “Lucretia Borgia”, “Maria Stuarda”, “Roberto Devereux” operalarındaki kraliçe rollerini canlandırmasındaki üstün başarı sonucu “La Regina Turca”, yani Türk Kraliçesi lakabı takılan Leyla Gencer^, “soprano agilita” ya da “dramatik koloratur” sesler için yazılmış bu zor rolleri müthiş bir ustalık, duyarlık ve dramatik güçle seslendirmişti.

Onu sahne de görmemiş olup da plaklarını ve tek tük de olsa altın değerindeki filmlerine rastlayıp Leyla Gence tiryakisi olanların sayısı hızla arttıkça, onu tanımak, dinlemek, ondan bir şeyler öğrenmek isteyenlerin de sayısı artıyor dünyada.

Leyla Gencer, son yıllarda hem İtalya’da hem de Fransa’da Donizetti, Bellini ve Rossini seminerleri yaptı. Bu seminerleri şimdiye kadar İtalyanca ve Fransızca veren sanatçı, İstanbul’da 30 yıldır ilk kez topluluk karşısında kendi dilinde konuşma yapacağı için önceleri biraz heyecanlıydı. Seminer metinlerini titizlikle Türkçeye çevirdi, bir dostunun yardımıyla metin üzerinde epey çalıştı. Ancak, seminerler sırasında anlaşıldı ki, Leyla Hanım’ın hiç heyecanlanmasına gerek yokmuş. Zira o, Türkçeyi çoğumuzdan daha iyi anlaşılır temizlikte, yeni terimleri, sözcükleri hiç yadırgamadan ve yadırgatmadan çok akıcı bir dille konuşuyor, konuşmasını sık sık anekdotlarla, anılarla süslüyor ve renklendiriyor.

Gencer, Donizetti operalarının müziğini, konularını, karakterlerin işlenişini, karakterlerle müzik arasındaki bağlantıları inceleyip, anlatırken, o denli sarmalayıcı oluyordu ki konu ile hiç ilgisi olmayan biri bile olsanız, sırf Leyla Gencer’in çekiciliğine kapılıp birinci sınıf müzik meraklısı kesilirdiniz.

Leyla Gencer, Donizetti’nin tüm operalarını tek tek incelediği bu seminerlerde, operaların erkek, kadın bütün rollerini açıklamalı, örnekli ve taklitli olarak tanıttı katılanlara. Zaman zaman karşılıklı sohbet havasında süren seminerlerde Leyla Gencer, operamızda görevli sanatçıları da dinleyerek yorum, teknik ve stil konularında onlara yardımcı oldu, büyük bir sabırla bazen tek bir cümle üzerinde uzun uzun durarak en iyi, en doğru yorumu aradı.

Leyla Gencer’in bu seminerleri keşke TRT televizyonu tarafından hiç olmazsa arşiv amacıyla banda alınsaydı. Çünkü müzisyen olalım, olmayalım, hepimizin bu olağanüstü insandan öğreneceğimiz çok şey var.

https://www.youtube.com/watch?v=4kFbgitnQ9k 

1991 TRT Devlet Sanatçısı Leyla Gencer belgeselinde IDOB’da verdiği Rossini seminerinden bir kesit görüntüleniyor.

11 Ekim 2022 Salı

2020'de Pertevniyal Lisesi Edebiyat Dergisinde çıkan Sabahattin Ali Yazısı

 

SABAHATTİN ALİ VE ESERLERİ

FİLİZ ALİ

2020 Ocak İstanbul

2007 yılında babam Sabahattin Ali’nin doğumunun 100. Yıldönümü dolayısıyla Bilgi Üniversitesi  Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü tarafından düzenlenen toplantıda yaptığım konuşmada, “doğumunun 100. yılında babamın hem eserleri hem de hayatıyla yeniden gündeme gelmesi bende bir geç kalmışlık duygusu uyandırmış olmakla birlikte, yine de onu anımsayan her bireye minnettar olduğumu”  belirtmiştim.

2007 yılında doğumunun 100.  Yıldönümünde özellikle Kuyucaklı Yusuf, Kürk Mantolu Madonna ve İçimizdeki Şeytan romanlarının ciddi edebiyat meraklısı okuyucuları tarafından tanınması ve okunması  önemliydi. Zira, babamın ölümünden sonra, yani 1948’den 1965’e kadar kitaplarının hiçbiri Türkiye’de yayınlanmamıştı. Ne gariptir ki aynı yıllarda eserleri o zamanki demir perde ülkeleri dillerine, yani Bulgarca, Romence,  Sırpça, Lehçe, Çekçe ve Rusça’ya çevrilmekteydi.

Sabahattin Ali’nin Batı Avrupa ve Amerika tarafından keşfedilmesi daha zaman alacaktı. 1965 yılından sonra Varlık Yayınlarında çıkan tüm eserleri, o sıralarda Türkoloji’ye merak saran bazı Amerikalı ve Alman çevirmenlerin ilgisini çekmiş ve kimi öyküsü hem İngilizce hem de Almanca antolojilerde, edebiyat dergilerinde yer almıştı.

Doğumunun 100. yılında İçimizdeki Şeytan romanı Ute Birgi-Knellesen tarafından  Der Dæmon in uns adıyla Almancaya çevrildi. Sabahattin Ali’yi ve bu kitabı Alman okuyucusuna tanıtmak için Freiburg, Karlsruhe, Essen ve Heidelberg’de yapılan toplantılarda babam anıldı, Joachim Sartorius gibi çok önemli bir kültür adamı bu toplantılardan birinde kitabı ve yazarı inceleyen bir konuşma yaptı. Ute Birgi, ertesi yıl Kürk Mantolu Madonna’yı Die Madonna im Pelzmantel adıyla Almanca’ya çevirdi.

Yine 2007’de Fransa’da “Le serpent a plumes” yayınevi Kürk Mantolu Madonna romanını Fransızca olarak yayınladı. İçimizdeki Şeytan, Le diable qui est en nous adıyla, Kuyucaklı Yusuf  ise Yusuf le taciturne adlıyla yine aynı yayınevi tarafından ertesi yıl yayınlandı. Bu tarihten itibaren babamın her üç romanı da Almanca ve Fransızca’ya çevrilmiş oldu.   

Sabahattin Ali’yi 2007 yılında ilk hatırlayanlar şimdiki adı Ardino olan Eğridere’li Türklerdi. Babamın babası, 1907’de o zamanlar Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde olan Eğridere’nin Karargâh kumandanı Yüzbaşı Ali Selahattin Bey’di. Babam, Selahattin Bey ile Hüsniye Hanım’ın ilk oğlu olarak Eğridere’de dünyaya geldi. Eğridere’liler Sabahattin Ali’nin hemşehrisi olmanın gururunu yaşatıyorlar, okullarında Sabahattin Ali’nin eserlerini hem Türkçe hem de Bulgarca okutuyorlardı.

Türkiye’de ise 2007 ilkbaharında Boğaziçi Üniversitesinde Prof. Dr. Nükhet Esen’in düzenlediği bir Sabahattin Ali toplantısı ve Beşiktaş Belediyesi Akatlar Mustafa Kemal Salonu’nda Faruk Şüyun’un düzenlediği bir anma gecesi yapıldı. 15 Nisan 2007’de Sabahattin Ali’nin bütün çocukluğunun geçtiği ve pek çok eserinde ölümsüzleştirdiği Edremit yerine Altınoluk Belediyesi tarafından yaptırılan Sabahattin Ali büstü ve anıtının açılışı gerçekleşti. Sonra Kazdağının eteklerindeki yukarı köyde, yani eski adıyla Papazlıkta koskoca kazanlarda davullu zurnalı keşkek dövüldü, bütün köye hayır yemeği verildi. Eğer babam yaşasaydı herhalde bu toplantıdan ziyadesiyle hoşlanacakt, eminim.  En mutlu olduğu zamanlar Kazdağı’nda tek başına dolaştığı, Yörük obalarını ziyaret ettiği zamanlardı. Onun bu duygularını anlamak için Hasanboğuldu öyküsünü okumak yeterlidir sanırım.

Sabahattin Ali, 100 yaşını geçtikten sonra popüler olan ender yazarlardan biridir. 2010’ların başından itiraberen Kürk Mantolu Madonna romanının her yıl artan bir merakla okunması, yıllarca çok satan kitaplar arasında birinci sıradan aşağı inmemesi, 1948 yılında 41 yaşında öldürülmüş bir yazarın, 2000’li yılların en popüler yazarları arasına girmesi herhalde bir mucize, tarihin garip bir cilvesi olmalıydı. Kürk Mantolu Madonna romanı birbiri ardına bütün Avrupa dilleri yanında Çince, Japonca, Arapça, Boşnakça, Hırvatça, Yunanca, Lehçe, Flamanca gibi dillere de çevrildi. Ama, asıl kıyamet kitabın İngilizce çevirisinin Penguin Classics dizisi içinde hard cover ile yani ciltli olarak yayınlanması üzerine koptu.

Kürk Mantolu Madonna’yı İngilizceye çevirmek Maureen Freely ve Alexander Dawe adlı çevirmenlere kısmet olmuştu. Penguin yayınevi, kitabı büyük bir kampanyayla tanıttı. Londra Metrosunun duvarları kitap kapağının büyük afişleriyle süslendi. Guardian, The Times, Daily Telegraph gibi önemli gazetelerde yazılar çıktı. Londra’dan İstanbul’a sırf benimle söyleşi yapmaya gazeteciler geldi ve Kürk Mantolu Madonna, İngiltere’de bu denli popüler olunca, 2017 yolında Penguin USA’da kitabı yepyeni bir kapakla Amerikan okuyucusuna sundu.  

Ne var ki 2019 yılında babamın öldürülmesinin üzerinden 70 yıl geçmiş ve ailesine ait olan telif hakkı serbest kalmıştı. 2019 yılı Ocak ayında birden Türkiye’deki tanınmış, tanınmamış bütün yayınevleri büyük bir hızla piyasayı yeni Sabahattin Ali kitapları ile doldurdular. Böylece Sabahattin Ali okuyucusuna iyilik değil, kötülük yaptılar. Çünkü, babamın uzun yıllar boyunca büyük bir özenle korunan telif hakkı, aynı zamanda onun eserinin büyük bir titizlikle yayınlanmasını, ailenin elindeki bütün belgelerin editoryel titizlikle yayına hazırlanmasını ve eserlerinin çok satanlar listelerinde yer almasını  sağlıyordu.

 

Benim için babamın öykülerinin çoğu romanlarından bile daha yoğundur. Çoğu öyküsü damıtılmış ve yoğunlaştırılmış birer romandır hatta. Onun için öykülerinin ihmal edildiğini ve hak ettikleri ilgiyi göremediklerini düşünürüm. Öykülerinin içerdiği görsellik hayranlık vericidir.

Örneğin: “Çumra kanalının suları Beyşehir Gölünden çıkarken su rengindedir; Konya ovasında kan renginde…” diye başlar Kanal öyküsü. Ya da: “ Bir tarla meselesi yüzünden Savrukların Hüseyin, Arkbaşında Sarı Mehmet’i vurdu” diye başlar Kağnı. Her iki cümle de tokat gibi afallatır okuyanı. Sahne gözünüzün önünde bütün gerçekliği ile canlanır.

Bir Skandal öyküsünün ilk cümlesi de: “Bir muallim olarak geldiğim şehir Orta Anadolu’nun bozkırlarında bir cilt yarası gibi intizamsız, karışık ve kirli uzanıyor, yayılıyordu.” Bu cümleyle öykünün nerelere gideceğinin işaretini daha baştan veriyordu yazar.

Şarkılarla bazı sahneleri anlattığı mektupları da beni hep çok duygulandırır. “Almanya’da Frolayn Poder ( yani Maria Puder, Kürk Mantolu Madonna) isminde bir hanıma ziyadesiyle âşıktım. O zamanlar ise Berlin’de şu “Deli Şarkıcı” filmi oynamıştı ve oradaki Sonny Boy şarkısı herkesin ağzındaydı… Sonra Berlin civarında Templin adında küçük bir kasabada bulundum. O zaman da bir foxtrot herkesin ağzındaydı. “In einem kleinen konditorei: bir küçük pastacı dükkanı”diye başlayan bir foxtrot. Pazar günleri kasaba civarındaki kır gazinosunda elli defa çalınır ve kocaman pabuçlu, iri parmaklı esnaf çırakları siyah elbiselerini düzelterek kırmızı yüzlü, ablak suratlı ve bulaşık yıkamaktan elleri bozulmuş hizmetçi kızları dansa kaldırırlardı.”

Ya da: “Konya Belediye Bahçesi’nde oldukça düzgün bir saz heyeti vardı ve bu heyette Muhsine isminde, bermutad memleket hovardalarının elbirliğiyle yangın oldukları bir kız vardı. Sesi hakikaten güzeldi. En hoşuma giden şarkısı da “Geçti Muhabbet demi/ Ağla gönül, yan gönül” diye bir şeydi. Sazın icra-i ahenk ettiği sarmaşıklı köşkte ayağa kalkar, vücudunu hafifçe ileri uzatıp başını yana büker, sarhoş ve yorgun gözlerini bütün bahçedekilerde dolaştırarak tatlı, çok tatlı bir sesle söylerdi: Geçti muhabbet demi/Ağla gönül, yan gönül”.

Sinop Hapishanesinden Ayşe Sıtkı’ya yazılan bu mektuplar da birer öyküdür başlı başına. Ne yazık ki babamın Aziz Nesin’e, Melahat Togar’a veya Pertev Naili Boratav’a yazdığı mektuplar alıcıları tarafından saklanmamış. Oysa babam kendisine gönderilen bütün mektupları, kartpostalları, fotoğrafları büyük bir titizlikle saklamış. Hayatıyla ilgili hiçbir belgeyi atmamış.

Öldükten sonra bütün bu belgelerin saklandığı tahta sandık bizimle birlikte o evden ötekine taşındı durdu. Annemin eski yazıdan yeni yazıya çevirdiği bazı mektupları ve belgeleri Atilla Özkırımlı ile hazırladığımız Sabahattin Ali kitabında yayınlamıştık. Hatta Ayşe Sıtkı’nın mektupları ilk kez bu yayında gün ışığına çıkmış ve Ayşe Sıtkı da sonunda babamın ona yazdığı mektupları İki Gözüm Ayşe adıyla yayınlamaya karar vermişti. Daha sonraki yıllarda Sevengül Sönmez, babamın anneme ve bana yazdığı mektupları Canım Aliye, Ruhum Filiz adı ile düzenledi ve kitap YKY tarafından yayınlandı.

Benim tanıdığım Sabahattin Ali ile bu mektuplarda hitap edilen genç Sabahattin Ali arasında dağlar kadar fark var. Mektuplarda arkadaşları tarafından sık sık sözü edilen hatta kendisinin de Bir Skandal öyküsünde kendini tarif ettiği gibi biri değildi benim tanıdığım babam. Ne diyordu orada: “Deli gibi yaşıyordum o zamanlar… Ve başka türlü yaşamak aklıma gelmiyordu. Etrafımdakileri hayrete düşüren bir zekânın imtiyazlarından istifade etmekten başka bir şey istemiyordum.”

Bir Skandal öyküsü Konya’da geçer ve Konya’daki o deli dolu Sabahattin Ali’nin başına hiç beklemediği bir felaket gelir. En yakın arkadaşları tarafından ihbar edilir ve kendini önce Konya sonra da Sinop Hapishanesinde bulur. Sanırım Sabahattin Ali’nin hem yazar, hem düşünce adamı, hem de kişi olarak değişimi bundan sonra başlar. Evlenmesi, çocuk sahibi olması ve Ankara Devlet Konservatuarı’nda Carl Ebert gibi dünya çapında bir müzik ve tiyatro adamı ile çalışmaya başlaması onun verimini arttıran öğelerdir.

Benim tanıdığım Sabahattin Ali, hem kendi çekirdek ailesine hem de akraba ve yakınlarına düşkün, geniş muhiti ve arkadaşları tarafından çok sevilen, hatta hayranlık duyulan, son derece neşeli, eğlenceli ve oyuncu biriydi. Sevgi dolu ama aynı zamanda prensipleri ve kuralları olan bir babaydı. Her yerde, her zaman tekrarladığım gibi beni hayata hazırlayan, bana bugün hâlâ sıkı sıkıya bağlı olduğum değerleri veren, sevgisini bugün bile taptaze hissettiğim, başım ne zaman sıkışsa bana öteki dünyadan yardım elini uzatan babam.

 

10 Eylül 2022 Cumartesi

CRR'nin İstanbul Belediyesi Konser Salonu Adı ile Açılış Haberi


Cumhuriyet Gazetesi 22 Mart 1989

İstanbul Konser Salonu’nun ( şimdi CRR) açılış gecelerinin ardından açılış maceraları

Filiz Ali

Neredeyse bir hafta süren İstanbul Konser Salonu açılışları kazasız belasız, hatta övünmek gibi olmasın ama epey görkemli bir biçimde sürdü ve bitti.

İstanbul Belediyesi Konser Salonu’nun macerası zaten başından beri alışık olmadığımız hızda ve tempoda cereyan etmekteydi. Salonun genel sanat yönetmenliğini kabul ettiğim 23 Ocak tarihinde bina henüz çıplak beton aşamasındaydı. Açılış 13 ya da 14 Mart olarak kararlaştırıldığında ben artık gözümü karartmış, “Ya herru ya merru” deyip başımı bu işe koymuştum.

Artistlerle temaslar, programların saptanması, bu arada ortaya çıkan akla gelmedik bin bir sorun, küçük ya da büyük artistik ayak oyunları, teknik ve bürokratik konuların üstesinden gelebilecek kadronun bulunup çalışmaya geçilmesi filan derken, baş döndürücü bir hızla gelişen olayların akıntısına olumlu biçimde kapılarak açılış gecesine ulaştık.

Büyükşehir Belediyesi bize bütün olanaklarını seferber etmişti. En ufak sorunumuzu bile ilgililere anında aktarıyor ve yanıtını da derhal alabiliyorduk. Küçük çekirdek kadromuz günde 25 saat (!) çalışıyor, eşimiz dostumuz sekreterlikten getir götür işlerine kadar her türlü işi gönüllü olarak yapmaya can atıyordu.

Istanbul Kültür ve Sanat Vakfı yöneticileri, İstanbul Devlet Opera ve Balesi yöneticileri, İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası yöneticileri, Mimar Sinan Üniversitesi rektör ve yöneticileri, Sinema TV Enstitüsü yöneticileri, görevleri dışında her türlü işimize koşturan (pantalonu yırtılan sanatçıya iğne iplik bulmaktan, masa iskemle taşımaya kadar)Vip turizmin kırmızı kazaklıları, açılışımızın başarılı, uygar, sıcak ve mutlu geçmesine katkıda bulundular.

Açılış konserlerine katılan Devlet Sanatçılarımız İdil Biret, Ayla Erduran, Ayşegül Sarıca, Hikmet Şimşek ve Nevzat Atlığ sanatçı kişiliklerinin dışında varlıklarıyla bize destek oldular.

Açılışlarımıza onur konuğu olarak davet ettiğimiz Richard Wagner’in büyük büyük torunu Gottfried Hellferich Wagner, salonu, salonun olanaklarını ve hepimizi öyle benimsedi ki, bundan böyle bizimle bağını koparmamaya ve danışmanımız olmaya karar verdi.

 Ilk başlarda İstanbul’da konser verme olayına çok katı bir profesyonellikle yaklaşan Avusturyalı ünlü cellist Heinrich Schiff de bizlerin heyecanına ayak uydurdu sonunda ve İstanbul’dan ayrılırken kırk yıllık dost gibi bize her konuda yardımcı olmayı vaat etti.

14 Mart, yani açılış akşamı hepimizin yüreği ağzındaydı. Her şey ilk kez o akşam harekete geçece ve denenecekti. Hem ilk akşam hem de onu izleyen akşamlar, binanın teknik donanımını gerçekleştiren kuruluş ve onun teknik ekibinin özverili çalışmaları, ayrıca müteahhit firmanın elemanlarının her dakika sorunlarımızın çözümünde bizlerle birlikte olmaları. Başarımızı arttıran en önemli unsurlardı.

Bu arada TRT televizyonunun İstanbul’un kavuştuğu ilk gerçek konser salonunun açılışına hiç ilgi göstermemesi bizi hayli şaşırttı. Eğer “İyi Akşamlar” ekibi açılıştan önce kendi inisiyatifleriyle gelip salonu, sahneyi ve binayı görüntülemeseydi, Türkiye’de böyle bir salonun varlığından, böyle bir salonun sanatseverlerin hizmetine sunulduğundan kimsenin haberi olmayacaktı.

Açılış konserleri organizasyonunda en çok başımızı ağrıtan, davetiyelerin hazırlanması ve dağıtılması oldu. Sonuçta, en çok titizlenerek yerine ulaşmasını istediğimiz davetiyeler, nasıl olduysa oldu yerlerine ulaşamadı ve bize alınanlara kendimizi nasıl affettireceğimizi bilemez duruma geldik. Yok olan davetiyeleri kimler yok ettiyse bilsinler ki dünya ahret iki elim yakalarında olacaktır.

Bu yazıyı ufak bir çuvaldız bölümüyle bitirmek istiyorum. Festival Strings Lucerne, programda “Festival Spings Lucerne” yani Lucerne Festival Yaylı Çalgıları yerine Lucerne Festival Kaplıcaları olarak çıkmıştı. Bir başka gafımız da Ayla Erduran’ın biyografisinde karşımıza çıkıyordu. “1936’da İstanbul’da doğan Ayla Erduran beş yaşında çalmaya başladı…”diye başlıyordu ilk cümle. Beş yaşında ne çalmaya başlamıştı acaba Erduran?

Son olarak açılış hafta sının favorilerine değinmek gerek. İdil Biret’den başka Sovyet kemancı Oleg Kagan ve Tovy Lifshitz yönetimindeki Letonya-Riga Oda Orkestrası, özellikle çağdaş besteci Alfred Schnittke’nin keman, yaylı çalgılar ve klavsen için sonatında dinleyiciyi büyülediler. Bir başka favori de hiç kuşkusuz Heinrich Schiff-Ayşegül Sarıca resitali idi. Bu konser için Ankara Devlet Konservatuarı’ndan bir grup öğrenci İstanbul’a gelmişti.

 Kültür ve Turizm Bakanlığı Devlet Halk Dansları Topluluğu ise disiplinli, özverili ve son derece uygar çalışma düzenleri yanında profesyonel sahne kişilikleri ile hepimizi çok etkiledi. Onları ve yöneticilerini candan kutlarım.