30 Mayıs 2010 Pazar

KRZYSZTOF PENDERECKİ


FİLİZ ALİ


1987 yılında o zamanki adıyla Uluslararası İstanbul Festivali’ne gelen Polonyalı besteci Krzysztof Penderecki ile Cumhuriyet gazetesi için bir söyleşi yapmıştım. Söyleşi 26 Haziran 1987 tarihinde Cumhuriyet’te yayınlanmıştı. Yazı bugün de güncelliğini koruyor.
Ağustos 1987 Hilton Oteli
Çağımızın en önemli bestecilerinden Krzysztof Penderecki, Krakow Filarmoni Orkestrası ve Korosu’yla ayağımıza kadar geldi. Her ne kadar Uluslararası İstanbul Festivali yöneticileri ile çağdaş müzikle epey tanışıklığı olan kulunuz bu olayın önemini çeşitli vesilelerle ve her dakika adeta kurulmuş gibi İstanbullu müzikseverlere inandırmaya çalıştıksa da, biletler bir türlü satılmıyordu. Kendi kızım bile mırın kırın etmekteydi. Ama mucizeler ülkesi Türkiye’de üzerine gidildi mi yapılmayacak iş yok. Allem edildi, kallem edildi, çeşitli yöntemlerle konser akşamı Spor ve Sergi Sarayı’nın dörtte üçü doldurulmuştu. Gelen dinleyicinin bir bölümü belki de ne dinleyeceğinin ayırdında değildi başlangıçta, ancak Penderecki’nin Requiem’i bittiğinde koca salon alkışlar ve bravo sesleriyle inlemektedi.

Penderecki ile iki gün üstüste epey ayrıntılı ve eğlenceli geçen konuşmalarımızda Requiem’den çağdaş müziğin bugünkü gelişmelerine, Polonya’nın içinde blunduğu durumdan Türkiye’nin içinde bulunduğu duruma, müzik dünyasının kulis dedikodularından, Polonezköy’ün kaderine kadar akla gelebilecek her konuda, her taşı kaldırarak sohbet ettik. Penderecki, Almanca, Fransızca ve İngilizce’yi çok iyi konuşuyor. Rahat, kasıntısız, her konuya ince bir espri ile yaklaşan, cin gibi zeki, “ben büyük besteciyim” havalarına hiç girmeyen bir insan.

“Beş bin nüfuslu Debica kasabasında büyüdüm. Babam avukat, dedemse banka memuruydu. Müzikle pek alışverişleri yoktu. Kasabada o zamanlar (besteci 1933’de doğduğuna göre 1930’lardan, 40’lardan söz ediyor) bir orkestra, üç de bando vardı, ama beni en çok kilisedeki müzik etkilemiştir çocukluğumda. Babamın müşterilerinden biri bana bir keman armağan etmeseydi belki müzisyen filan olmayacaktım. Keman gelince ders almaya başladım. Bestecilik merakım da kemanla birlikte gelişti. Bach çalıyorsam Bach gibi, Mozart çalıyorsam Mozart gibi besteler yapardım. Sonra Krakow’a üniversiteye gittim. Felsefe, edebiyat ve mimariye merakım vardı. keman ve teori dersleri almaya Krakow’da da devam ettim. Baktım ki özel dersler yeterli değil, üniversiteyi bırakıp konservatuara girdim. iki yıl konservatuarda, dört yıl da müzik akademisinde okudum.”

-Siz müzikte yeni bir dil yaratan 20. yüzyıl bestecilerindensiniz, yeni dil arayışlarına nasıl girdiniz?

“Aslında biz Polonya’da 1956’ya kadar dünyaya kapalı yaşadık. Dünyada ne olup bitiyor haberimiz bile yoktu. Kilise müziği de yasaktı. Kendi diliizi kendimiz yaratmamız bu bakımdan bir zorunluluktu. Ben ilk kez batıya gitme iznini 1959’da aldım. Bir yarışma kazandım ve cebimde 150 dolarla İtalya’ya gittim, iki ay dolaştım İtalya’yı. Hâlâ müzikten çok mimariyle ilgilenmekteydim. Schönberg, Berg ve Webern’in Viyana Okulu, on-iki ton sistemi ve atonaliteden haberim yoktu. Yani bir bakıma dünyadan haberim olmadan besteciliğe başlamanın yararı da oldu denebilir. Hiçbir yeni akımın etkisinde kalmadan, kendi kişiliğimin özgünlüğünü korudum ve bu sayede yeni bir dil bulabildim.

-Darmstadt ekolü, dolayısıyla Stockhausen ve Boulez’le tanışmanızdan sonra besteciliğinizde herhangi bir değişme oldu mu?

“Besteciler, 1960’lı yıllarda Darmstadt’a Mekke’ye Hacca gider gibi giderlerdi. Ben de aynı duygularla gittim Darmstadt’a. Aa, bir de baktım ki olay hiç de öyle büyütüldüğü gibi değil. Bence müzik sadece yetenekliler tarafından yapılmalı. Boulez, Stockhausen gibi besteciler, müziğin özüne değil yapısına önem veriyorlar. Müzik matematik değildir. Matematikle ilişkisi vardır ama müzikte ses, doku ve biçim önemlidir. Tabii insan gençken her şeyi inkâr etmeye pek meraklıdır. Ben de 1960’lı yıllarda geçmişi inkâr etmiştim. Geçmişler bağlarımı koparmış gibiydim. Şimdi ise geçmiş çok önemli benim için. Eski formları kullanıyorum. Tonaliteye geri döndüğümü söyleyenler ve beni kınayanlar var. Tonalite, devamlı tansiyon demektir. Çözülme ve rahatlama gereklidir müzikte. Tonaliteye değil, sese döndüm diyelim. Yani tek sesle (unison) başlayıp, o sese üçlüsünü, beşlisini, yedilisini, onlusunu, onyedilisini, vb. eklemek, ses örgüsünü dokumak, sesin olanaklarını araştırmak tonaliteye dönmekse, evet döndüm. Şimdi ‘diletant’lar çağında yaşıyoruz. Bestecilerin çoğu da ‘diletant’, yani sadece hevesli. Klasik eğitime önem verilmediğinden, armoni ve kontrpuan eskisi gibi ciddi çalışılmadığındani her hevesli kendini besteci zannediyor. Kötü besteciler ve onların kötü eserleri yüzünden çağdaş müzik sevilmiyor. Kötü bestecilerin iyi ilişkileri, yani ‘connection’ları olabiliyor tabii. İlişkilerle yürüyor kötü bestecilerin kötü kariyerleri.”

-Eskiden de ilişkiler önemli değimiydi bir besteci için?

“İyi ilişkiler daima önemli olmuştur müzikte. Ancak besteci yetenekli ve usta olmak zorundaydı eskiden. Bach, her Pazar günü ayin için bir Kantat yazmak durumundaydı, ustalık ister her hafta bir Kantat yazmak. Şimdi ise öyle bir zorunluluğu yok bestecinin. Herkes bir tek şeyin uzmanı. Kimi başparmak uzmanı örneğin, öteki parmaklardan anlamam diyor. Eskiden besteci her çalgıyı çalmak zorundaydı. Şimdi hiçbir çalgı çalmayan besteciler çoğunlukta.

-Gelelim Requiem’e. Requiem’in öyküsünü anlatır mısınız?

“Requiem, ölüler için duadır biliyorsunuz. 1970’de Gdansk’ta olaylar çıkmış ve işçiler ölmüştü. 1980’de Dayanışma Sendikası, ölen işçilerin anısına bir anıt yaptırdı Gdansk’ta. Lech Walesa bu anıtın açılış töreninde çalınmak üzere benden müzik yazmamı istedi. Lacrymosa böyle bestelendi. Requiem, Lacrymosa’dan doğdu diyebilirim. Eski formları ve yazı tekniklerini kendime göre yorumlayarak uyguladım Requiem’de. Eski bir Polonya halk şarkısını da Cantus Firmus olarak kullandım.”
Penderecki, müzisyenliği, hele besteciliği seçmenin günümüzde büyük özveri istediğini anlatırken de şöyle diyordu:
“Polonya’da bir klarinetle bir otomobil aynı fiyata satılıyor. İkisi arasında seçim yapmak durumunda olan genç, yüzde doksan arabayı tercih ediyor tabii. Artık kasaba bandoları, şehir bandoları da yok.”

29 Mayıs 2010 Cumartesi

SEVDA-CENAP AND MÜZİK VAKFI


FİLİZ ALİ

Sevda ve Cenap And’ın Kavaklıdere’deki evleri 1950’li yılların Ankara’sında çöl ortasında bir vaha idi. Çorak Ankara’nın cılız akasya ağaçları bir türlü büyüyüp caddeleri gölgeleyemezken And’ların bahçesi yemyeşil ağaçları, rengârenk çiçekleri, rüstik mimarisiyle bir İsviçre kır evini andırırdı. Evin sahipleri de sıra dışı insanlardı. Hiç seslerini yükseltmeden konuşan, büyük-küçük, önemli-önemsiz insan ayırımı yapmadan her bireye eşit derecede nazik ve ince davranan eşi menendi görülmemiş insanlardı And’lar. Sevda Hanım, Cumhuriyetin ilk milletvekillerinden Tunalı Hilmi Bey’in kızıydı.

Tunalı Hilmi Bey, 1923 yılında meclisten kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınmasını isteyen ve tepki almasına rağmen meclis kürsüsünden Hanım Paşa görmek istediğini bildiren kişidir. Böyle bir babanın kızıydı Sevda Hanım. Annesinin İsviçreli olduğunu yıllar sonra öğrendim. Cenap Bey ile İsviçre’de tanışmış ve 1928 yılında evlenmişler. Cenap Bey ise genç Cumhuriyet’in yurt dışında inşaat mühendisliği, ticaret ve iktisat eğitimi gören ilk işadamlarından biriydi. 1929 yılında Sevda Hanımla birlikte Kavaklıdere yamaçlarında satın aldıkları bağlar üzerinde ilk Türk özel şarap üretim tesisini kurdu.

1940’lı yıllarda And’lar müzik sevgilerini aktif bir çabaya dönüştürerek Adnan Saygun’un öncülüğünde kurulan ve ilk üyeleri arasında felsefe profesörü Nurettin Şâzi Kösemihal, piyanist Mithat Fenmen, sanat tarihçisi-yazar- çevirmen Sabahattin Eyüboğlu, eğitimci Halil Vedat Fıratlı ve kemancı Licco Amar’ın da bulunduğu Ses ve Tel Birliği’ne katıldılar. Birliğin en büyük destekçisi oldular ve en önemlisi evlerini bir müzik mabedi gibi müzisyenlere açtılar.

1950’li yılların en unutulmaz konserlerini bu evde dinlemiş, dünyaca ünlü solist ve orkestra şefleriyle bu evde tanışmış, sohbetler etmiş, Ankara’nın kalburüstü sosyetesi, devlet erkânı ve diplomatlarla birlikte ilk kez Kavaklıdere şaraplarını bu evde tatmıştım. Ankara Devlet Konservatuar’ından mezun olacağım yıl, Sevda Hanım, mezuniyet sınavına iyi bir konser piyanosunda hazırlanmam gerektiğine karar vererek, her gün öğlene kadar salonunu bana tahsis etmişti. İki saat çalıştıktan sonra dinlenme molası vermeme ve bu molada portakal suyu, süt ve büsküi ile beslenmem gerektiğine yine Sevda Hanım karar vermişti. Ne yazık ki Sevda Hanım mezun olduğumu göremeden trajik bir trafik kazasına kurban gitti. Evinin önünden karşıya geçmek isterken ona çarpan bir otomobilin kurbanı oldu.

Eşinin ölümü Cenap Bey’i çok sarsmıştı. Artık müzik tek yaşam nedeniydi. Ölen eşinin adını yaşatmak ve ülkemizde evrensel çok sesli müziğin yaygınlaşması, benimsenmesi ve geliştirilmesi amacıyla 1965 yılında Sevda-Cenap And Müzik Tesisi’ni kurdu. Sevda Hanım’ın ölümünden on yıl sonra eski Milli Eğitim bakanlarından Avni Başman’ın kızı Cevza Başman’la evlenen Cenap Bey, yeni eşiyle müzik sevgisini paylaşabilme mutluluğuna erişmişti. 1973 yılında varlıklarının büyük bir kısmıyla Sevda-Cenap And Müzik Tesisi’ni vakfa dönüştürdüler. Cenap And 1982 yılında ölünce müzik misyonunu devam ettirmek Cevza Hanım’a düştü. Cevza Hanım, gerçekten de eşinin ideallerini geliştirerek Uluslararası Ankara Müzik Festivali’ni düzenlemeye başladı. Vakfa uluslararası bir nitelik kazandıran Cevza And, vakfın 15. yıl kutlama töreninin düzenlendiği gün olan 6 Aralık 1988’de yaşama veda etti.

Cevza And’ın ölümünden sonra Kavaklıdere Şarapları Anonim Şirketi’nin Yönetim Kurulu Başkanlığı ve Sevda-Cenap And Vakfı başkanlığı görevini Cevza Hanım’ın kardeşi Mehmet Başman yürütmeye başladı. Vakfın müzik etkinlikleri her geçen yıl daha da yaygınlaşarak devam ediyordu. 1989 yılından başlayarak vakıf, müziğe olağanüstü katkıları olan bir kişiye her yıl Vakıf Onur Ödülü vermeyi kararlaştırdı. İlk altın onur ödülü madalyası 1989 yılında sanat tarihçisi ve müzikbilimci Cevat Memduh Altar’a verildi. 1990’da ödülü ünlü besteci Ahmet Adnan Saygun, 1991’de rahmetli besteci Ulvi Cemal Erkin, 1992’de yine Türk Beşler’inden Necil Kâzım Akses, 1993’de besteci ve eğitimci İlhan Usmanbaş ve 1994’de dünyaca ünlü opera sanatçımız soprano Leyla Gencer aldılar. 1995 ile 2009 arasında Türk Beşleri, Cemal Reşit Rey ve Hasan Ferit Alnar’ın aldıkları ödüllerle tamamlandı. Türkiye’nin ilk konser piyanisti Ferhunde Erkin’e ödül 1999 yılında verildi. İdil Biret’le Suna Kan 1996’da, Ayla Erduran 2006’da, Gülsin Onay 2007 yıllarında ödüllendirildiler. Genç yaşta kaybettiğimiz besteci Ferit Tüzün 2000, orkestra şefi Hikmet Şimşek 2002, bas Ayhan Baran 2004, kardeşi besteci İlhan Baran 2009 ve besteci Nevit Kodallı 1997 yıllarında bu ödüle değer görüldüler. Ödülün 2005 yılında İhsan Doğramacı’ya verilmesi kimileri tarafından eleştirildi. Ancak eğitimciliği tercih edip kendi kariyerini arka plana atan piyanist Kamuran Gündemir’e 2001’de ve uzun yaşamı boyunca büyük bir özveri ile müzik öğretmenleri yetiştiren besteci Faik Canselen’e 2003 yılında ödül verilmesi kadir şinaslık göstergesi olarak herkes tarafından onaylandı. Böylece uluslararası müzik dalında ödül geleneğini başlatan ilk kurum Sevda-Cenap And Vakfı oldu.

Bu yazının bir bölümünü 1995 yılında Esquire dergisinde yayınlamıştım. Yazının son paragrafı şöyleydi: “Öte yandan Sevda-Cenap And Vakfı ile Kavaklıdere Şarapları arasındaki ilişki Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk sanat ve iş dünyası ilişkisi olarak çok öenmlidir. Kavaklıdere Şarapları Anonim Şirketi’nden çok daha büyük şirketlerin sanata, özellikle müziğe neredeyse hiç katkıları olmadığı gerçeğinden yola çıkacak olursak belki de her geçen yıl artan etkinlikleriyle kamuoyunun dikkatini çeken bu vakfın iş dünyasının devlerine de örnek olacağını umut edebiliriz.”

Bugün 1995’teki temennimin bir ölçüde gerçekleşmiş olduğunu görerek mutlu oluyorum. Örneğin, Borusan Holding gibi bir büyük şirket müziğe yaptığı yatırımlar ile prestij sahibi olabiliyor. Benim de sözünü ettiğim örnek işte böyle bir örnekti. Tabii ki tek bir örnek yeterli değil. Devlet’in üç yıldır el sürmediği AKM binasının akıbeti hakkında bugüne kadar iş dünyasından bir ses çıkmamış olması, bir baskı grubu oluşturulmamış olması henüz iş dünyasının sanata, kültüre ve özellikle müziğe olmazsa olmaz mantığı ile bakamadığının bir göstergesi. İşte bu yüzden altmış yıl öncesi Ankara’da Kavaklıdere’de atılan temelin ne kadar değerli olduğunu tüm müzikseverlerin bilmesinde yarar var.

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Cemal Reşit Rey


3 Ekim 1990 Cumhuriyet

Beş yıl önce 7 Ekim 1985 gecesi aramızdan ayrılan Cemal Reşit Rey, çoksesli müzik tarihimizin öncülerinden biri, hele hele İstanbul müzik yaşamının yaratıcısı, itici gücü, beyni ve dinamosuydu.
Cemal Reşit Rey 19 yaşında (1923) İstanbul Belediye başkanı Halit Ziya Uşaklıgil’in çağrısı üzerine Paris’ten İstanbul’a dönerek yeni kurulan İstanbul Belediye Konservatuarı’nda piyano ve kompozisyon dersleri vermeye başladı. 1938’de ünlü piyanist Alfred Cortot’ya eşlik edebilmek amacıyla konservatuar öğretmen ve öğrencilerinden oluşan bir orkestra kurdu ve böylece bugünkü İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’nın ilk tohumları atılmış oldu. 1941’de İstanbul Belediye Konservatuarı Yaylı Çalgılar Orkestrası’nı kuran Cemal Reşit Rey, 1944’de bu orkestra ile “Konservatuar Konserleri” adı altında düzenli konserler vermeye başladı. 1945’te İstanbul Şehir Orkestrası’nı, 1946’da İstanbul Filarmoni Derneği’ni kurdu.

Sözün kısası Cemal Reşit Rey 44 yaşına geldiğinde Scénes Turques, Bebek Senfonik Şiiri, 1. Piyano Konçertosu, Enstantaneler, Lüküs Hayat, Deli Dolu, Saz Caz, 1. Senfoni, Onuncu Yıl Marşı, Yedek Subay Marşı gibi besteleriyle hem klasik hem popüler hem de “milli” bir besteci olduğunu kanıtlamış, yetiştirdiği öğrencilerle pedagoji yeteneğini, orkestra ve filarmoni derneği kurarak girişkenliğini, orkestra şefi ve piyanist olarak da bilfiil müzisyenliğini kanıtlamıştı. Bütün bu saydıklarımız da yetmezmiş gibi 1938-40 yılları arasında Ankara Radyosu Batı Müziği Yayınları Şefliği, 1948-50 yılları arasında da İstanbul Radyosu Müzik Yayınları Şefliği yapan Cemal Reşit Rey’in gençlik ve orta yaşlılık yılları çok parlak geçmişti.

Cemal Bey’in ailesi köklü bir Osmanlı ailesiydi. Babası ve annesini, ailesinin öteki fertlerini anılarında şu sözlerle anlatıyordu Cemal Reşit: “Kudüs’te doğduğum sıralarda (15 Ekim1904) pederim o bölgenin mutasarrıfı idi. Mülkiye Mektebi mezunu olan pederim 14 sene Sultan Hamid’in mabeyn kâtipliğini yapmıştı. Validemin babası Sadrazam Ethem Paşa’nın üçüncü oğlu Mustafa Bey’dir. Ethem Paşa’nın dört oğlu olmuştur. Bunlardan ikisi güzel sanatlarla yakından ilgiliydi. Büyük oğlu meşhur ressam Hamdi Bey’dir (Müzeci Osman Hamdi Bey). Edebiyat-ı Cedide şairlerinden olan pederim Ahmet Reşit’in (H. Nâzım müstear adını kullanırdı) dört çocuğu olmuştur. Bunların hepsi de güzel sanatlara yakından bağlıdır. Validem bizzat çocukluğundan beri gayet güzel piyano çalarmış. Çocukluğunda İstanbul’da Liszt’in bir talebesi olan piyanist Devlet Efendi ile çalıştığını bilirim.”

Cemal Reşit Rey, 1968 yılında geçirdiği kalp krizine kadar besteci, orkestra şefi, piyanist, öğretmen ve İstanbul müzik yaşamının itici gücü olarak çok faaldi. 1947 ile 1968 yılları arasında Atina, Napoli, Roma, Paris, Belgrad, Üsküp, Zagreb, Ljubliana, Madrid, Tel Aviv, Sofya, Bükreş, Varna, Filibe, Floransa, Yaş, Braşov, Viyana, Varşova, Linz gibi sayısız kette eserleri çalındı, orkestralar yönetti ve solist olarak konserler verdi.
Sözün kısası yurt içinde olduğu kadar yurt dışında da tanınan, değeri tartışılmaz üstünlükte bir müzik insanı, bir büyük kişilikti Cemal Reşit Rey. Ancak her ne hikmetse kendisine “Devlet Sanatçısı” unvanı 1981 yılında, yani 77 yaşına geldiğinde layık görüldü.
Ölümünden dört yıl sonra adı İstanbul Belediyesi tarafından inşa ettirilen konser salonuna verilerek Türkiye’nin bu en İstanbullu bestecisine, İstanbul Belediyesi’ne 1923 yılından başlayarak uzun yıllar hizmet etmiş olan bu müzik gönüllüsüne layık olduğu ilgi yine İstanbul Belediyesi tarafından gösterilmiş oldu.

4 Mayıs 2010 Salı

OPERA DÜNYASININ SON DİVASI LEYLA GENCER DE ÖLÜMLÜYMÜŞ MEĞER…
1928-2008


FİLİZ ALİ

Bazı insanların öleceği hiç aklınıza gelmez. Ne kadar “kendimi iyi hissetmiyorum, hakikaten hiç iyi değilim” de deseler siz hastalığı ya da ölümü yakıştırmazsınız onlara. Zaten en sağlıksız, en halsiz anlarında bile “hadi sahneye çıkıyorsun” dendiğinde birden canlandıklarına, büyük bir titizlikle sahne için hazırlandıklarına, sonunda sahneye adım atar atmaz etraflarına parlak bir enerji halesi yaydıklarına kaç kez tanık olmuşsunuzdur.

İbrahim ve Leyla Gencer'in bu fotoğrafını Kasım 1988 de Milano'daki evlerinde çekmiştim. Leyla Hanım'ın arkasındaki duvarda onun ölümsüzleştirdiği rollerden biri olan Marie Stuart'ın bir tablosu görünüyor.


Leyla Gencer’i bundan yaklaşık 50 küsur yıl önce ilk kez tanıdığımda Ankara Devlet Konservatuarı’nda öğrenciydim. Sınıf arkadaşım piyanist Alp Ulusoy, Leyla Hanımın akrabasıydı. Birlikte Atatürk Bulvarı’ndaki çatı katına çaya gitmiştik. Leyla’nım o zamanın Ankara Operası sanatçılarından hiçbirinin hayatına benzemeyen bir hayat tarzı sürdürüyordu kocası İbrahim Bey’le. İstanbul’dan Ankara operasına gelip, kısa bir süre sonra başroller oynamaya başlaması opera kulislerinde kıskançlık krizlerine ve bol dedikodulara malzeme olmaktaydı. Güzelliği, görgüsü, dil bilmesi, kendini daha o zamanlar bir kraliçe gibi taşıması ve her şeyden önemlisi sahne üzerindeki başarısı onu zamanın opera sanatçılarından ayırıyor, farklı kılıyordu.

Zaten Leyla Gencer’in Ankara Operası macerası 1950-55 arası sadece birkaç yıldır. O, opera sanatının 2. dünya savaşı sonrası yaşanan büyük patlama döneminde, Maria Callas, Renata Tebaldi gibi yıldızların yaratıldığı pırıltılı ortamda İtalya’ya gitmiş ve müthiş bir rekabet dünyasında kendini kabul ettirmişti. Gencer’in opera kariyerine tarafsız bir gözle baktığımızda cesaretine, sebatkârlığına, çalışkanlığına, gururlu duruşuna bir kez daha hayranlık duyarız.

Gencer, opera dağarının yeni ve keşfedilmemiş alanlarına girme riskini göze almasıyla da dikkat çeker. Ses tekniğine birinci derecede önem verir. Sesini bir enstrüman gibi çalıştırdığını, teknik sağlam olmadan doğru ifadeye varılamayacağını her fırsatta tekrar eder. Onun için “sesim yorulur, kısılır, aman tam ses söylemeyeyim” gibi kısıtlamalar geçerli değildir.

Sahne büyüsüne sahip olarak dünyaya gelmiş ender fanilerden biridir Leyla Gencer. Sahnede göründüğü anda seyirciyi avucunun içine alabilen, hem sesini kullanışı, hem kusursuz yorumu hem de yarattığı kişi ile özdeşleşmesi onu aynı zamanda birlikte çalıştığı orkestra şefleri ve rejisörlerin de gözdesi yapar.

Büyük plak firmalarının desteği olmadığından sahne üzerinde yarattığı, canlandırdığı ve seslendirdiği sayısız rolün ses ve görüntü kayıtları hep korsandır. Adı etrafında zaman içersinde gizemli bir efsane oluşur. Korsan kayıtlar kapışılır, dünyanın en ücra köşelerine kadar yayılan Leyla Gencer hayranları ağı gerçekleşir.

Türkiye müzik dünyasının Leyla Gencer’i kabul etmesi epey gecikmişti. Ona hak ettiği önemi vermemiz ne yazık ki hayatının son dönemine rastladı. Ama o, memleketine hep sadık kaldı, küsmedi, gençlere evini, kucağını açtı, bilgilerini aktarmaktan kaçınmadı. Türk adını dünyada gururla taşıyan ender insanlardan biriydi Leyla Gencer, onu hep hayranlık ve sevgi ile anacağız.

(Bu yazı Leyla Gencer’in ölümünden sonra Milliyet Gazetesi’nde yayınlandı.)