19 Ekim 2022 Çarşamba

LEYLA GENCER

 

Cumhuriyet Gazetesi 8 Mart 1989


Devlet Sanatçısı Soprano Leyla Gencer’in Donizetti Seminerleri

Devlet Sanatçısı Soprano Leyla Gencer, Şubat ayı içinde İstanbul Devlet Opera ve Balesi sanatçıları için iki hafta süren bir “Donizetti” semineri verdi. Bilindiği gibi Leyla Gencer, Tebaldi, Callas, Monserrat Caballe, Beverly Hills, Joan Sutherland gibi ikinci dünya savaşı sonrası müzik dünyasının kalburüstü opera sanatçılarından biridir. İşin garibi, yukarıda sıraladığımız adların hemen hepsi aynı yıllarda dünya sahnelerinde parlamışlardı. 1950-60 ve 70’li yıllarda da süren ünlerini, yaptıkları sayısız plakla tarihe mal eden bu şarkıcılardan sadece biri, Leyla Gencer, asıl dünya çapında ününü 80’li yıllarda, yani artık opera sahnelerinden ayrıldıktan sonra kazandı.

30 yılı aşkın sahne hayatı boyunca hiç stüdyo kaydı yapmayan Leyla Gencer’in sahnede, temsil sırasında yapılmış korsan kayıtları birer ikişer plak olarak piyasaya çıkmaya başlayınca, onu sahnede hiç görmemiş, duymamış olan yeni hayranlar kuşağı oluştu. Hayranlardan bazıları Leyla Gencer efsanesine kendilerini öyle bir kaptırdılar ki Avrupa ve Amerika’daki radyo arşivlerinde Leyla Gencer kayıtları aramaya koyuldular. Buldular da. Böylece hatırı sayılır bir Leyla Gencer diskografisi oluşmaya başladı.

Leyla Gencer’in sanat anlayışındaki en önemli noktalardan biri daima riskli ve zor olanı seçmesiydi. Örneğin Gencer’in bir haftada koskoca bir operayı öğrenip sahneye çıktığı ve müthiş başarı kazandığı artık bilinen öykülerden biridir. 19. Yüzyılda yazılıp, sonradan şarkıcılar açısından çetin zorluklar taşımaları nedeniyle rafa kaldırılmış pek çok operayı 20. Yüzyılda ilk kez Leyla Gencer yeniden canlandırmıştı. Donizetti’nin “Anna Bolena”, “Caterina Cornaro”, “Lucretia Borgia”, “Maria Stuarda”, “Roberto Devereux” operalarındaki kraliçe rollerini canlandırmasındaki üstün başarı sonucu “La Regina Turca”, yani Türk Kraliçesi lakabı takılan Leyla Gencer^, “soprano agilita” ya da “dramatik koloratur” sesler için yazılmış bu zor rolleri müthiş bir ustalık, duyarlık ve dramatik güçle seslendirmişti.

Onu sahne de görmemiş olup da plaklarını ve tek tük de olsa altın değerindeki filmlerine rastlayıp Leyla Gence tiryakisi olanların sayısı hızla arttıkça, onu tanımak, dinlemek, ondan bir şeyler öğrenmek isteyenlerin de sayısı artıyor dünyada.

Leyla Gencer, son yıllarda hem İtalya’da hem de Fransa’da Donizetti, Bellini ve Rossini seminerleri yaptı. Bu seminerleri şimdiye kadar İtalyanca ve Fransızca veren sanatçı, İstanbul’da 30 yıldır ilk kez topluluk karşısında kendi dilinde konuşma yapacağı için önceleri biraz heyecanlıydı. Seminer metinlerini titizlikle Türkçeye çevirdi, bir dostunun yardımıyla metin üzerinde epey çalıştı. Ancak, seminerler sırasında anlaşıldı ki, Leyla Hanım’ın hiç heyecanlanmasına gerek yokmuş. Zira o, Türkçeyi çoğumuzdan daha iyi anlaşılır temizlikte, yeni terimleri, sözcükleri hiç yadırgamadan ve yadırgatmadan çok akıcı bir dille konuşuyor, konuşmasını sık sık anekdotlarla, anılarla süslüyor ve renklendiriyor.

Gencer, Donizetti operalarının müziğini, konularını, karakterlerin işlenişini, karakterlerle müzik arasındaki bağlantıları inceleyip, anlatırken, o denli sarmalayıcı oluyordu ki konu ile hiç ilgisi olmayan biri bile olsanız, sırf Leyla Gencer’in çekiciliğine kapılıp birinci sınıf müzik meraklısı kesilirdiniz.

Leyla Gencer, Donizetti’nin tüm operalarını tek tek incelediği bu seminerlerde, operaların erkek, kadın bütün rollerini açıklamalı, örnekli ve taklitli olarak tanıttı katılanlara. Zaman zaman karşılıklı sohbet havasında süren seminerlerde Leyla Gencer, operamızda görevli sanatçıları da dinleyerek yorum, teknik ve stil konularında onlara yardımcı oldu, büyük bir sabırla bazen tek bir cümle üzerinde uzun uzun durarak en iyi, en doğru yorumu aradı.

Leyla Gencer’in bu seminerleri keşke TRT televizyonu tarafından hiç olmazsa arşiv amacıyla banda alınsaydı. Çünkü müzisyen olalım, olmayalım, hepimizin bu olağanüstü insandan öğreneceğimiz çok şey var.

https://www.youtube.com/watch?v=4kFbgitnQ9k 

1991 TRT Devlet Sanatçısı Leyla Gencer belgeselinde IDOB’da verdiği Rossini seminerinden bir kesit görüntüleniyor.

11 Ekim 2022 Salı

2020'de Pertevniyal Lisesi Edebiyat Dergisinde çıkan Sabahattin Ali Yazısı

 

SABAHATTİN ALİ VE ESERLERİ

FİLİZ ALİ

2020 Ocak İstanbul

2007 yılında babam Sabahattin Ali’nin doğumunun 100. Yıldönümü dolayısıyla Bilgi Üniversitesi  Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü tarafından düzenlenen toplantıda yaptığım konuşmada, “doğumunun 100. yılında babamın hem eserleri hem de hayatıyla yeniden gündeme gelmesi bende bir geç kalmışlık duygusu uyandırmış olmakla birlikte, yine de onu anımsayan her bireye minnettar olduğumu”  belirtmiştim.

2007 yılında doğumunun 100.  Yıldönümünde özellikle Kuyucaklı Yusuf, Kürk Mantolu Madonna ve İçimizdeki Şeytan romanlarının ciddi edebiyat meraklısı okuyucuları tarafından tanınması ve okunması  önemliydi. Zira, babamın ölümünden sonra, yani 1948’den 1965’e kadar kitaplarının hiçbiri Türkiye’de yayınlanmamıştı. Ne gariptir ki aynı yıllarda eserleri o zamanki demir perde ülkeleri dillerine, yani Bulgarca, Romence,  Sırpça, Lehçe, Çekçe ve Rusça’ya çevrilmekteydi.

Sabahattin Ali’nin Batı Avrupa ve Amerika tarafından keşfedilmesi daha zaman alacaktı. 1965 yılından sonra Varlık Yayınlarında çıkan tüm eserleri, o sıralarda Türkoloji’ye merak saran bazı Amerikalı ve Alman çevirmenlerin ilgisini çekmiş ve kimi öyküsü hem İngilizce hem de Almanca antolojilerde, edebiyat dergilerinde yer almıştı.

Doğumunun 100. yılında İçimizdeki Şeytan romanı Ute Birgi-Knellesen tarafından  Der Dæmon in uns adıyla Almancaya çevrildi. Sabahattin Ali’yi ve bu kitabı Alman okuyucusuna tanıtmak için Freiburg, Karlsruhe, Essen ve Heidelberg’de yapılan toplantılarda babam anıldı, Joachim Sartorius gibi çok önemli bir kültür adamı bu toplantılardan birinde kitabı ve yazarı inceleyen bir konuşma yaptı. Ute Birgi, ertesi yıl Kürk Mantolu Madonna’yı Die Madonna im Pelzmantel adıyla Almanca’ya çevirdi.

Yine 2007’de Fransa’da “Le serpent a plumes” yayınevi Kürk Mantolu Madonna romanını Fransızca olarak yayınladı. İçimizdeki Şeytan, Le diable qui est en nous adıyla, Kuyucaklı Yusuf  ise Yusuf le taciturne adlıyla yine aynı yayınevi tarafından ertesi yıl yayınlandı. Bu tarihten itibaren babamın her üç romanı da Almanca ve Fransızca’ya çevrilmiş oldu.   

Sabahattin Ali’yi 2007 yılında ilk hatırlayanlar şimdiki adı Ardino olan Eğridere’li Türklerdi. Babamın babası, 1907’de o zamanlar Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde olan Eğridere’nin Karargâh kumandanı Yüzbaşı Ali Selahattin Bey’di. Babam, Selahattin Bey ile Hüsniye Hanım’ın ilk oğlu olarak Eğridere’de dünyaya geldi. Eğridere’liler Sabahattin Ali’nin hemşehrisi olmanın gururunu yaşatıyorlar, okullarında Sabahattin Ali’nin eserlerini hem Türkçe hem de Bulgarca okutuyorlardı.

Türkiye’de ise 2007 ilkbaharında Boğaziçi Üniversitesinde Prof. Dr. Nükhet Esen’in düzenlediği bir Sabahattin Ali toplantısı ve Beşiktaş Belediyesi Akatlar Mustafa Kemal Salonu’nda Faruk Şüyun’un düzenlediği bir anma gecesi yapıldı. 15 Nisan 2007’de Sabahattin Ali’nin bütün çocukluğunun geçtiği ve pek çok eserinde ölümsüzleştirdiği Edremit yerine Altınoluk Belediyesi tarafından yaptırılan Sabahattin Ali büstü ve anıtının açılışı gerçekleşti. Sonra Kazdağının eteklerindeki yukarı köyde, yani eski adıyla Papazlıkta koskoca kazanlarda davullu zurnalı keşkek dövüldü, bütün köye hayır yemeği verildi. Eğer babam yaşasaydı herhalde bu toplantıdan ziyadesiyle hoşlanacakt, eminim.  En mutlu olduğu zamanlar Kazdağı’nda tek başına dolaştığı, Yörük obalarını ziyaret ettiği zamanlardı. Onun bu duygularını anlamak için Hasanboğuldu öyküsünü okumak yeterlidir sanırım.

Sabahattin Ali, 100 yaşını geçtikten sonra popüler olan ender yazarlardan biridir. 2010’ların başından itiraberen Kürk Mantolu Madonna romanının her yıl artan bir merakla okunması, yıllarca çok satan kitaplar arasında birinci sıradan aşağı inmemesi, 1948 yılında 41 yaşında öldürülmüş bir yazarın, 2000’li yılların en popüler yazarları arasına girmesi herhalde bir mucize, tarihin garip bir cilvesi olmalıydı. Kürk Mantolu Madonna romanı birbiri ardına bütün Avrupa dilleri yanında Çince, Japonca, Arapça, Boşnakça, Hırvatça, Yunanca, Lehçe, Flamanca gibi dillere de çevrildi. Ama, asıl kıyamet kitabın İngilizce çevirisinin Penguin Classics dizisi içinde hard cover ile yani ciltli olarak yayınlanması üzerine koptu.

Kürk Mantolu Madonna’yı İngilizceye çevirmek Maureen Freely ve Alexander Dawe adlı çevirmenlere kısmet olmuştu. Penguin yayınevi, kitabı büyük bir kampanyayla tanıttı. Londra Metrosunun duvarları kitap kapağının büyük afişleriyle süslendi. Guardian, The Times, Daily Telegraph gibi önemli gazetelerde yazılar çıktı. Londra’dan İstanbul’a sırf benimle söyleşi yapmaya gazeteciler geldi ve Kürk Mantolu Madonna, İngiltere’de bu denli popüler olunca, 2017 yolında Penguin USA’da kitabı yepyeni bir kapakla Amerikan okuyucusuna sundu.  

Ne var ki 2019 yılında babamın öldürülmesinin üzerinden 70 yıl geçmiş ve ailesine ait olan telif hakkı serbest kalmıştı. 2019 yılı Ocak ayında birden Türkiye’deki tanınmış, tanınmamış bütün yayınevleri büyük bir hızla piyasayı yeni Sabahattin Ali kitapları ile doldurdular. Böylece Sabahattin Ali okuyucusuna iyilik değil, kötülük yaptılar. Çünkü, babamın uzun yıllar boyunca büyük bir özenle korunan telif hakkı, aynı zamanda onun eserinin büyük bir titizlikle yayınlanmasını, ailenin elindeki bütün belgelerin editoryel titizlikle yayına hazırlanmasını ve eserlerinin çok satanlar listelerinde yer almasını  sağlıyordu.

 

Benim için babamın öykülerinin çoğu romanlarından bile daha yoğundur. Çoğu öyküsü damıtılmış ve yoğunlaştırılmış birer romandır hatta. Onun için öykülerinin ihmal edildiğini ve hak ettikleri ilgiyi göremediklerini düşünürüm. Öykülerinin içerdiği görsellik hayranlık vericidir.

Örneğin: “Çumra kanalının suları Beyşehir Gölünden çıkarken su rengindedir; Konya ovasında kan renginde…” diye başlar Kanal öyküsü. Ya da: “ Bir tarla meselesi yüzünden Savrukların Hüseyin, Arkbaşında Sarı Mehmet’i vurdu” diye başlar Kağnı. Her iki cümle de tokat gibi afallatır okuyanı. Sahne gözünüzün önünde bütün gerçekliği ile canlanır.

Bir Skandal öyküsünün ilk cümlesi de: “Bir muallim olarak geldiğim şehir Orta Anadolu’nun bozkırlarında bir cilt yarası gibi intizamsız, karışık ve kirli uzanıyor, yayılıyordu.” Bu cümleyle öykünün nerelere gideceğinin işaretini daha baştan veriyordu yazar.

Şarkılarla bazı sahneleri anlattığı mektupları da beni hep çok duygulandırır. “Almanya’da Frolayn Poder ( yani Maria Puder, Kürk Mantolu Madonna) isminde bir hanıma ziyadesiyle âşıktım. O zamanlar ise Berlin’de şu “Deli Şarkıcı” filmi oynamıştı ve oradaki Sonny Boy şarkısı herkesin ağzındaydı… Sonra Berlin civarında Templin adında küçük bir kasabada bulundum. O zaman da bir foxtrot herkesin ağzındaydı. “In einem kleinen konditorei: bir küçük pastacı dükkanı”diye başlayan bir foxtrot. Pazar günleri kasaba civarındaki kır gazinosunda elli defa çalınır ve kocaman pabuçlu, iri parmaklı esnaf çırakları siyah elbiselerini düzelterek kırmızı yüzlü, ablak suratlı ve bulaşık yıkamaktan elleri bozulmuş hizmetçi kızları dansa kaldırırlardı.”

Ya da: “Konya Belediye Bahçesi’nde oldukça düzgün bir saz heyeti vardı ve bu heyette Muhsine isminde, bermutad memleket hovardalarının elbirliğiyle yangın oldukları bir kız vardı. Sesi hakikaten güzeldi. En hoşuma giden şarkısı da “Geçti Muhabbet demi/ Ağla gönül, yan gönül” diye bir şeydi. Sazın icra-i ahenk ettiği sarmaşıklı köşkte ayağa kalkar, vücudunu hafifçe ileri uzatıp başını yana büker, sarhoş ve yorgun gözlerini bütün bahçedekilerde dolaştırarak tatlı, çok tatlı bir sesle söylerdi: Geçti muhabbet demi/Ağla gönül, yan gönül”.

Sinop Hapishanesinden Ayşe Sıtkı’ya yazılan bu mektuplar da birer öyküdür başlı başına. Ne yazık ki babamın Aziz Nesin’e, Melahat Togar’a veya Pertev Naili Boratav’a yazdığı mektuplar alıcıları tarafından saklanmamış. Oysa babam kendisine gönderilen bütün mektupları, kartpostalları, fotoğrafları büyük bir titizlikle saklamış. Hayatıyla ilgili hiçbir belgeyi atmamış.

Öldükten sonra bütün bu belgelerin saklandığı tahta sandık bizimle birlikte o evden ötekine taşındı durdu. Annemin eski yazıdan yeni yazıya çevirdiği bazı mektupları ve belgeleri Atilla Özkırımlı ile hazırladığımız Sabahattin Ali kitabında yayınlamıştık. Hatta Ayşe Sıtkı’nın mektupları ilk kez bu yayında gün ışığına çıkmış ve Ayşe Sıtkı da sonunda babamın ona yazdığı mektupları İki Gözüm Ayşe adıyla yayınlamaya karar vermişti. Daha sonraki yıllarda Sevengül Sönmez, babamın anneme ve bana yazdığı mektupları Canım Aliye, Ruhum Filiz adı ile düzenledi ve kitap YKY tarafından yayınlandı.

Benim tanıdığım Sabahattin Ali ile bu mektuplarda hitap edilen genç Sabahattin Ali arasında dağlar kadar fark var. Mektuplarda arkadaşları tarafından sık sık sözü edilen hatta kendisinin de Bir Skandal öyküsünde kendini tarif ettiği gibi biri değildi benim tanıdığım babam. Ne diyordu orada: “Deli gibi yaşıyordum o zamanlar… Ve başka türlü yaşamak aklıma gelmiyordu. Etrafımdakileri hayrete düşüren bir zekânın imtiyazlarından istifade etmekten başka bir şey istemiyordum.”

Bir Skandal öyküsü Konya’da geçer ve Konya’daki o deli dolu Sabahattin Ali’nin başına hiç beklemediği bir felaket gelir. En yakın arkadaşları tarafından ihbar edilir ve kendini önce Konya sonra da Sinop Hapishanesinde bulur. Sanırım Sabahattin Ali’nin hem yazar, hem düşünce adamı, hem de kişi olarak değişimi bundan sonra başlar. Evlenmesi, çocuk sahibi olması ve Ankara Devlet Konservatuarı’nda Carl Ebert gibi dünya çapında bir müzik ve tiyatro adamı ile çalışmaya başlaması onun verimini arttıran öğelerdir.

Benim tanıdığım Sabahattin Ali, hem kendi çekirdek ailesine hem de akraba ve yakınlarına düşkün, geniş muhiti ve arkadaşları tarafından çok sevilen, hatta hayranlık duyulan, son derece neşeli, eğlenceli ve oyuncu biriydi. Sevgi dolu ama aynı zamanda prensipleri ve kuralları olan bir babaydı. Her yerde, her zaman tekrarladığım gibi beni hayata hazırlayan, bana bugün hâlâ sıkı sıkıya bağlı olduğum değerleri veren, sevgisini bugün bile taptaze hissettiğim, başım ne zaman sıkışsa bana öteki dünyadan yardım elini uzatan babam.

 

10 Eylül 2022 Cumartesi

CRR'nin İstanbul Belediyesi Konser Salonu Adı ile Açılış Haberi


Cumhuriyet Gazetesi 22 Mart 1989

İstanbul Konser Salonu’nun ( şimdi CRR) açılış gecelerinin ardından açılış maceraları

Filiz Ali

Neredeyse bir hafta süren İstanbul Konser Salonu açılışları kazasız belasız, hatta övünmek gibi olmasın ama epey görkemli bir biçimde sürdü ve bitti.

İstanbul Belediyesi Konser Salonu’nun macerası zaten başından beri alışık olmadığımız hızda ve tempoda cereyan etmekteydi. Salonun genel sanat yönetmenliğini kabul ettiğim 23 Ocak tarihinde bina henüz çıplak beton aşamasındaydı. Açılış 13 ya da 14 Mart olarak kararlaştırıldığında ben artık gözümü karartmış, “Ya herru ya merru” deyip başımı bu işe koymuştum.

Artistlerle temaslar, programların saptanması, bu arada ortaya çıkan akla gelmedik bin bir sorun, küçük ya da büyük artistik ayak oyunları, teknik ve bürokratik konuların üstesinden gelebilecek kadronun bulunup çalışmaya geçilmesi filan derken, baş döndürücü bir hızla gelişen olayların akıntısına olumlu biçimde kapılarak açılış gecesine ulaştık.

Büyükşehir Belediyesi bize bütün olanaklarını seferber etmişti. En ufak sorunumuzu bile ilgililere anında aktarıyor ve yanıtını da derhal alabiliyorduk. Küçük çekirdek kadromuz günde 25 saat (!) çalışıyor, eşimiz dostumuz sekreterlikten getir götür işlerine kadar her türlü işi gönüllü olarak yapmaya can atıyordu.

Istanbul Kültür ve Sanat Vakfı yöneticileri, İstanbul Devlet Opera ve Balesi yöneticileri, İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası yöneticileri, Mimar Sinan Üniversitesi rektör ve yöneticileri, Sinema TV Enstitüsü yöneticileri, görevleri dışında her türlü işimize koşturan (pantalonu yırtılan sanatçıya iğne iplik bulmaktan, masa iskemle taşımaya kadar)Vip turizmin kırmızı kazaklıları, açılışımızın başarılı, uygar, sıcak ve mutlu geçmesine katkıda bulundular.

Açılış konserlerine katılan Devlet Sanatçılarımız İdil Biret, Ayla Erduran, Ayşegül Sarıca, Hikmet Şimşek ve Nevzat Atlığ sanatçı kişiliklerinin dışında varlıklarıyla bize destek oldular.

Açılışlarımıza onur konuğu olarak davet ettiğimiz Richard Wagner’in büyük büyük torunu Gottfried Hellferich Wagner, salonu, salonun olanaklarını ve hepimizi öyle benimsedi ki, bundan böyle bizimle bağını koparmamaya ve danışmanımız olmaya karar verdi.

 Ilk başlarda İstanbul’da konser verme olayına çok katı bir profesyonellikle yaklaşan Avusturyalı ünlü cellist Heinrich Schiff de bizlerin heyecanına ayak uydurdu sonunda ve İstanbul’dan ayrılırken kırk yıllık dost gibi bize her konuda yardımcı olmayı vaat etti.

14 Mart, yani açılış akşamı hepimizin yüreği ağzındaydı. Her şey ilk kez o akşam harekete geçece ve denenecekti. Hem ilk akşam hem de onu izleyen akşamlar, binanın teknik donanımını gerçekleştiren kuruluş ve onun teknik ekibinin özverili çalışmaları, ayrıca müteahhit firmanın elemanlarının her dakika sorunlarımızın çözümünde bizlerle birlikte olmaları. Başarımızı arttıran en önemli unsurlardı.

Bu arada TRT televizyonunun İstanbul’un kavuştuğu ilk gerçek konser salonunun açılışına hiç ilgi göstermemesi bizi hayli şaşırttı. Eğer “İyi Akşamlar” ekibi açılıştan önce kendi inisiyatifleriyle gelip salonu, sahneyi ve binayı görüntülemeseydi, Türkiye’de böyle bir salonun varlığından, böyle bir salonun sanatseverlerin hizmetine sunulduğundan kimsenin haberi olmayacaktı.

Açılış konserleri organizasyonunda en çok başımızı ağrıtan, davetiyelerin hazırlanması ve dağıtılması oldu. Sonuçta, en çok titizlenerek yerine ulaşmasını istediğimiz davetiyeler, nasıl olduysa oldu yerlerine ulaşamadı ve bize alınanlara kendimizi nasıl affettireceğimizi bilemez duruma geldik. Yok olan davetiyeleri kimler yok ettiyse bilsinler ki dünya ahret iki elim yakalarında olacaktır.

Bu yazıyı ufak bir çuvaldız bölümüyle bitirmek istiyorum. Festival Strings Lucerne, programda “Festival Spings Lucerne” yani Lucerne Festival Yaylı Çalgıları yerine Lucerne Festival Kaplıcaları olarak çıkmıştı. Bir başka gafımız da Ayla Erduran’ın biyografisinde karşımıza çıkıyordu. “1936’da İstanbul’da doğan Ayla Erduran beş yaşında çalmaya başladı…”diye başlıyordu ilk cümle. Beş yaşında ne çalmaya başlamıştı acaba Erduran?

Son olarak açılış hafta sının favorilerine değinmek gerek. İdil Biret’den başka Sovyet kemancı Oleg Kagan ve Tovy Lifshitz yönetimindeki Letonya-Riga Oda Orkestrası, özellikle çağdaş besteci Alfred Schnittke’nin keman, yaylı çalgılar ve klavsen için sonatında dinleyiciyi büyülediler. Bir başka favori de hiç kuşkusuz Heinrich Schiff-Ayşegül Sarıca resitali idi. Bu konser için Ankara Devlet Konservatuarı’ndan bir grup öğrenci İstanbul’a gelmişti.

 Kültür ve Turizm Bakanlığı Devlet Halk Dansları Topluluğu ise disiplinli, özverili ve son derece uygar çalışma düzenleri yanında profesyonel sahne kişilikleri ile hepimizi çok etkiledi. Onları ve yöneticilerini candan kutlarım.

26 Nisan 2021 Pazartesi

 CEMAL REŞİT REY KONSER SALONU KURULUŞ MACERASI II

KONSER SALONU ÇALIŞMAYA BAŞLIYOR

1989/90 konser mevsimi programını yapabilmek için salona idari ve teknik personel yanısıra ofis çalışanları da alınması gerekiyordu. İstanbul kazan ben kepçe bütün tanıdıkları seferber etmiş kaliteli eleman bulabilme derdine düşmüştüm. İşi kabul ettiğim andan beri geceleri gözüme uyku girmiyor,  kafamın içinde bin bir proje birbirini kovalayıp duruyordu. En büyük şansım Aliye Manizade gibi bir pırlanta ile tanışmak ve CRR Konser Salonu’nu onun desteğiyle bugün bile bozulamayan bir sisteme oturtabilmek olmuştu. Aliye Manizade, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nin ünlü Ortopedi Profesörü Derviş Manizade’nin kızı, bariton Atilla Manizade’nin de kuzeniydi. Avusturya Lisesi mezunu, mükemmel Almanca ve İngilizce bilen, yumuşacık, kibar, çalışkan, uyumlu, üst düzeyde sorumluluk sahibi ender kaliteleri olan bir insandı rahmetli Aliye.


Aliye Manizade, Carlo Domeniconi, Samih Rıfat, F. A.

Üstlendiğim işin ne kadar ürkütücü boyutları olduğu her geçen gün kafama dank ediyordu. Aliye ile ben, aramıza katılan gençlerle birlikte devamlı işi takip ederek, çok profesyonel çalışarak sistemi ilk yılında oturttuk. İstanbul’da ilk kez kız-erkek üniversite öğrencilerinden oluşan bir ekip ile konuklarımız olarak kabul ettiğimiz konser dinleyicisini en iyi biçimde ağırlamaya önem verdik. Davet ettiğimiz sanatçıların İstanbul’a ayak bastıkları andan ayrıldıkları dakikaya kadar üzerlerine titriyorduk.


        Piyanist Dmitri Alexeev
        Piyanist Jannis Vakarelis



 




                    Piyanist Peter Katin

Temalı konser dizileri, genç besteci ve yorumcuları destekleyen konserler, usta besteci ve yorumcularımız için düzenlediğimiz onur geceleri, yabancı müzisyenlerle bizim müzisyenleri bir araya getiren konser projeleri, Rönesans ve Barok müzikte uzmanlaşmış grupların konserleri, oda operaları programları CRR’e getirdiğimiz yeniliklerden sadece bazılarıydı. Sezon içinde Türk Müziği de, Bale de, modern dans da, caz da vardı. Böyle renkli, böyle çeşitli konser ve gösteri programı olan bir başka kurum yoktu henüz Türkiye’de.

                                    


              Ahmed Adnan Saygun Onur Gecesi

                                                        Semiha Berksoy Onur Gecesi

                                            Lontano Topluluğu ve Kadın Besteciler Konseri

PİYANO SATIN ALMA MACERAMIZ

İşin başında en önemli sorunumuz piyano idi. Konser Salonu idik ama piyanomuz yoktu. Açılış konserleri için Aydın Gün’ün kapısını çalmış, İstanbul Festival’ine ait olan Steinway konser piyanosunu ödünç almıştık. İyi de, bundan sonraki konserleri de ödünç piyano ile yapmayacaktık herhalde. İstanbul Belediyesi’nin ilk konser salonuna lâyık piyanolar alınmalıydı. Yine Saraçhane’deki Belediye Sarayı koridorlarını epey aşındırdıktan sonra nihayet yeşil ışık yandı. Bu vesile ile o zamanki İstanbul Büyükşehir Belediyesi bünyesinde sadece ISKI’nın yurtdışından gümrüksüz ithalat yapma yetkisi olduğu anlaşıldı. Tesadüf, ISKI Genel Müdürlüğüne getirilen Ergun Göknel ilkokul arkadaşım çıktı.

Velhasıl, piyanist Ayşegül Sarıca ile Hamburg’daki Steinway  fabrikasına piyano seçmeye gönderildik. Ayşegül bize gösterilen 12 piyano arasından iki muhteşem Model D Steinway seçti. Birinin ses rengi parlak, ötekinin daha yumuşak olsun dedik. Piyanoların hangi koşullarla korunacağına dair fabrika yetkililerinden bilgiler aldık ve döndük memlekete. Böylece konser salonumuz ISKI sayesinde 2 adet fevkalade piyanoya kavuşmuş oldu.


                                                    Ayşegül Sarıca, F. A. Gönül Gökdoğan 

Üzerine titrediğim piyanolar için 24 saat nem ve ısı ayarlı özel klimalı bir oda hazırlandı. İdari personelden birinin görevi her sabah piyano odasının ısı ve nem durumunu kontrol etmekti. Genç piyano akordörü Levent Conker ile anlaştık ve onun Steinway fabrikasında staj görmesine yardımcı olduk. Piyanolarımıza kavuştuktan sonra alnımızın akıyla Maria Joao Pires  ya da Dimitri Başkirov gibi efsane piyanistleri salonumuza davet edebilecektik. Fransız, İtalyan, Rus, Amerikan, Alman, İngiliz Kültür Merkezleri ile yakın işbirliğine girişmiştik. Onlar da yüksek standartlara sahip olan ve o standartlara uygun yönetilen bir konser salonuna kendi sanatçılarını getirmek için can atıyorlardı. İlk yılın sonunda salonumuza bir de klavsen almaya karar verdik. Trevor Pinnock’un  tavsiyesi üzerine Boston’daki bir klavsen yapımcısına klavsenimizi ısmarladık. Böylece İstanbul Büyükşehir Belediyesi bir de özel yapım klavsene sahip oldu. 

CEMAL REŞİT REY KONSER SALONU

Konser salonuna Cemal Reşit Rey adının verilmesi de ilginçtir. Hikâyeyi baştan anlatsam iyi olur. 1923 yılında Paris Konservatuarı’ndan mezun olan Cemal Bey, hocası ünlü piyanist Marguerite Long ile çalışmaya devam etmektedir. 19 yaşındaki genç piyanist ve besteci parlak bir kariyerin eşiğindedir. Öte yandan 1923 yılı Türkiye için yepyeni bir çağın başlangıcıdır. Paris’teki genç müzisyene tam bu sırada İstanbul’dan sürpriz bir telgraf gelir. Cemal Bey, Türkiye’ye çağrılış serüvenini Atatürk’ün doğumunun 100. Yılı dolayısıyla İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi tarafından düzenlenen “Atatürk ve Sanat” başlıklı Sempozyumda şu cümlelerle anlatır:

Uşakizade Halit Bey’den (Halit Ziya Uşaklıgil)- ki kendisi o zaman Şehremaneti Sanayi-i Nefise Encümeni  reisiydi-bana bir telgraf geldi[...] [İstanbul’da] ders vereceğim bir Konservatuar, bir Darülelhan açılıyor. Buna bir alafranga kısım ilâve edilmiş. Darülelhan’da bana kompozisyon ve piyano sınıfları veriliyor.  

                                                                    Cemal Reşit Rey

Paris’ten gelen bu sarı saçlı, mavi gözlü, ince bıyıklı, Fransız aksanıyla ağdalı bir Osmanlı Türkçesi konuşan dinamik gencin ilk öğrencileri ondan topu topu dört- beş yaş küçük, çoğu ona hayran genç hanımlardı. Sonraki yıllarda Şair Nigar sokaktaki konağında özel piyano dersleri de verirdi Cemal Bey. Cemal Bey’in sevgili piyano öğrencileri arasında Orhan Pamuk’un halası Gönül Pamuk, Gülsin Onay’ın annesi Gülen Erim, Hasan Muhittin Çanga Paşa’nın kızı ve eski bakanlardan Cahit Kayra’nın eşi Gönül Kayra, çellist Selma Gökçen’in annesi Emel Uygur, daha niceleri var.

İşte bu öğrencilerden ikisi bir gün Konser Salonu’nda beni ziyarete geldiler. Gelenlerden biri Cemal Reşit Rey’in İstanbul Belediye Konservatuarı’ndaki ilk piyano ve analiz öğrencilerinden olan Masume Batu ile Türkiye Radyolarının ilk kadın spikeri Emel Gazimihal’di. Bana bir öneriyle gelmişlerdi. Hocaları Cemal Bey, İstanbul Belediyesi’nin müzik etkinlikleri ile özdeşleşmiş bir isimdi. Belediye Konservatuar’ında şehrin ilk yaylı çalgılar orkestrasını kuran, ardından İstanbul Belediyesi Şehir Orkestrası’nı kurup emekli oluncaya kadar şefliğini yapan Cemal Bey’in adı yeni belediye konser salonuna verilmeliydi. Hanımların önerisini hemen Hilmi Yavuz’la konuştum, Hilmi de fikri derhal benimsedi sağ olsun. Böylece başta Cemal Bey’in öğrencileri olmak üzere, Belediye Başkanı Nurettin Sözen’in de katıldığı bir törenle salona Cemal Reşit Rey Konser Salonu adı verildi.

                                Sağdan sola Masume Batu, Emel Gazimihal, F. A. Nürettin Sözen

SIKINTILI İLİŞKİLER

Belediye ile ilişkilerimiz çok iyi gider gibi görünürken birden tersine dönüyor, ardından yine düzeliyordu. Geçinemeyen aile fertleri gibi sürekli dedikodular, fesatlıklar, dalkavukluklar deryasında yüzüyorduk. Sürtüşmelerimiz daha işin başından “halkçı” versus “elit” takışmasına dönüşmüştü. Ülkemizde ister Profesör Doktor ister Şair ister Filozof olun, klasik müziğin “elit”lere hitap ettiği, “halk”a uzak olduğu önyargısından kurtulamıyorsunuz. Halka hitap etmekten anlaşılan da her nabza göre şerbet vermekten geçiyordu benim patronlara göre. Salonun uluslararası boyutta örnek niteliğini korumak için 3 yıl boyunca belediyeye karşı verdiğim cansiperane mücadele sonucu yüksek tansiyon hastası olmuştum.

Belediye Başkanlığına ve Kültür Dairesi’ne sunduğum CRR Konser Salonu kullanım ve işletme yönetmeliğine uyulmuyordu. Aylar önceden hazırlayıp yayınladığımız, duyurularını yaptığımız yıllık programımıza uymayan tahsislerle bizi deli etmeyi sürdürüyorlardı. Nurettin Sözen “Ben iki yüz- üç yüz kişi klasik müzik dinleyecek diye bu salona bu kadar para veremem” diyerek noktayı koymuştu. Ben, salondan çok daha fazla kişinin yararlandığını, böyle bir mekânın ticarî önceliklerle yönetilmemesi gerektiğini söylesem de başkan Nuh diyor Peygamber demiyordu. 

    Cemal Reşit Rey ve İBB kültür işlerine bakan ekip. Sağdan Biltin Toker, Hilmi Yavuz, F.A. Nurettin     Sözen ile. Arka sırada konser salonunun müdavimlerinden İshak Alaton, Avukat Süreyya Ağaoğlu,                                                 Büyükelçi Vahit Halefoğlu ve eşi Zehra Hanım.

 Sonunda iki olayla bıçak kemiğe dayandı. Birincisi, Bedrettin Dalan zamanından beri Şehir Tiyatrolarını yönetmekte olan Gencay Gürün’ün “Evita” müzikalini ille de CRR Konser Salonunda sahnelemek ısrarı, ikincisi ise Sözen takımının binanın alt katını televizyon stüdyolarına dönüştürmek amacıyla yıkıma kalkışmasıydı. Aslında ben müzikale filan karşı değildim. Ama CRR sahnesi tiyatro sahnesi değildi. Kulisi bile yoktu. Ne kadar “Dekorlar sığmaz, sahne ve sahne arkası uygun değil” dedimse de Gencay Gürün, “Uysa da uymasa da biz uydururuz” mantığını Nurettin Sözen’e inandırmıştı. Öte yandan SHP’li belediyeciler de aynı mantıkla salonun dibini oyarak Belediye Radyo Televizyon Stüdyosu kurma ve parti propagandası yapma telaşı içindeydiler. Erdal İnönü başta olmak üzere başvurmadığım SHP’li kalmamıştı. Herkes yüzüme karşı haklı olduğumu söylüyor ama hiçbir şey yapamıyor veya yapmıyordu.

Tabii olan biten sır değildi ve belediye ile sorunlarım olduğu etrafta, sanat ve müzik camiasında konuşuluyordu. Aydın Gün tam bu aşamada sahneye girdi. Kendisini çocukluğumdan beri tanırdım. Babamın konservatuardaki öğrencilerindendi, ayrıca İstanbul Belediyesi Şehir Operası’nda korrepetitör olarak çalıştığım yıllarda müdürüm yani patronum olmuştu. Cumhuriyet gazetesi müzik yazarı sıfatıyla İstanbul Festivali dolayısıyla kendisi ile kaç kere söyleşi yapmıştım. Daima mesafeli, hatta “burnundan kıl aldırmayan” tavrıyla insanı yanına yaklaştırmayan bir kişilikti Aydın Gün. Belki de bu yüzden beni The Marmara oteline kahve içmeye davet edince epey yadırgadım. Hangi dağda kurt ölmüştü de Aydın Bey beni kahve içmeye çağırıyordu. Davete icabet edip, The Marmara Kafe’ye gittiğimde Aydın Bey’in söze nasıl başladığını bugün hiç anımsamıyorum ama görüşmemizin ana konusu benim yöneticilerle daha diplomatik iletişim kurmaklığımın lehime olacağı yönündeydi. Beni uyarıyordu Aydın Bey. O zaman bu uyarıya pek anlam verememiştim. Senaryonun ne olduğu daha sonra anlaşılacaktı.

En gergin günlerden bir gün Nurettin Sözen beni makamına çağırdığında Gencay Gürün, Hilmi Yavuz, genel sekreter Tuğrul Erkin ve diğer bazı zevat, uzun bir masanın etrafına engizisyon mahkemesi yargıçları gibi dizilmişlerdi. Nurettin Sözen “itirazlarımı basına sızdırarak suç işlediğimi” beyan etti önce. Gencay Gürün hemen sözü alarak “devlet memurunun basına demeç vermesi suçtur Sayın Başkan!” buyurdu. Hilmi Yavuz başıyla onayladı, suçlu olduğum gerekçesi ile istifam istendi. İstifa etmeyince de yazılı bir deklarasyonla görevden alındım. Gerekçe yoktu. Sözen, “bana karşı çıktınız da o yüzden görevinize son verdim” mi diyecekti? Deklarasyonda, “Prof. Filiz Ali’nin görevinin bir yıl daha uzatılmasına gerek duyulmadığından görevinin kapatılmasına karar verilmiştir” deniyordu. “Görev kapatmak” !

Olay çabuk duyuldu. Sabah gazetesinin 8 Temmuz 1992 tarihli manşeti “Salon Müdürü şutlandı” şeklindeydi. Altında:

[…]CRR Konser Salonu’nun Genel Sanat Yönetmeni Prof. Filiz Ali, salonun bazı bölümlerinin Televizyon Stüdyosuna dönüştürülmek için yıkımına karşı çıktı. Bunun üzerine Anakent Belediye Başkanı Nurettin Sözen, Filiz Ali’yi önce istifaya zorladı ardından da görevine son verdi” yazıyordu[...] 

Atilla Dorsay, aynı gün çıkan Cumhuriyet gazetesinde olayı şu cümlelerle özetliyordu.

[…]CRR Konser Salonu’nu 4 yıla yakın zamandır yöneten Prof. Filiz Ali, altında Prof. Nurettin Sözen, Tuğrul Erkin, Prof. Mete Tapan, İcen Börtücene ve de Hilmi Yavuz’un imzaları bulunan bir yazıyla bu görevinden alınmıştır. Nedeni bu salonu 4 yıldır dünyanın sayılı sanat ve müzik merkezlerinden biri haline getirmeyi başaran Ali’nin, belediyenin bu salonla ilgili son iki uygulamasına karşı çıkmasıdır[…]

Olay basında dallanıp budaklanmaktaydı. Mimarlar Odası, İstanbul Belediyesi’nin Kent Televizyonu için Cemal Reşit Rey konser salonunu mekân seçmesine “karşı” bir bildiri yayınladı. Bildiride [Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nun gerek mimari özellikleri ve gerekse nitelikli müzik dinletilerine dönük özgün işleviyle korunması gereken bir kültür mekânı olduğu…] belirtiliyordu.

Mahmut T. Öngören 21 Temmuz’da Cumhuriyet gazetesinde:

[…]Dünyanın tüm televizyoncularına sorun; size bir konser salonunun altının da üstünün de TV stüdyolarına dönüştürülmemesi gerektiğini, yüzlerce teknik neden ileri sürerek kanıtlayacaklardır[…] diyor ve […] dünyanın tüm müzik eleştirmenlerine sorun: “Evita” müzikalinin de “yükte ağır, müzikte hafif” değer taşıdığını söyleyeceklerdir[…]diye devam ediyordu.

Görevimden “şutlanmam” şöyle gerçekleşti:  Resmî yazı sabah odama gelir gelmez elime verildi. Hemen arkasından, Hilmi Yavuz’un başımıza musallat ettiği müessese müdürü kerameti kendinden menkul şair ve felsefeci Sabahattin Batur, beraberinde benim salondaki ilk günlerimde getir götür işlerine baksın diye işe aldığım Arda Aydoğan olmak üzere odama selamsız sabahsız dalıverdi. Arda, bütün zamanların bir numaralı dalkavuğu olduğundan saf değiştirmesi için birkaç dakika yeterli olmuştu. Önde Sabahattin arkasında Arda, odayı derhal boşaltmam isteğiyle karşımda dikiliyorlardı. Odacı Fevzi telaşla koli aramaya koştu. Masamın üzerindeki şahsi eşyaları, kitapları, CD’leri kolilere yerleştirdik bu iki adamın gözetimi altında.

Bu duruma tanık olan Basın ve Halkla ilişkiler elemanımız Canset Aksel üzüntüsünden derhal istifasını verdi. İstifa mektubunu şu cümleyle bitirmişti Canset: “Birlikte çalışma onurunu taşıdığım Sayın Filiz Ali’nin odasının işgal edilerek gözetim altında boşalttırılmasından duyduğum utanç ve üzüntüyle istifa ediyorum.”

                                                    Aliye Manizade, F.A. Canset Aksel

Aliye Manizade de birkaç gün sonra Hilmi Yavuz’a müessese müdürü Sabahattin Batur’u eleştiren ağır bir mektup yazarak istifasını sundu. Ancak ben cepheyi vuruşa vuruşa terk etmeye kararlıydım. Kolilerimle birlikte CRR Konser Salonu’nun kapısının önünde bir basın açıklaması yaptım. Basına dört dörtlük bir kültür/sanat skandalı haberi çıkmıştı. Yazıların ardı arkası kesilmiyordu. Yalçın Pekşen, Şule Perinçek, Rengin Uz, Reyman Eray, Doğan Hızlan, Melih Âşık, Atilla Dorsay, Mahmut T. Öngören köşe yazıları yazdılar. Röportajlar yapıldı. Bütün yazılarda Nurettin Sözen ve ekibi fena halde eleştiriliyordu.

 

Hollanda İstanbul Baş Konsolosu Jan J. Jonker Roelants, Dr. Nurettin Sözen’e hitaben yazdığı 21.07.1992 tarihli mektupta, ‘İstanbul’daki CRR Konser Salonu’nun Avrupa’daki en iyi konser salonlarıyla yarışabilecek bir akustiğe sahip tek konser salonu olduğunu ve böyle bir mekanın başka amaçlar için kullanılmaması düşünülerek, gereğinin yapılacağına inandığını belirtmişti.’

Devlet Sanatçıları Ayla Erduran, Güher Pekinel, Gülsin Onay, Gönül Gökdoğan, İlhan Usmanbaş, Cengiz Tanç heyet halinde Belediye Başkanının huzuruna çıkarak olayı protesto ettiler. İdil Biret başta olmak üzere sanatçılar SHP Genel Başkanı Erdal İnönü’ye mektuplar gönderdiler. Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı Kurul Kararı ile bir basın açıklaması yapıldı ve benim görevden alınmam protesto edildi. CRR Konser Salonunu benimseyen dinleyici kitlesi arasından çıkan birkaç kişinin, özellikle uzun yıllar İtalya’da sosyal alanlarla aktivist olarak deneyim kazanmış olan heykeltıraş Maral Kılıç’ın girişimi ile bir imza kampanyası başladı.


                                    İmza verenlerden piyanist Gülsin Onay CRR Sahnesinde

Olay beni çoktan aşmıştı. İnsanlar, 1- Filiz Ali’nin göreve iadesi. 2- CRR Konser Salonu’nun amaç dışı kullanılmaması doğrultusunda imza vermişlerdi. İmza verenler arasında Esin Avşar, Cem Mansur, Yıldız Kenter, Şükran Güngör, Çiğdem Selışık, Ercan Yazgan, Genco Erkal, Zühal Olcay, Haluk Bilginer, Mahir Günşıray, Ahmet Leventoğlu, Zeliha Berksoy, Sarkis, Bedri Baykam, Yahşi Baraz, Ali Teoman Germaner, Metin Deniz, Şahin Kaygun, Dr. Ünal Bengisu, Alp Yalman, Tezcan Yaramancı, Neşe Erdok, Nergis Yazgan, Murat Belge, Can Yücel, Onat Kutlar, Halet Çambel, Nazmi Akıman, Dr. Ayan Gülgönen, Dr. Macit Uzel, Şirin Tekeli gibi toplumun her kesim ve katından 3000 üzerinde imzaya ulaşılmıştı ama Nurettin Sözen geri adım atmadı.

 

İşte gelinen bu noktada Aydın Gün’ün beni neden The Marmara Kafe’ye kahve içmeye çağırdığı anlaşıldı. Nurettin Sözen yerime Aydın Gün’ü getirmişti. Aydın Gün’e kimsenin itirazı olamazdı. Çok iyi bir manevraydı bu. Aydın Gün ağzımı aramış, geri adım atmayacağımı anlayınca da “olur”unu vermişti ipimi çekecek olanlara. Eh, uyarmıştı beni, ondan günah gitmişti bu durumda. Ancak Aydın Gün, bir önemli ayrıntıyı yani Nejat Eczacıbaşı’nın gazabını hesaba katmamıştı. Nejat Bey köpürmüş, hıncını yeterince alamayınca da beni makamına çağırmıştı. Aslında Nejat Bey ile ahbaplığımız İstanbul Festivali dolayısıyla oldukça yakın sayılırdı. Her zaman kibar, güler yüzlü ve esprili, özel bir insandı Nejat Bey. Yine de benimle ne konuşmak istediğini merak etmiştim doğrusu.

 

“Kızım, sana yapılan büyük haksızlıktır!” diye başladı söze. Ancak asıl tepesini attıran Aydın Gün’ün bu görevi kabul etmesi olmuştu anlaşılan. Aydın Bey’i çağırdığını, İstanbul Festivali’nin yöneticisi olarak böyle bir görevi kabul etmemesi gerektiğini, her iki işi de yapamayacağına göre Festival’den  derhal istifa etmesini isteyerek kendisine “kapıyı gösterdiğini” söyledi. Nejat Bey sağolsun benim gönlümü alıyordu böylece, ancak Aydın Bey’in Festival yönetiminden istifa ettirilmiş olması beni hiç ilgilendirmiyordu. Olan olmuş, atı alan Üsküdar’ı geçmişti. Taşlar yeniden yerini bulmuş Nejat Bey, Aydın Gün’den boşalan IKSV yönetimi mevkiine Melih Fereli'yi getirmişti bile. Tek açıkta kalan bendim bu durumda.

 Cemal Reşit Rey Konser Salonu sayfası benim için böylece kapanmış oldu belki ama 1989-92 yılları arasında fırtına gibi geçen bu üç yıl unutulmaz anılar, tanışıklıklar, dostluklar, ilişkiler, gerginlikler, heyecanlar, sevinçler, mutluluklar ile dopdoluydu. O üç yılın anılarını kalbimde özlemle saklıyorum.

 

13 Nisan 2021 Salı

 

 

                        CEMAL REŞİT REY KONSER SALONU KURULUŞ HİKAYESİ    

I

1988 yılı sonbaharında İstanbul Belediye Başkanı Bedrettin Dalan, Yıldız Sarayı’nda bir öğle yemeği daveti veriyordu. Davetin mânâ ve ehemmiyeti hakkında belleğimde en ufak bir bilgi kırıntısı bile yok ama kendimi Belediye Başkanı’nın masasında bulduğumu gayet iyi hatırlıyorum. Yuvarlak büyük bir masaydı bu. Tam karşımda Dalan oturuyor ve masadaki gazetecilere inşa ettirmekte olduğu konser salonundan bahsediyordu. Kulak kesildim doğal olarak. O sıralarda Cumhuriyet Gazetesi müzik yazarıydım ve herhalde davete de çağrılma sebebim bu olsa gerekti. Aklıma gelen ilk soruyu sordum, “Konser Salonunu kim yönetecek Sayın Başkan?” Şöyle bir durdu Sayın Başkan. Aklına böyle bir konu hiç takılmamıştı anlaşılan. Masada oturan gazetecilerden Leyla Umar, bana dönerek “Filiz Ali, bu işi çok iyi yapar Sayın Başkan!” dedi. Umar’ın yanında oturmakta olan Sezer Duru o kendine özgü kont-alto sesiyle aynı duyguları paylaşınca Bedrettin Dalan “Bakacağız tabii!” gibisinden birşeyler söyleyip konuyu kapattı ama bana da mavi gözlerini açarak dikkatlice bir baktı.

Leyla Umar sofradan kalktıktan sonra yanıma gelerek “O şimdi seni araştıracak” dedi. Nitekim birkaç gün sonra İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Bedrettin Dalan’ın özel kalemi tarafından aranarak, hemen o akşam saat 19.00’da Belediye’ye davet edildim. Hani “müsait misiniz?” filan diye sorulmadı bile. Başkan’ın bekleme odasında bir dolu adam beklemekteydi. Bana da bir yer gösterildi, hep beraber beklemeye başladık. Başkan’ın odasına giren çıkan trafiği baş döndürücüydü. Nihayet saat on civarında içeri alındım. Başkan doğrudan konuya girdi. Konser Salonu inşaatının bitmek üzere olduğunu, hemen ertesi sabah beni evimden alacağını ve inşaata gideceğimizi, seçimlerden önce inşaatın tamamlanacağını ve görkemli bir açılış yapacağını, bu açılışı da benim yapacağımı söyledi. “Yani bana konser salonu yöneticiliği mi teklif ediyorsunuz?” dedim. “Onu da Atanur’la konuşursun” diye cevap verdi. İkinci sorum “Benim Sabahattin Ali’nin kızı olduğumu biliyor musunuz?” oldu. Yine gözlerini gözlerime dikerek “Ben Sabahattin Ali’den mi korkacağım” dedi.

Haziran 1985’de İstanbul Festivali sırasında şehrimize gelen New York Filarmoni Orkestrası Harbiye’de, şimdiki Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nın bulunduğu yerdeki Spor ve Sergi Sarayı’nda iki konser vermişti. Burası 1940’lı yıllarda Dünya Güreş Şampiyonası dolayısıyla zamanın Belediye Başkanı Lütfi Kırdar tarafından yaptırılmış, adı üstünde bir spor salonuydu. Gençliğimde burada basket maçlarına ve buz revüsü gösterilerine gitmişliğim vardı ama konser salonu olarak kullanılması aklımın köşesine bile gelmemişti.

Festival yöneticileri, 160 kişilik New York Filarmoni Orkestrası ve dinleyicilerin herhalde Atatürk Kültür Merkezi’ne sığmayacağını düşünerek konserleri buraya almaya karar vermişti. O günlere dönecek olursak 4 Nisan 1988 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde yazdığım yazının bir yerinde şu cümleler geçiyordu:

“...[1985 yılında] Zubin Mehta ve New York Filarmoni Orkestrası İstanbul'a geliyor diye yer yerinden oynamış, ilk kez İstanbul'un doğru dürüst bir konser salonu olmaması ciddi biçimde gundeme gelmiş ve Zubin Mehta sayesinde Spor ve Sergi Sarayı'nın konser salonuna dönüştürülmesine tanık olmuştuk. Allah biliyor ya, o gün bugündür Spor ve Sergi Sarayı'yla başımız dertte.”



Zubin Mehta, İstanbul’a daha önce 1965 yılında Los Angeles Filarmoni Orkestrası’yla gelmiş, konserlerini Şan Sineması’nda vermişti. Dünya çapında ünü olan bu Hintli şef herhalde konser verebilmek için 1965’den 1985’e kadar geçen 20 yıl boyunca ancak bir sinema salonundan çıkıp spor salonuna terfi edebilen bu dünya şehrini epey küçümsemiş olsa gerek ki Anakent Belediye Başkanı Bedrettin Dalan’a patlayıvermiş ve İstanbul gibi bir şehrin doğru dürüst bir adet konser salonuna sahip olmamasına çok şaştığını söylemiş.

22 Ocak 1989 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi’nde çıkan bir haberde Bedrettin Dalan:

“İki yıl önce New York Filarmoni Orkestrası İstanbul’a gediğinde salon bulamadığı için Spor ve Sergi Sarayı’nda konser vermek zorunda kaldı.

Ben dinlediğimde utandım. Onun üzerine konser salonu yapımına karar verdik[...] İstanbul Avrupa’nın müzik merkezi olmalı. Hem Doğu hem Batı, hem Ortadoğu müziği İstanbul’da aynı zevkle dinleniyor[...] Salonun Genel Sanat Yönetmeliği’ne müzik yazarı Filiz Ali’nin getirilmesi için bir takım formalitelerin tamamlanmasını bekliyoruz. Filiz Hanım müziği çok iyi bilen biri. Buranın yöneticiliğini başarıyla yapacağına inanıyorum,” demiş ve konser salonu macerası hızla başlamıştı.



Bedrettin Dalan, tebdil gezen Padişahlarımız gibi sabahın erken saatlerinde şehrin içinde köşe bucak dolaşarak baskınlar yapan hiper aktif bir Başkan’dı. Tabii kendisi erkenden kalktığı için ekibinin de sabah kargalar kahvaltı etmeden patronun yanında hazır ve nâzır olmaları gerekiyordu. Konser Salonu’nu böyle bir sabahın köründe teftişe gittik Başkan’la. Bina Harbiye Askeri Müzesi’nin arkasındaki İtfaiye binasının üzerine inşa edilmekteydi ve neredeyse bitmişti. Altında İtfaiye binası olduğundan uzaması veya kısalması mümkün değildi. Statik nedenlerle sahne boşluğu genişletilemiyor ve yükseltilemiyordu mühendislere göre.

Başkan, burada opera ve müzikal de oynanacağını söylüyordu ama mimarlar projeye orkestra çukuru çizmeyi unutmuşlardı. Hemen emir verildi, sahnenin altı kazılsın dendi. Ne yazık ki sahnenin altını fazla kazmaya kalkarlarsa İtfaiye’nin tavanını delme tehlikesi vardı. Sonuçta konser sırasında üstü kapatılmak koşuluyla göstermelik bir orkestra çukuru yapıldı.

Koltuklar, halılar ısmarlanmış, Amerika ve İngiltere’den akustik uzmanları gelmişti. Her şey tamamlanmak üzereydi ama özellikleri nedeniyle uzmanlar tarafından ele alınması gereken, akla gelen gelemeyen türlü sorunları içeren böyle bir girişimin nasıl ve kimler tarafından işletileceği ve yönetileceği konusu üzerinde anladığım kadarıyla uzun uzadıya düşünülmemişti. Tabii, ben gönüllü bir çaylak olarak öne atılınca ihale üstüme kalacak gibi görünüyordu. Bedrettin Dalan’ın derdi Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerinden önce bu salonun görkemli bir açılışını yapmaktı. 

Olaylar bu aşamadan itibaren yıldırım hızıyla gelişti. Dalan’ın sağ kolu Genel Sekreter rahmetli Atanur Oğuz’la tanıştık. Özal döneminin o iş bitirici ekibi İstanbul Belediyesi’nde de iş başındaydı. Adamlar gece gündüz demeden çalışıyorlardı. Benimle hemen sözleşme yapılacak ve hiç vakit geçirmeden çalışmalara başlayacaktık. Ama bu sefer içime kurt düşmüştü. Ben bu adamlarla nasıl çalışacaktım? Nasıl güvenecektim? Devir 12 Eylül devriydi. Bizim çevrede Dalan hakkında bin bir söylenti dolaşmaktaydı. Öte yandan neredeyse inşaatı bitmiş yepyeni gelinlik kız gibi bir konser salonu sahipsizdi ve sahibini aramaktaydı. Tabii bugün düşündüğümde bizim müzik ve sanat dünyasının kodamanları nasıl oldu da bu işe benden önce atlamadılar diye soruyorum kendime. Boş bulundular herhalde.

İstanbul’un renkli simalarından Avukat Mordo Dinar, geniş müzik bilgisi, görgüsü ve sevgisi ile İstanbul’daki tüm konserlerin en sadık müdavimlerindendi. Atanur Oğuz’un karşısına yanımda Mordo Dinar’ı destek alarak oturmaya karar verdim. Küstahlığım burada da bitmiyordu. Atanur Oğuz’la onun makamında değil benim Kalıpçı sokaktaki evimde buluşacaktık. Adam, herhalde “ la havle” çekerek bu kaprisime de boyun eğdi, geldi bizim fakirhaneye. Mordo Dinar pazarlık masasında benim haklarımı koruyacak, sözleşme maddelerini inceden inceye didikleyecekti hesapta. Konu ücret meselesine geldiğinde Mordo, bana göre astronomik bir ücret talebetti. İçimden “eyvah” dedim. Zaten Atanur’un yüzü pembeden kırmızıya dönmekteydi sanki. Her an masadan kalkabilirdi. Ama tam tersi oldu. Atanur Oğuz, benim blöf sandığım rakamı kabul etti, el sıkıştık ve ertesi gün yine kargalar kahvaltı etmeden buluşmak üzere ayrıldık.

Çalışmalarımızı İstanbul Büyükşehir Belediye binasında değil, Levent’te Prof. Dr. İlhami Karayalçın’ın bürosunda sürdürecektik. İlhami Bey ve oğlu Alpaslan Karayalçın, yönetim planlaması, yönetim geliştirme, organizasyon ve planlama konularında uzmandılar. Konser Salonu projesini de onların danışmanlığında gerçekleştirecektik. Karayalçın’ların bürosunda, 1988 yılı dünya ile iletişim sağlama yöntemleri telefon, fax ve telex’ten ibaretti. Kara kara düşünüyorum, “Nereden aldım başıma bu belayı?” diye.

Kasım 1988’de bir aylık İtalyan araştırma bursu ile Milano, Venedik ve Floransa’ya gideceğim. Dalan’ın protokol müdürü Reha Arar Bey de Kasım’ın sonunda Floransa Belediye Başkanı ile görüşmeye gidecekmiş. “Sizinle Floransa’da buluşuruz, sizi Belediye Başkanı ile tanıştırırım” diyor. Nitekim buluşuyoruz. Floransa Four Seasons Oteli’nde kalıyor Reha Bey. Otelin şahane restoranında yiyecekmişiz öğle yemeğimizi.

Floransa Belediye Başkanı Massimo Bogianchino’nun (Bocankino okunuyor) Floransa Communale Tiyatrosu ve Paris Operası’nın müdürlüğünü yapmış, daha önceleri uzun bir piyanistlik kariyeri olan, müzik çevrelerinde saygı duyulan bir sanatçı/yönetici olduğunu Leyla Gencer’den öğreniyorum. Bogianchino, Leyla Hanım’ın yakın ahpabı. Leyla Hanım’ın selamını götürüyorum Belediye Başkanına.  Gencer adı İtalya’da bütün kapıları açan bir anahtar olduğundan Bogianchino ile koyu bir sohbete giriyoruz ve konuyu İstanbul’daki Yeni Konser Salonu’na getiriyor, işbirliği sözü alıyoruz Floransa Belediye Başkanı’ndan.

                        KONSER SALONU AÇILIŞINA HAZIRLANIYORUZ

İstanbul’a döndüğümde başıma sardığım işin büyüklüğünü idrak etmeye başlamıştım. Hemen güvendiğim kişilerden oluşan bir ekip kurmalıydım. Aklıma ilk gelen isim Ömer Umar olmuştu. Ömer, delicesine müzik aşığı bir adam. Yıllarca kimsenin elini sürmek istemediği klasik müzik menajerliğine soyunmuş, Lothar Schmidt adındaki Avusturyalı bir genç adamla ortak olup 1960’lı yıllardan başlayarak sayısız konser organize etmiş. Müzik dünyasında yerli ve yabancı tanımadığı yok. Bana yardımcı olacağını biliyorum ama zor adam. Bütün ilişkilerimi ve bağlantılarımı devreye sokmam gerek. Dalan, açılışın görkemli olmasını ve neredeyse kırk gün kırk gece sürmesini istiyor. Prestij meselesi.

İstanbul Belediyesi Konser Salonu, sonuçta deliler gibi çalışılarak, türlü imkânsızlıklarla boğuşarak geçen günlerin ardından 6 konser ile açıldı.




16 Mart 1989 akşamı verilen Açılış Konseri’ne devlet protokolü dâhil, tüm büyük toplar davetliydi. Prestije prestij katmak için açılışa Richard Wagner’in torunun oğlu Gottfried Wagner’i bile çağırmıştık.



Ancak açılışa Kenan Evren’in gelmesi ufak çaplı bir krize neden oldu. Bana destek olur diye işe aldırdığım en güvendiğim kişilerden biri Kenan Evren’i protesto ederek, “Kapıda dikilip o adamı karşılamayacağını” söyledi. Dalan’ın protokol müdürü buna çok kızdı. “Devlet Başkanı’nı karşılamamak da ne demek, protesto etmeğe meraklıysan bu işi kabul etmeden önce düşünecektin. Madem burada çalışıyorsun karşılamak zorundasın” dedi, ben arada kaldım, daha siftah ilk bunalımımızı yaşamış olduk.

14 Mart 1989 gecesi, açılışı Rudolph Baumgartner’in yönettiği Lucerne Festival Yaylı Çalgılar Orkestrası yaptı. Solist İdil Biret’di. İkinci gece ünlü Rus kemancı Oleg Kagan ve Devlet Sanatçısı Ayla Erduran’ın Riga Oda Orkestrası eşliğinde Bach’ın 2 keman için konçertosunu yorumladıkları konser ile açılışlar devam etti. Ertesi gece Avusturyalı çellist Heinrich Schiff, piyanist Ayşegül Sarıca eşliğinde unutulmaz bir resital verdi, ardından Nevzat Atlığ ve korosunun konseri vardı, son gece de Hikmet Şimşek’in yönettiği İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası ve orkestranın iki başkemancısı Gülden Turalı



 ve Yusuf Güler Aksöz’ün solist olduğu konser ile görkemli açılış konserleri sona erdi. Böylece her akşam başka bir programla ve uluslararası solistlerle şehrin en yeni konser salonunu hizmete açmış olduk.




Sonra belediye seçimleri geldi çattı. Dalan’ın yeniden seçileceği garanti gibiydi. 26 Mart 1989 günü yapılan seçimler sürprizle sonuçlandı. Dalan seçimi kaybetmiş ve Sosyal Demokrat Halkçı Parti yani SHP adayı Dr. Nurettin Sözen belediye başkanlığını kazanmıştı. Buna en çok şaşıran yine SHP’liler oldu. Belediyeciliğe hiç hazırlıklı değillerdi. Kültür işlerinin başına Hilmi Yavuz’u getirdiler. Ömer Umar ve Hilmi Yavuz’un Londra’dan arkadaşı olan Biltin Toker, Sözen’in danışmanı oldu. Oxford’da mimari okumuş, devrimci mimari projeleri ile dikkat çekmiş ama Oxford’u bitirememiş bir üstün yetenekli kişiydi Biltin. Dünya yüzünde bilmediği ve anlamadığı hiç bir şey yoktu görünürde.

Daha işin başında bu “Triumvira” ile yıldızımızın barışmayacağı belliydi. 

Ayrıca, Konser Salonu konusuna gelene kadar yapılacak tonla işi vardı bu yeni kadronun. Arada bizi unuttular, yaz boyunca maaşlar verilmeyince çalışanlar birer ikişer ayrıldı. Odacı Fevzi ile ben ve de fareler, kalakaldık koca binada. Bir süre “bu kadın belki de kendiliğiden gider” diye düşündüler. Oysa benim gitmeye hiç niyetim yoktu. Koltuğumun altında dosyalar dolusu raporlarla, gün aşırı belediyenin koridorlarını arşınlıyorum. Biltin ve Hilmi’nin hiç hoşuna gitmiyor benim bu ısrarım. Genel Sekreter Alev Coşkun farklı tabii. Onun da eli mahkûm. Koskoca konser salonu sıcak patates gibi kucağına düşmüş, nasıl işletilecek bu salon? Bir an önce halledilmesi gerekiyor. Sonunda ıkına sıkına yaz boyunca bana ve odacı Fevzi’ye Hamidiye Sularından hayli düşük birer maaş bağladılar. Yaşasın! Konser Salonu Genel Sanat Yönetmeni olarak belediyenin Hamidiye Suları kadrosundayım artık.

Temmuz ayının en sıcak günlerinden biriydi. Salondan çıktım, “ ne olacak bu salonun hâli?” diye düşünerek dalgın dalgın yürüyorum eve doğru. Maçka Oteli’nin önünde heykeltıraş Gürdal Duyar çıktı karşıma. “Gel, seninle Kandilli ’ye gidip bir yemek yiyelim!” dedi. Yapacak başka işim yoktu o sırada, teklifini kabul ettim. Bonkörlüğü üstündeydi Gürdal’ın. Taksiye bindik, geçtik Anadolu yakasına. Kandilli’de, denize tepeden bakan ve de püfür püfür esen lokanta ile meyhanemsi bir yere geldik, oturduk. Gürdal günün her saatinde severdi içmeyi. Rakısı hemen kondu masaya zaten. Epey bir muhabbet ettik. Saat dörde doğru Gürdal, ilhamının kıvamına gelmiş olacak ki “Hadi kalk, Hasan Usta’ya gidiyoruz.” dedi. Hasan Usta’yı tanımam, etmem. Gürdal kafaya koymuş, gideceğiz. Yine bindik taksiye, Göksu deresinin oralardaki çömlekçi Hasan Usta’ın atölyesine geldik. İçeri girer girmez, Gürdal transa geçti hemen. Beni bir tabureye oturttu. Kocaman bir parça çamuru alıp çömlekçi tezgâhının üzerine “lâp” diye koyuverdi.

Sonrası, tuhaf. O koca çamur parçası hızla bana benzemeye başladı. Yüzüme bakmıyordu bile artık. Kafasının içinde şekillenen Filiz’i büyük bir hızla çamurdan yaratıyordu. İki saat içinde büst tamamdı bana göre. Büstün üstünü nemli bezle örttü. “Yarın yine geliriz” dedi. Hasan Usta’nın atölyesine gidip gelmeler aralıklı olarak neredeyse bir ay sürdü. Ritüel hep aynıydı. Önce rakı ve sohbet, sonra çalışma. Dediğim gibi, büst aslında ilk gün bitmişti ama Gürdal üzerinde oynamayı seviyordu.  Sonunda su koy verdim. “Bitti artık, bozacaksın, ben bir daha buraya gelmem, şunu fırınla da alayım gideyim” deyince Gürdal fena halde bozuldu ve küstü.



Hikâyenin devamı daha da tuhaftı. Gürdal’ı o günden sonra uzun zaman görmedim. Ne o beni aradı, ne de ben onu. Aradan belki de birkaç yıl geçti. Büstü unuttum. Bir gün Zeynep Rona aradı. “Filiz, Gürdal senin büstünü yapmış mıydı?”, “Evet, ne oldu?” “Ben Hasan Usta’nın atölyedeyim. Gürdal senin büstü burada bırakmış, bir daha da uğramamış. Hasan Usta da kimindir bilmediği için bana sordu, tanıyor musun diye, hemen tanıdım, sensin”.  Büstüme kavuşmuştum ama ne yazık ki Gürdal artık hayatta değildi.

(Cemal Reşit Rey Konser Salonu Kuruluş Hikayesi devam edecek....)