CEMAL REŞİT REY KONSER SALONU KURULUŞ HİKAYESİ
I
1988 yılı sonbaharında İstanbul Belediye Başkanı Bedrettin Dalan, Yıldız Sarayı’nda bir öğle yemeği daveti veriyordu. Davetin mânâ ve ehemmiyeti hakkında belleğimde en ufak bir bilgi kırıntısı bile yok ama kendimi Belediye Başkanı’nın masasında bulduğumu gayet iyi hatırlıyorum. Yuvarlak büyük bir masaydı bu. Tam karşımda Dalan oturuyor ve masadaki gazetecilere inşa ettirmekte olduğu konser salonundan bahsediyordu. Kulak kesildim doğal olarak. O sıralarda Cumhuriyet Gazetesi müzik yazarıydım ve herhalde davete de çağrılma sebebim bu olsa gerekti. Aklıma gelen ilk soruyu sordum, “Konser Salonunu kim yönetecek Sayın Başkan?” Şöyle bir durdu Sayın Başkan. Aklına böyle bir konu hiç takılmamıştı anlaşılan. Masada oturan gazetecilerden Leyla Umar, bana dönerek “Filiz Ali, bu işi çok iyi yapar Sayın Başkan!” dedi. Umar’ın yanında oturmakta olan Sezer Duru o kendine özgü kont-alto sesiyle aynı duyguları paylaşınca Bedrettin Dalan “Bakacağız tabii!” gibisinden birşeyler söyleyip konuyu kapattı ama bana da mavi gözlerini açarak dikkatlice bir baktı.
Leyla Umar sofradan kalktıktan
sonra yanıma gelerek “O şimdi seni araştıracak” dedi. Nitekim birkaç gün sonra
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Bedrettin Dalan’ın özel kalemi tarafından
aranarak, hemen o akşam saat 19.00’da Belediye’ye davet edildim. Hani “müsait
misiniz?” filan diye sorulmadı bile. Başkan’ın bekleme odasında bir dolu adam
beklemekteydi. Bana da bir yer gösterildi, hep beraber beklemeye başladık.
Başkan’ın odasına giren çıkan trafiği baş döndürücüydü. Nihayet saat on
civarında içeri alındım. Başkan doğrudan konuya girdi. Konser Salonu inşaatının
bitmek üzere olduğunu, hemen ertesi sabah beni evimden alacağını ve inşaata
gideceğimizi, seçimlerden önce inşaatın tamamlanacağını ve görkemli bir açılış
yapacağını, bu açılışı da benim yapacağımı söyledi. “Yani bana konser salonu
yöneticiliği mi teklif ediyorsunuz?” dedim. “Onu da Atanur’la konuşursun” diye
cevap verdi. İkinci sorum “Benim Sabahattin Ali’nin kızı olduğumu biliyor
musunuz?” oldu. Yine gözlerini gözlerime dikerek “Ben Sabahattin Ali’den mi
korkacağım” dedi.
Haziran 1985’de İstanbul
Festivali sırasında şehrimize gelen New York Filarmoni Orkestrası Harbiye’de,
şimdiki Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nın bulunduğu yerdeki Spor ve Sergi
Sarayı’nda iki konser vermişti. Burası 1940’lı yıllarda Dünya Güreş Şampiyonası
dolayısıyla zamanın Belediye Başkanı Lütfi Kırdar tarafından yaptırılmış, adı
üstünde bir spor salonuydu. Gençliğimde burada basket maçlarına ve buz revüsü
gösterilerine gitmişliğim vardı ama konser salonu olarak kullanılması aklımın
köşesine bile gelmemişti.
Festival yöneticileri, 160
kişilik New York Filarmoni Orkestrası ve dinleyicilerin herhalde Atatürk Kültür
Merkezi’ne sığmayacağını düşünerek konserleri buraya almaya karar vermişti. O günlere
dönecek olursak 4 Nisan 1988 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde yazdığım yazının
bir yerinde şu cümleler geçiyordu:
“...[1985 yılında] Zubin Mehta ve
New York Filarmoni Orkestrası İstanbul'a geliyor diye yer yerinden oynamış, ilk
kez İstanbul'un doğru dürüst bir konser salonu olmaması ciddi biçimde gundeme
gelmiş ve Zubin Mehta sayesinde Spor ve Sergi Sarayı'nın konser salonuna
dönüştürülmesine tanık olmuştuk. Allah biliyor ya, o gün bugündür Spor ve Sergi
Sarayı'yla başımız dertte.”
Zubin Mehta, İstanbul’a daha önce
1965 yılında Los Angeles Filarmoni Orkestrası’yla gelmiş, konserlerini Şan
Sineması’nda vermişti. Dünya çapında ünü olan bu Hintli şef herhalde konser
verebilmek için 1965’den 1985’e kadar geçen 20 yıl boyunca ancak bir sinema
salonundan çıkıp spor salonuna terfi edebilen bu dünya şehrini epey küçümsemiş
olsa gerek ki Anakent Belediye Başkanı Bedrettin Dalan’a patlayıvermiş ve
İstanbul gibi bir şehrin doğru dürüst bir adet konser salonuna sahip olmamasına
çok şaştığını söylemiş.
22 Ocak 1989 tarihinde Cumhuriyet
Gazetesi’nde çıkan bir haberde Bedrettin Dalan:
“İki yıl önce New York Filarmoni
Orkestrası İstanbul’a gediğinde salon bulamadığı için Spor ve Sergi Sarayı’nda
konser vermek zorunda kaldı.
Ben dinlediğimde utandım. Onun
üzerine konser salonu yapımına karar verdik[...] İstanbul Avrupa’nın müzik
merkezi olmalı. Hem Doğu hem Batı, hem Ortadoğu müziği İstanbul’da aynı zevkle
dinleniyor[...] Salonun Genel Sanat Yönetmeliği’ne müzik yazarı Filiz Ali’nin
getirilmesi için bir takım formalitelerin tamamlanmasını bekliyoruz. Filiz
Hanım müziği çok iyi bilen biri. Buranın yöneticiliğini başarıyla yapacağına
inanıyorum,” demiş ve konser salonu macerası hızla başlamıştı.
Bedrettin Dalan, tebdil gezen
Padişahlarımız gibi sabahın erken saatlerinde şehrin içinde köşe bucak
dolaşarak baskınlar yapan hiper aktif bir Başkan’dı. Tabii kendisi erkenden
kalktığı için ekibinin de sabah kargalar kahvaltı etmeden patronun yanında
hazır ve nâzır olmaları gerekiyordu. Konser Salonu’nu böyle bir sabahın köründe
teftişe gittik Başkan’la. Bina Harbiye Askeri Müzesi’nin arkasındaki İtfaiye
binasının üzerine inşa edilmekteydi ve neredeyse bitmişti. Altında İtfaiye
binası olduğundan uzaması veya kısalması mümkün değildi. Statik nedenlerle
sahne boşluğu genişletilemiyor ve yükseltilemiyordu mühendislere göre.
Başkan, burada opera ve müzikal
de oynanacağını söylüyordu ama mimarlar projeye orkestra çukuru çizmeyi
unutmuşlardı. Hemen emir verildi, sahnenin altı kazılsın dendi. Ne yazık ki
sahnenin altını fazla kazmaya kalkarlarsa İtfaiye’nin tavanını delme tehlikesi
vardı. Sonuçta konser sırasında üstü kapatılmak koşuluyla göstermelik bir
orkestra çukuru yapıldı.
Koltuklar, halılar ısmarlanmış,
Amerika ve İngiltere’den akustik uzmanları gelmişti. Her şey tamamlanmak üzereydi
ama özellikleri nedeniyle uzmanlar tarafından ele alınması gereken, akla gelen
gelemeyen türlü sorunları içeren böyle bir girişimin nasıl ve kimler tarafından
işletileceği ve yönetileceği konusu üzerinde anladığım kadarıyla uzun uzadıya
düşünülmemişti. Tabii, ben gönüllü bir çaylak olarak öne atılınca ihale üstüme
kalacak gibi görünüyordu. Bedrettin Dalan’ın derdi Büyükşehir Belediye
Başkanlığı seçimlerinden önce bu salonun görkemli bir açılışını yapmaktı.
Olaylar bu aşamadan itibaren
yıldırım hızıyla gelişti. Dalan’ın sağ kolu Genel Sekreter rahmetli Atanur
Oğuz’la tanıştık. Özal döneminin o iş bitirici ekibi İstanbul Belediyesi’nde de
iş başındaydı. Adamlar gece gündüz demeden çalışıyorlardı. Benimle hemen
sözleşme yapılacak ve hiç vakit geçirmeden çalışmalara başlayacaktık. Ama bu
sefer içime kurt düşmüştü. Ben bu adamlarla nasıl çalışacaktım? Nasıl
güvenecektim? Devir 12 Eylül devriydi. Bizim çevrede Dalan hakkında bin bir
söylenti dolaşmaktaydı. Öte yandan neredeyse inşaatı bitmiş yepyeni gelinlik kız
gibi bir konser salonu sahipsizdi ve sahibini aramaktaydı. Tabii bugün
düşündüğümde bizim müzik ve sanat dünyasının kodamanları nasıl oldu da bu işe
benden önce atlamadılar diye soruyorum kendime. Boş bulundular herhalde.
İstanbul’un renkli simalarından
Avukat Mordo Dinar, geniş müzik bilgisi, görgüsü ve sevgisi ile İstanbul’daki
tüm konserlerin en sadık müdavimlerindendi. Atanur Oğuz’un karşısına yanımda
Mordo Dinar’ı destek alarak oturmaya karar verdim. Küstahlığım burada da
bitmiyordu. Atanur Oğuz’la onun makamında değil benim Kalıpçı sokaktaki evimde
buluşacaktık. Adam, herhalde “ la havle” çekerek bu kaprisime de boyun eğdi,
geldi bizim fakirhaneye. Mordo Dinar pazarlık masasında benim haklarımı
koruyacak, sözleşme maddelerini inceden inceye didikleyecekti hesapta. Konu
ücret meselesine geldiğinde Mordo, bana göre astronomik bir ücret talebetti.
İçimden “eyvah” dedim. Zaten Atanur’un yüzü pembeden kırmızıya dönmekteydi
sanki. Her an masadan kalkabilirdi. Ama tam tersi oldu. Atanur Oğuz, benim blöf
sandığım rakamı kabul etti, el sıkıştık ve ertesi gün yine kargalar kahvaltı
etmeden buluşmak üzere ayrıldık.
Çalışmalarımızı İstanbul
Büyükşehir Belediye binasında değil, Levent’te Prof. Dr. İlhami Karayalçın’ın
bürosunda sürdürecektik. İlhami Bey ve oğlu Alpaslan Karayalçın, yönetim
planlaması, yönetim geliştirme, organizasyon ve planlama konularında
uzmandılar. Konser Salonu projesini de onların danışmanlığında
gerçekleştirecektik. Karayalçın’ların bürosunda, 1988 yılı dünya ile iletişim
sağlama yöntemleri telefon, fax ve telex’ten ibaretti. Kara kara düşünüyorum,
“Nereden aldım başıma bu belayı?” diye.
Kasım 1988’de bir aylık İtalyan
araştırma bursu ile Milano, Venedik ve Floransa’ya gideceğim. Dalan’ın protokol
müdürü Reha Arar Bey de Kasım’ın sonunda Floransa Belediye Başkanı ile
görüşmeye gidecekmiş. “Sizinle Floransa’da buluşuruz, sizi Belediye Başkanı ile
tanıştırırım” diyor. Nitekim buluşuyoruz. Floransa Four Seasons Oteli’nde
kalıyor Reha Bey. Otelin şahane restoranında yiyecekmişiz öğle yemeğimizi.
Floransa Belediye Başkanı Massimo
Bogianchino’nun (Bocankino okunuyor) Floransa Communale Tiyatrosu ve Paris
Operası’nın müdürlüğünü yapmış, daha önceleri uzun bir piyanistlik kariyeri
olan, müzik çevrelerinde saygı duyulan bir sanatçı/yönetici olduğunu Leyla
Gencer’den öğreniyorum. Bogianchino, Leyla Hanım’ın yakın ahpabı. Leyla
Hanım’ın selamını götürüyorum Belediye Başkanına. Gencer adı İtalya’da bütün kapıları açan bir
anahtar olduğundan Bogianchino ile koyu bir sohbete giriyoruz ve konuyu
İstanbul’daki Yeni Konser Salonu’na getiriyor, işbirliği sözü alıyoruz Floransa
Belediye Başkanı’ndan.
KONSER SALONU AÇILIŞINA
HAZIRLANIYORUZ
İstanbul’a döndüğümde başıma
sardığım işin büyüklüğünü idrak etmeye başlamıştım. Hemen güvendiğim kişilerden
oluşan bir ekip kurmalıydım. Aklıma ilk gelen isim Ömer Umar olmuştu. Ömer,
delicesine müzik aşığı bir adam. Yıllarca kimsenin elini sürmek istemediği
klasik müzik menajerliğine soyunmuş, Lothar Schmidt adındaki Avusturyalı bir
genç adamla ortak olup 1960’lı yıllardan başlayarak sayısız konser organize
etmiş. Müzik dünyasında yerli ve yabancı tanımadığı yok. Bana yardımcı
olacağını biliyorum ama zor adam. Bütün ilişkilerimi ve bağlantılarımı devreye
sokmam gerek. Dalan, açılışın görkemli olmasını ve neredeyse kırk gün kırk gece
sürmesini istiyor. Prestij meselesi.
İstanbul Belediyesi Konser Salonu, sonuçta deliler gibi çalışılarak, türlü imkânsızlıklarla boğuşarak geçen günlerin ardından 6 konser ile açıldı.
16 Mart 1989 akşamı verilen Açılış Konseri’ne devlet protokolü dâhil, tüm büyük toplar davetliydi. Prestije prestij katmak için açılışa Richard Wagner’in torunun oğlu Gottfried Wagner’i bile çağırmıştık.
Ancak açılışa Kenan Evren’in gelmesi ufak çaplı bir krize neden oldu. Bana destek olur diye işe aldırdığım en güvendiğim kişilerden biri Kenan Evren’i protesto ederek, “Kapıda dikilip o adamı karşılamayacağını” söyledi. Dalan’ın protokol müdürü buna çok kızdı. “Devlet Başkanı’nı karşılamamak da ne demek, protesto etmeğe meraklıysan bu işi kabul etmeden önce düşünecektin. Madem burada çalışıyorsun karşılamak zorundasın” dedi, ben arada kaldım, daha siftah ilk bunalımımızı yaşamış olduk.
14 Mart 1989 gecesi, açılışı Rudolph Baumgartner’in yönettiği Lucerne Festival Yaylı Çalgılar Orkestrası yaptı. Solist İdil Biret’di. İkinci gece ünlü Rus kemancı Oleg Kagan ve Devlet Sanatçısı Ayla Erduran’ın Riga Oda Orkestrası eşliğinde Bach’ın 2 keman için konçertosunu yorumladıkları konser ile açılışlar devam etti. Ertesi gece Avusturyalı çellist Heinrich Schiff, piyanist Ayşegül Sarıca eşliğinde unutulmaz bir resital verdi, ardından Nevzat Atlığ ve korosunun konseri vardı, son gece de Hikmet Şimşek’in yönettiği İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası ve orkestranın iki başkemancısı Gülden Turalı
ve Yusuf Güler Aksöz’ün solist olduğu konser ile görkemli açılış konserleri sona erdi. Böylece her akşam başka bir programla ve uluslararası solistlerle şehrin en yeni konser salonunu hizmete açmış olduk.
Sonra belediye seçimleri geldi
çattı. Dalan’ın yeniden seçileceği garanti gibiydi. 26 Mart 1989 günü yapılan
seçimler sürprizle sonuçlandı. Dalan seçimi kaybetmiş ve Sosyal Demokrat Halkçı
Parti yani SHP adayı Dr. Nurettin Sözen belediye başkanlığını kazanmıştı. Buna
en çok şaşıran yine SHP’liler oldu. Belediyeciliğe hiç hazırlıklı değillerdi.
Kültür işlerinin başına Hilmi Yavuz’u getirdiler. Ömer Umar ve Hilmi Yavuz’un
Londra’dan arkadaşı olan Biltin Toker, Sözen’in danışmanı oldu. Oxford’da
mimari okumuş, devrimci mimari projeleri ile dikkat çekmiş ama Oxford’u
bitirememiş bir üstün yetenekli kişiydi Biltin. Dünya yüzünde bilmediği ve
anlamadığı hiç bir şey yoktu görünürde.
Daha işin başında bu “Triumvira”
ile yıldızımızın barışmayacağı belliydi.
Ayrıca, Konser Salonu konusuna
gelene kadar yapılacak tonla işi vardı bu yeni kadronun. Arada bizi unuttular,
yaz boyunca maaşlar verilmeyince çalışanlar birer ikişer ayrıldı. Odacı Fevzi
ile ben ve de fareler, kalakaldık koca binada. Bir süre “bu kadın belki de
kendiliğiden gider” diye düşündüler. Oysa benim gitmeye hiç niyetim yoktu.
Koltuğumun altında dosyalar dolusu raporlarla, gün aşırı belediyenin
koridorlarını arşınlıyorum. Biltin ve Hilmi’nin hiç hoşuna gitmiyor benim bu
ısrarım. Genel Sekreter Alev Coşkun farklı tabii. Onun da eli mahkûm. Koskoca
konser salonu sıcak patates gibi kucağına düşmüş, nasıl işletilecek bu salon?
Bir an önce halledilmesi gerekiyor. Sonunda ıkına sıkına yaz boyunca bana ve
odacı Fevzi’ye Hamidiye Sularından hayli düşük birer maaş bağladılar. Yaşasın!
Konser Salonu Genel Sanat Yönetmeni olarak belediyenin Hamidiye Suları kadrosundayım
artık.
Temmuz ayının en sıcak
günlerinden biriydi. Salondan çıktım, “ ne olacak bu salonun hâli?” diye
düşünerek dalgın dalgın yürüyorum eve doğru. Maçka Oteli’nin önünde heykeltıraş
Gürdal Duyar çıktı karşıma. “Gel, seninle Kandilli ’ye gidip bir yemek yiyelim!”
dedi. Yapacak başka işim yoktu o sırada, teklifini kabul ettim. Bonkörlüğü
üstündeydi Gürdal’ın. Taksiye bindik, geçtik Anadolu yakasına. Kandilli’de,
denize tepeden bakan ve de püfür püfür esen lokanta ile meyhanemsi bir yere
geldik, oturduk. Gürdal günün her saatinde severdi içmeyi. Rakısı hemen kondu
masaya zaten. Epey bir muhabbet ettik. Saat dörde doğru Gürdal, ilhamının
kıvamına gelmiş olacak ki “Hadi kalk, Hasan Usta’ya gidiyoruz.” dedi. Hasan
Usta’yı tanımam, etmem. Gürdal kafaya koymuş, gideceğiz. Yine bindik taksiye,
Göksu deresinin oralardaki çömlekçi Hasan Usta’ın atölyesine geldik. İçeri
girer girmez, Gürdal transa geçti hemen. Beni bir tabureye oturttu. Kocaman bir
parça çamuru alıp çömlekçi tezgâhının üzerine “lâp” diye koyuverdi.
Sonrası, tuhaf. O koca çamur parçası hızla bana benzemeye başladı. Yüzüme bakmıyordu bile artık. Kafasının içinde şekillenen Filiz’i büyük bir hızla çamurdan yaratıyordu. İki saat içinde büst tamamdı bana göre. Büstün üstünü nemli bezle örttü. “Yarın yine geliriz” dedi. Hasan Usta’nın atölyesine gidip gelmeler aralıklı olarak neredeyse bir ay sürdü. Ritüel hep aynıydı. Önce rakı ve sohbet, sonra çalışma. Dediğim gibi, büst aslında ilk gün bitmişti ama Gürdal üzerinde oynamayı seviyordu. Sonunda su koy verdim. “Bitti artık, bozacaksın, ben bir daha buraya gelmem, şunu fırınla da alayım gideyim” deyince Gürdal fena halde bozuldu ve küstü.
Hikâyenin devamı daha da tuhaftı.
Gürdal’ı o günden sonra uzun zaman görmedim. Ne o beni aradı, ne de ben onu.
Aradan belki de birkaç yıl geçti. Büstü unuttum. Bir gün Zeynep Rona aradı.
“Filiz, Gürdal senin büstünü yapmış mıydı?”, “Evet, ne oldu?” “Ben Hasan
Usta’nın atölyedeyim. Gürdal senin büstü burada bırakmış, bir daha da
uğramamış. Hasan Usta da kimindir bilmediği için bana sordu, tanıyor musun
diye, hemen tanıdım, sensin”. Büstüme
kavuşmuştum ama ne yazık ki Gürdal artık hayatta değildi.
(Cemal Reşit Rey Konser Salonu Kuruluş Hikayesi devam edecek....)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder