31 Aralık 2019 Salı

Leyla Gencer Yazıları III


Leyla Gencer Milano'daki evinde. 1988

Dünyada Adını Kendi Başına Duyuran Sanatçı: Leyla Gencer
Hürriyet Gösteri Aralık 1984
Filiz Ali
Aramızda kalsın ama geçtiğimiz Ağustos ayında Leyla Gencer’i yeniden keşfettim. “Biraz geç kalmışsın...” diyebilirsiniz. Ben de aynı kanıdayım. Hem de çok geç kaldım. Hepimiz çok geç kaldık ve bu büyük opera sanatçısını, sanatının doruğundayken opera sahnelerinde dinleyemedik, seyredemedik.
 Gelelim Leyla Gencer’i yeniden nasıl keşfettiğime: Onun son yıllarda Uluslararası İstanbul Festivali’nde verdiği konserleri dinlerken içimde hep bir kuşku, hep bir eksiklik duygusu vardı. Olağanüstü kaliteleri olan bir ses ama, “tam ses” kullanmıyor Leyla ya da çok az ve ekonomik kullanıyor. Olağanüstü bir sahne kişiliği ama, konser konumu içinde opera sahnesindeki dramatik yaratıcılığını yansıtması söz konusu değil. Olağanüstü bir müzisyen. Müzik cümlelerini kuruşu, onlara yüklediği anlam, soluğunu ustaca ayarlaması ve hem müzik dilini hem de söylediği eserin orijinal dilini kullanımındaki kusursuzluk, stil anlayışı, bilgisi ve ince beğenisi hayret verici ama, acaba biraz yapmacık mı? Niye böyle kuşkuluyum? İster istemez birilerinin etkisi altında kalmışım besbelli.
Leyla Gencer’in meslektaşlarından (Türkiye’dekiler doğal olarak) yıllar yılı şunları dinlemişim (çeşitli zamanlarda): “Leyla’nın sesi küçüktür ama akıllı kadındır. “Piyano”ları iyidir, sesinin ufaklığını piyanolarıyla örter. Eee, güzel kadın, dil biliyor, zaten annesi de Polonyalı’dır (Polonezköylü) laf aramızda. Güzelliğini de kullandı doğrusu. İtalya’da oturuyor zaten. İlişkiler filan bir şeyler yaptı herhalde oralarda...”
Türkiye’deki müziksever, Leyla Gencer’i bu tür laf ebeliğinin de katkısıyla 1950’lerin sonunda yitirmiş, kaptırmış Avrupa’ya. 1970’li yılların başına kadar onu hiç dinlememiş. Aradaki on beş yıl, bir sanatçının yaşamında çok uzun ve önemli bir kesit. O yıllarda dış ülkelere gitme olanağı bulan bir avuç müziksever, Leyla Gencer’i belki Londra’da, Paris’te, Milano’da veya Verona’da rastlantı eseri yakalayabilmiş. Ülkeye döndüğünde eşe dosta soluğu kesilerek anlatmış duyduklarını, gördüklerini. Çoğumuz burun kıvırmayı sürdürmüşüz. Aradan yıllar geçmiş, Maria Callas, Renata Tebaldi gibi Leyla Gencer’le aşağı yukarı aynı yıllarda parlayan ve primadonna geleneğini bütün görkemiyle yaşatan son büyük sopranolar teker teker şarkı söylemekten ve sahneye çıkmaktan vazgeçmişler. Leyla Gencer ise opera sahnesinden konser sahnesine geçerek kariyerine devam etmiş.
Leyla Hanımla 1982 yılının Temmuz ayında Doğan Hızlan’la birlikte bir konuşma yapmışız. (“Leyla Gencer ile Herşey Üstüne” Cumhuriyet 8-9 Temmuz 1982) Konuşmanın bir yerinde bakın sanatçı ne diyor.
“Deliler gibi çalışırdım. On günde bir opera çıkarırdım. Operayı bir ay içinde mükemmelliğe eriştirebilmek için canım çıkardı. Korrepetitörün de canını çıkarırdım. Bir müzik cümlesini yüzlerce defa tekrarlardım. Sesin, piyano gibi, keman gibi, yani herhangi bir enstruman gibi üzerinde çalışılması gerekir. Niye şimdiye kadar ben böyleydim? Bu egzersizleri bırakmadığım için. Aslında opera söylemek daha kolaydır konserden. Çünkü operada tek başınıza değilsiniz. Kendi partinizi öğreniyorsunuz, ötekiler de size yardım ediyor. Düetler var, koro var. En fazla iki, bilemediniz üç arya söylersiniz. Resital öyle mi? Resitalde dinleyicinin ilgisini iki, üç saat sürekli çekmeniz gerekiyor. Bir konser için üç ay çalışıyorum. Bir yılda ancak üç konser çıkabiliyor bu çalışmayla.”
 Bu sözler, yarım saat şarkı söyledi mi sesi yorulan, yılda belki bir opera bir de resital çıkardı mı epey iş görmüş sayılan şarkıcılara ibret olmalı.
Leyla Gencer’i yeniden nasıl keşfettiğimi artık herhalde merak ediyorsunuzdur. Amerika’yı yeniden keşfetmek gibi bir şey bu. 1984 yılının Ağustos ayında Paris’te St. Germaine Bulvarı’nda avare avare dolaşırken, bir plakçının vitrininde Leyla Gencer’in o güzel yüzüyle karşı karşıya geldim. Albümün adı Leyla Gencer in Scena’ydı. Yanında bir plak daha. L’Art de Leyla Gencer. Hemen içeri girip ne kadar Gencer plağı varsa çıkarttırdım. Plakların tümü korsan denilen türdendi. Yani belirli bir plak şirketi tarafından yapılmış stüdyo kayıtları değil, temsil sırasında, olumsuz koşullar altında alınmış, kötü kalite band kayıtlarıydı. Birkaç tane radyo kaydı vardı ki, bunlar ötekilerin yanında zemzemle yıkanmış sayılabilirdi. Çoğunda sahne gürültüleri, ayak sesleri, elbise hışırtıları, salondan gelen öksürükler ve ama en önemlisi daha aryalar birmeden patlayan çılgınca alkışlar ve “brava” sesleri.
Leyla Gencer in Scena plağındaki kayıtlar, 1957 ile 62 yılları arasında Milano, La Scala; Buenos Aires, Teatro Colon; Trieste, Floransa, Palermo, Salzburg Festivali ve Venedik, La Fenice Tiyatrosu’ndaki temsiller sırasında yapılmış. Soprano repertuarının akla gelen her stilindeki eserleri yetkinlikle yorumladığı görülüyor Gencer’in bu kayıtlarda. Mozart’ın Saraydan Kız Kaçırma ve Don Giovanni’sinden tutun da, Bellini’nin I Puritani, Donizetti’nin Anna Bolena, Lucia di Lammermoor, Roberto Devereux, Massenet’nin Werther, Verdi’nin La Battaglia di Legnano, La Forsa del Destino, Macbeth, Rigoletto, Simon Boccanegra, I Due Foscari, Nabucco ve Il Trovatore operalarının birbirine hiç benzemeyen bir ses paleti içinde vermişti Leyla Gencer.
Tulio Serafin, Vittoria Gui, Arturo Basile, Gianandrea Gavazzeni, Alfredo Simonetto, ve Herbert von Karajan gibi şeflerin yönetiminde yorumladığı operalardı bunlar. Sahnede temsil sırasında yapılan bu amatör kayıtlarda tek bir sürçme yoktu. Ağzından çıkan her sözcük, bütün netliğiyle anlaşılıyordu. Canlandırdığı kahramanın kişiliğine büründüğünü, onu sahnede görmeden, kötü koşullar altında yapılmış bu kayıtlarda bile hissetmemeye olanak yoktu. O, küçük denilen ses, Gencer istediğinde dev gibi büyüyor, bütün duygusallığıyla canlandırdığı kahramanın dramatik kişiliğini yansıtıyordu. Tam, “ama ağır bir ses, hafifliği yok” derken, Rigoletto operasında Gilda’nın “Gualtier Malde” sözleriyle başlayan aryasının koloratura pasajlarını tüy gibi hafiflikle ve kolaylıkla, pırıl pırıl bir tınıyla söyleyiveriyor ve insanı şaşırtıyordu.
Gariptir, yine aynı günlerde, Paris’te Maria Callas’ın 1957 ile 62 yılları arasında dünyanın en iyi plak şirketleri tarafından yapılmış stüdyo kayıtlarını içeren The Art Of The Primadonna albümüyle karşılaştım. Leyla Gencer ve Maria Callas, aynı yıllarda, aşağı yukarı aynı repertuarı söylemekteymişler meğerse.
Callas’ın albümündeki kayıtların kalitesi mükemmel, en iyi orkestralar, en iyi şefler ve en iyi ses alma olanakları. Yanlış anlaşılmasın, Maria Callas hayran olduğum bir şarkıcıdır ve öyle de kalacaktır. Sesi olağanüstü geniş ve güçlüdür. Onun dramatik duyarlığına ulaşabilen bir başka opera sanatçısı henüz yetişmemiştir. Ne var ki Maria Callas’ın sesi, bazı bazı bir değil üç insanın gırtlağından çıkıyormuş gibi farklıdır. Hatta, zaman zaman sanki bir kuyunun dibinden gelir sesi. Düz bir çizgisi, belirli bir rengi yoktur, daha doğrusu pek çok rengi vardır. Kariyerinin sonuna doğru tizlerde sallanır. Son derece çarpıcı ve yırtıcıdır. Koloraturaları şeytanca hızlı ve nettir. İnanılmaz bir şarkı söyleme kolaylığı varmış gibi görünse de, onun da Leyla Gencer gibi ölesiye çalışkan olduğu bilinir.
Maria Callas’ta Leyla Gencer’de olmayan çok önemli bir fazlalık vardır. Uluslararası destek. Leyla Gencer, Avrupa’da tek başınadır. Oysa Callas, Yunan asıllı Amerikalıdır, üstelik Meneghini adlı milyoner bir İtalyan menejerle evlidir. Avrupa ve ABD’de sözü geçen her kesimin salonları ona açıktır. Opera, konser ve plak angajmanları sorun değildir.
Değeri tartışılmaz Maria Callas ile yine değeri tyartışılmaz Leyla Gencer arasındaki tek ve en önemli ayırım, birine tüm kapıların ardına kadar açılması, ötekine ise aynı kapıların hep zorlukla aralanmasıdır. Uzun sözün kısası Leyla Gencer, bugün dünyada kendi başına adını duyurmuş tek Türk opera sanatçısıdır ve hâlâ Devlet Sanatçısı olmamıştır.
(Leyla Gencer, bu yazıdan dört yıl sonra 1988 yılında Devlet Sanatçısı oldu)



1 yorum: