28 Ocak 2010 Perşembe


BARIŞ VE MÜZİK İLİŞKİLERİ





Müzikte “Barış” kavramının, çok sesliliğin adım adım gelişme gösterdiği on yüzyıl boyunca bestecilerin yaratma süreçlerinde birinci derecede önemli bir yeri yoktu. Hatta Ortaçağ ve erken Rönesans dönemlerinde dini müzik dışındaki yaratılarda doğa, aşk ve şehvet konularının hemen ardından kahramanlık konularının işlendiği bilinen bir gerçektir. Örneğin, 1485 ile 1558 yılları arasında yaşamış olan Clément Jannequin, bugün en çok La Guerre ou la Bataille de Marignan yani “Marignan Savaşı” adını taşıyan çok sesli vokal eseriyle anımsanır müzik tarihinde. Jannequin, bu eserinde insan sesleriyle bir savaş alanının seslerini tüm gerçekçiliğiyle, kılıç şakırtılarına varıncaya dek canlandırmıştır.

Claudio Monteverdi


Claudio Monteverdi’nin (1567-1643) 1638’de Madrigali volume guerrieri e amorosi başlığı altında topladığı “Savaş ve Aşk üzerine Madrigaller” kitabında yer alan Il combattimento di Tancredi e Clorinda adlı dramatik kantata veya dramatik madrigalinde, iki ortaçağ şövalyesinin kılıçlarıyla ölümüne savaşmaları canlandırılır. Monteverdi bu eserinde Tasso’nun Gerusalemme Liberata adlı uzun şiirini kullanır. Zırh ve miğfer kuşanmış savaşçılardan birinin kadın olduğu ancak Tancredi’nin ölümcül kılıç darbesini vurduğu kişinin sevgilisi Clorinda olduğunu anladığı anda ortaya çıkar. Rönesansın hümanist felsefesi, Monteverdi’nin ortaçağ kahramanlık ve savaş öykülerine ilgi göstermesini engelleyememiştir.

Beethoven bile Fransız devriminden etkilenerek, özgürlük ve kardeşlik ilkelerini savunmasıyla tanınmasına rağmen 3 no.lu “Eroica” Senfonisini bir kahramanın anısına adamıştı. Bu kahraman, sonradan imparatorluk tacını giyerek Beethoven’in gözünden düşen Napoleon’nun ta kendisiydi. Beethoven gibi hümanist bir besteci bile ancak 9. Senfonisine ulaştığında ünlü Alman şairi Schiller’in mısralarıyla “barış”ı, “kardeşliği” çağıracaktı.

Çaykovski gibi 19. yüzyıl müziğinin en zarif, en melankolik, en duygulu eserlerini bestelemiş olan bir yaratıcı, 1812 Uvertürü ile konser salonuna savaşı, başkaldırıyı ve top ateşini getirecekti.

Avrupa’da milliyetçilik akımlarının güç kazandığı, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu gibi çok uluslu imparatorlukların dağılma sürecine girdiği, Alman birliğinin ve İtalyan birliğinin kurulması için milliyetçi söylemin ağırlığının gölgesinde büyük mücadelelerin verildiği 19. yüzyılın ikinci yarısında müzikte “barış” nağmeleri aramak boşunaydı. Richard Wagner, Der Ring Des Nibelungen, Nibelungen Halkası ya da Nibelungen Yüzüğü adını verdiği dört operalık büyük tetralojisinde savaşla yani güç göstererek iktidarı ve parayı ele geçirmenin övgüsünü ya da belki başka bir yorumla yergisini yapmıştı.

Savaşı; bağımsızlığa, özgürlüğe kavuşma, haksızları tepeleme, tiranları alaşağı etme ülküsü ve amacıyla yücelten kahramanlık destanları ile doluydu 19. yüzyılda yaratılan pek çok opera ve senfonik eser. İyi kahramanlar, kötüleri yeniyor ve halkını huzura kavuşturuyordu.

Ne var ki 20. yüzyılın ilk büyük savaşına bu büyük ideallerle gönüllü katılan pek çok genç, artık savaşın kurallarının değiştiğini fark ettiklerinde iş işten çoktan geçmişti.


  İngiliz şairi Wilfred Owen, Birinci Dünya Savaşının son günlerinde, ateşkes ilanından bir kaç gün önce Fransız – Alman cephesinde vurularak öldüğünde yirmi beş yaşındaydı. Cepheden annesine gönderdiği şiirlerinden birinde –en dayanıklı, en yiğit oğlunu, başkalarının yiğit oğullarına karşı savaşa ve ölüme gönderenlerden söz ediyor ve “He slew his son and half the seed of Europe one by one” diyordu.

Benjamin Britten (1913-1976), “Savaş Ağıtı”, War Requiem adlı eserinde Owen’ın şiirleri ile Katolik liturjisindeki Ölüm Mes’inin, Missa pro defunctis’in bazı bölümlerini, birbirlerini tamamlayacak biçimde işlemişti. Ölüm Mes’inin Quam olim Abrahae bölümünde İbrahim peygamberin oğlunu kurban etmeye hazırlanması anlatılır. Britten burada Ölüm Mes’i ile Owen’ın şiirini yani, öz oğlunu kurban etme olgusunu yan yana getirir.


Britten, War Requiem adlı eserini bestelemeyi 1962 yılında bitirdi ve ayni yıl eser, savaş sırasında Alman bombalarıyla yerle bir edilip, sonradan yeniden inşa edilen Coventry Katedrali’nde icra edildi. Eser, Britanya’yı ya da Britanya askerini yücelten bir eser değildi. Tam tersine, değişik uluslardan insanların birbirlerine düşmanlığını körükleyen savaşa karşı bir isyan niteliği taşıyordu War Requiem. Ve, besteci bu görüşüne güç kazandırmak için eserin ilk icrasında bir Alman baritonunu, Dietrich Fischer-Dieskau’yu, bir Britanyalı tenoru Peter Pears’ı ve bir de Rus sopranoyu Galina Vishnevskaya’yı görevlendirmişti.

 Bariton ve tenor solistlerin seslendirdikleri text, Wilfred Owen’ın savaş karşıtı şiirleri üzerine kuruluydu. Öte yandan soprano solist, Ölüm Mes’inin bağışlayıcı bölümlerini seslendiriyor, çocuk korosu ile org ise insanın tüm ihtiras ve hırslarından uzak bir düzlemi, barış ve huzur düzlemini temsil ediyordu. Britten, inanmış bir “pasifist” yani savaş karşıtıydı. Oysa savaş boyunca, Nazi Almanya’ sına karşı top yekûn savaşa giren İngiltere’de savaş karşıtı olmak hiç de popüler bir tavır olmamasına rağmen bu inancını sonuna kadar savundu ve bedelini de ödemeye razı oldu.

Birinci Dünya Savaşı, Britanya adalıları kötü etkilemişti. Britanya İmparatorluğu ilk kez büyük kayıplar verdiği bir savaşla karşı karşıya kalmıştı. Ralph Vaughan-Williams (1872-1958), 1914-18 savaşında askerlik çağını geçtiği halde askere alınmış ve savaş boyunca yaşadığı karabasanın izlerini uzun yıllar üzerinden atamamış bir Galli / Britanyalı besteciydi.
O da Britten gibi çok dindar olmamakla birlikte, Hıristiyan liturjisinde “barış” sloganını en etkileyici biçimde “Dona nobis pacem”, (Tanrım Bize Barış Getir) sözleriyle veren Ölüm Mes’ine yakın hissetmişti kendini.
1936 yılında soprano, bariton, koro ve orkestra için bestelediği kantat da Dona nobis pacem başlığını taşıyordu. Ancak, kantatın sözlerinin büyük bir bölümü yine bir savaş karşıtı olan Amerikalı şair Walt Whitman (1819-1891) tarafından 1862 ile 65 yılları arasında Amerikan İç Savaşı gazilerinin iç paralayıcı durumlarına tanık olduktan sonra yazılmış şiirlerdi. Bunlar “Beat, Beat, Drums!”, “Reconciliation” ve “Dirge for two veterans” başlıklı şiirlerdi. Kantatın sadece başlangıç ve bitiş bölümlerinde İncil’den barışçıl bölümler yer alıyordu.
 1939 ile 1942 yılları arasında birbirlerinden habersiz iki besteci yine “barış” ve “humanism” aşkı ile birer oratoryo bestelediler. Bestecilerden biri İngiliz, öteki de Türk’tü. Sir Michael Tippett (1905-1998) ve Ahmed Adnan Saygun (1907-1991).
 Michael Tippett de Britten gibi “pasifist” yani savaş karşıtı olduğunu saklamıyordu. İşte bu nedenden İkinci Dünya Savaşı sırasında üç ay kadar hapis yatmıştı.
Tippett, A Child of our Time, “Zamanımızın Çocuğu” diye Türkçeleştireceğimiz oratoryosunu 1941 yılında bitirdiğinde Türkiye’de de Saygun, soprano, alto, tenor ve bas solo, koro ve orkestra için Yunus Emre oratoryosunu besteleme aşamasındaydı ve eserini 1944 yılında bitirdi.

Adnan Saygun, Yunus için der ki: “ Yunus Emre’nin hayat-ölüm muammaları üzerindeki düşünmelerini, şaşkınlıklarını, ölümden sonraya ait olarak yapılan telkinler karşısında irkilmelerini, korkularını ve nihayet “Huzur”a götüren yolu aramaya koyulmasını ve bu yolda sendeleye sendeleye ilerlemesini şiirlerinde rahatlıkla takip edebiliyoruz.”

Prof. Dr. Birol Emil ise şöyle diyor: “Türk milletinin akıncılığa dayanan atlı-göçebe medeniyetinden toprağa ve şehirleşmeye bağlı yerleşik medeniyete geçişinde maddi kuvveti temsil eden kahramanların savaşçı ruhu kadar manevi kuvveti taşıyan velilerin barışçı ruhunun da gerek tarihi gerekse dini ve edebi bakımdan büyük önemi vardır.”[1]

Ve ne diyordu Yunus Emre: “Düşmanımız kindir bizim / Biz kimseye kin tutmayız/ Kamu alem birdir bize.” Ya da “Gelin tanış olalım / İşi kolay kılalım / Sevelim, sevilelim / Bu dünya kimseye kalmaz.”




Tippett ise, A Child of Our Time oratoryosunu İkinci Dünya Savaşının arifesinde gelişen bir olaydan etkilenerek bestelemeye başlamıştı. 1938’de Paris’te Ernest von Rath adında bir Nazi öldürüldü. Cinayeti Polonyalı bir Yahudi genci işlemişti. Olayın hemen ardından Berlin’de ünlü Krystal Nacht yıkımı patlak verdi. Cinayet bahanesiyle kışkırtılan bu yıkım hareketi, Yahudi’lerin sistematik bir biçimde yok edilmesine kadar varacak olan trajik olayların başlangıç kıvılcımıydı.


Tippett’i, ilk başta ilgilendiren cinayeti işleyen Yahudi gencin, Herschel Grynspan’ın dramıydı. Yazacağı eserin librettosunu T.S.Elliot’un kaleme almasını istemişti ama Elliot’dan olumlu yanıt alamayınca text’i kendisi yazmaya karar verdi. Korkunç yıkım ve kıyam karşısında “zamanımızın çocuğunun” tek başına bırakılmışlığını anlatan text’te, Amerikan siyah köle şarkılarından da yararlanarak ezilen insanın soylu başkaldırısını barışa yönelik bir umut ışığı gibi vererek dengelemişti besteci.


İkinci Dünya Savaşına tanık olan bestecilerin yaşadıklarını yaratıya çevirmeleri çok doğaldı. Hele Yahudi soy kırımı tüm insanlığın vicdanında onarılmayacak kadar ağır yaralar açmıştı. Savaş çıkmadan önce 1936’da Amerika’ya Los Angeles’e göçen Avusturyalı besteci Arnold Schoenberg (1874-1951) için Yahudi olmak, dindarlık veya milliyetçi olmak gibi meseleler o denli önem taşımazken, savaş sırasında ve sonrasında yaşanan korkunç olaylar onu Yahudi köklerine ve dinine yeniden bakmaya yöneltmişti. İşte A Survivor From Warsaw, bu yeni duyarlıklarla bestelenmiş bir çeşit ağıt niteliği taşır. Eser, soprano ve bariton solo, bir konuşmacı, koro ve orkestra için bestelenmiş. Varşova gettosundan canlı kurtulan bir Yahudi’nin tanıklığı söz konusu. Konuşmacı bu kurtulan kişiyi canlandırır. Schoenberg, bu eserinde kendi özgün kuramı olan 12 ton dizisi sisteminden vazgeçmemekle ve kullanmakla birlikte, eserin sonunda konu gereği tonaliteye geri döner ve Yahudilerin “Beni duy, Ey İsrail” ilahisi ile geleceğe yönelik bir umut ışığı yakar.


1941 yılı Eylül ayında Almanlar Kiev’i işgal ettiler. Bir hafta sonra şehrin duvarlarında Yahudilerin yeniden yerleştirileceklerine dair afişler görüldü.
Otuz bin civarında Kiev Yahudi’si şehrin merkezinde toplandı ve şehrin dışında Babi Yar diye bilinen bir uçurumun kenarına getirildi. İşte burada arkalarında Almanlarla işbirliği yapan Ukrayna polisi tarafından Alman Einsatzkommando birliğinin makineli tüfeklerinin ateşine doğru iteklendiler. İki gün süren bu katliam sonunda Babi Yar’da resmi Alman istatistiklerine göre 33.771 Yahudi öldürülmüştü.


Polonya-Lituanya kökenli bir Rus vatandaşı olan Dmitri Şostakoviç (1906-1975), damarlarında bir damla Yahudi kanı olmamasına rağmen, belki de 20. yüzyılın en dramatik, en dokunaklı Yahudi Katliamı ağıtını bestelemişti. Şostakoviç, 13. Senfoni’ sine “Babi Yar” adını verdi. Bas solo, erkek korosu ve orkestra için 1962 yılında yazılan bu eserde Yevgeni Yevtuşenko’nun beş şiiri yer alıyordu. Eserin ilk icrası epey sorunlu oldu. Resmi Sovyet makamları böyle bir konunun yeniden ısıtılmasından hiç hoşlanmamışlardı. Orkestra şefi Yevgeny Mravinsky konserden bir gün önce aniden hastalanmak zorunda kaldı. Ne var ki, resmi makamlar bir diğer ünlü orkestra şefi Kiril Kondraşin’i de hasta olmaya ikna edemeyince 13. Senfoni, 18 Aralık 1962’ de Leningrad Filarmoni Orkestrası tarafından yorumlanabildi.



Savaş ve barış konusu 20. yüzyıl bestecilerinin çoğunu derinden etkileyen konulardır. Birbirleriyle ideolojik açıdan zıt kamplarda yaşayan iki bestecinin ayni mesele üzerinde hassasiyetle durduklarına tanık olabiliriz örneğin. Venedik’li komünist besteci Luigi Nono (1924-1990) ile komünist bir ülkede koyu bir Katolik olarak yaşamayı ve mistisizmi seçen Polonyalı besteci Krzysztof Penderecki (1933), Hiroşima’ya atılan atom bombasının korkunç sonuçları karşısında ayni yerde buluşabiliyorlar.



Penderecki ve Filiz Ali, Haziran 1987, İstanbul


Penderecki, 1960 yılında 52 adet yaylı çalgı için Hiroşima Kurbanlarına Threnody “Ağıt” adlı eserini besteliyor önce. Threnody, bestecinin en avant-garde yani deneysel döneminin yaratılarından biri. Burada 52 yaylı çalgının her birinin ötekinden bağımsız olarak hem ses, hem ritm, hem de ses şiddeti öğeleri açılarından tam bir kakafoni yaratmaları ön görülmüş ve Hiroşima cehennemi böyle canlandırılmış.






Luigi Nono ise, gençliğinde Anton Webern’in etkisinde kalmış, yani atonal müziği benimsemiş bir besteciyken, daha sonraki yıllarda yarattığı eserlerde komünist inancının etkisiyle daha çok “protest” öğelere doğru kaydığı görülür. Eserlerinde bol miktarda gürültü çıkartan vurmalı çalgı ve elektronik tape kullanır. Ne var ki, istemese de, dinsiz bir komünist de olsa, o sadece İtalyanlara özgü lirik anlatım yeteneğini bastırmayı başaramaz. Canti di vita e d’amore “Hayat ve Aşk Şarkıları”, 1962 yılında soprano ve tenor solo ile orkestra için bestelenmiş 3 bölümden oluşur. Birinci bölüm Sul ponte di Hiroshima “Hiroşima köprüsü üzerinde” adını taşır. Üçüncü bölümde ise besteci, Cesare Pavese’nin Tu, “Sen” adlı şiiri ile savaştan sonra, savaş öncesi hayatı anımsamaya çalışır. Nono, insanlığın en büyük düşmanı olan savaşa karşı duyduğu nefreti dile getirmiştir Hayat ve Aşk Şarkıları’nda.




Son olarak 1976 yılında bestelenip, 1993’e kadar hiç bir yerde hiçbir ilgi görmeyen, ama o yıl birdenbire İngiltere, Amerika ve Fransa’da 200 binin üzerinde satarak CD listelerinin başına geçen bir eserden söz etmek istiyorum. Henryk Gorecki, Zakopane’deki dağ köşkünde inzivaya çekilmiş Polonya’lı bir bestecidir. Gorecki de Penderecki gibi 1933 yılında doğmuş. İkinci Dünya Savaşı sırasında sadece bir çocukmuş o da, ama savaşın izlerini tüm yaşamı boyunca o da belleğinin derinliklerinden silememiş olacak ki kırk yaşından sonra “Hüzünlü Şarkılar” alt başlıklı 3. Senfonisi’ni bestelemiş. Sessiz bir haykırış, güçlü bir barış çağrısıdır 3. Senfoni. Senfoninin birinci bölümünde bir 15. yüzyıl Polonya ilâhisinden melodi ve stil açısından yararlanır besteci. İkinci bölümdeki esin kaynağı 18 yaşındaki bir genç kızın Zacopane’deki Gestapo zindanlarında, hücresinin duvarına yazdığı bir duadır. Ailesinin yarısından fazlasını toplama kamplarında yitiren bir insanın, Gorecki’nin “barış çağrısı”dır bu eser ve Doğu Avrupa mistik-minimalizminin klasikleri arasında yerini şimdiden garantilemiştir.


Besteciler, 20. yüzyıl savaşlarının yıkımını ve kıyamını sonraki kuşaklara unutturmayacak duyarlıkta ve etkinlikte eserleriyle bir bakıma insanlık adına günah çıkarmışlardı. Onların “barış” çağrılarını acaba sağır kulaklar duymamaya ne kadar devam edecekler?
[1] T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul Devlet Opera ve Balesi A. Adnan Saygun Yunus Emre Oratoryosu program kitapçığı (1987-88 sezonu)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder