Leyla Gencer Milano'daki evinde. 1988
Dünyada
Adını Kendi Başına Duyuran Sanatçı: Leyla Gencer
Hürriyet
Gösteri Aralık 1984
Filiz
Ali
Aramızda kalsın ama geçtiğimiz Ağustos ayında Leyla
Gencer’i yeniden keşfettim. “Biraz geç kalmışsın...” diyebilirsiniz. Ben de
aynı kanıdayım. Hem de çok geç kaldım. Hepimiz çok geç kaldık ve bu büyük opera
sanatçısını, sanatının doruğundayken opera sahnelerinde dinleyemedik, seyredemedik.
Gelelim Leyla
Gencer’i yeniden nasıl keşfettiğime: Onun son yıllarda Uluslararası İstanbul
Festivali’nde verdiği konserleri dinlerken içimde hep bir kuşku, hep bir
eksiklik duygusu vardı. Olağanüstü kaliteleri olan bir ses ama, “tam ses” kullanmıyor
Leyla ya da çok az ve ekonomik kullanıyor. Olağanüstü bir sahne kişiliği ama,
konser konumu içinde opera sahnesindeki dramatik yaratıcılığını yansıtması söz
konusu değil. Olağanüstü bir müzisyen. Müzik cümlelerini kuruşu, onlara
yüklediği anlam, soluğunu ustaca ayarlaması ve hem müzik dilini hem de
söylediği eserin orijinal dilini kullanımındaki kusursuzluk, stil anlayışı,
bilgisi ve ince beğenisi hayret verici ama, acaba biraz yapmacık mı? Niye böyle
kuşkuluyum? İster istemez birilerinin etkisi altında kalmışım besbelli.
Leyla Gencer’in meslektaşlarından (Türkiye’dekiler
doğal olarak) yıllar yılı şunları dinlemişim (çeşitli zamanlarda): “Leyla’nın
sesi küçüktür ama akıllı kadındır. “Piyano”ları
iyidir, sesinin ufaklığını piyanolarıyla örter. Eee, güzel kadın, dil biliyor,
zaten annesi de Polonyalı’dır (Polonezköylü) laf aramızda. Güzelliğini de
kullandı doğrusu. İtalya’da oturuyor zaten. İlişkiler filan bir şeyler yaptı
herhalde oralarda...”
Türkiye’deki müziksever, Leyla Gencer’i bu tür laf
ebeliğinin de katkısıyla 1950’lerin sonunda yitirmiş, kaptırmış Avrupa’ya.
1970’li yılların başına kadar onu hiç dinlememiş. Aradaki on beş yıl, bir
sanatçının yaşamında çok uzun ve önemli bir kesit. O yıllarda dış ülkelere
gitme olanağı bulan bir avuç müziksever, Leyla Gencer’i belki Londra’da,
Paris’te, Milano’da veya Verona’da rastlantı eseri yakalayabilmiş. Ülkeye
döndüğünde eşe dosta soluğu kesilerek anlatmış duyduklarını, gördüklerini.
Çoğumuz burun kıvırmayı sürdürmüşüz. Aradan yıllar geçmiş, Maria Callas, Renata
Tebaldi gibi Leyla Gencer’le aşağı yukarı aynı yıllarda parlayan ve primadonna geleneğini bütün görkemiyle
yaşatan son büyük sopranolar teker teker şarkı söylemekten ve sahneye çıkmaktan
vazgeçmişler. Leyla Gencer ise opera sahnesinden konser sahnesine geçerek
kariyerine devam etmiş.
Leyla Hanımla 1982 yılının Temmuz ayında Doğan
Hızlan’la birlikte bir konuşma yapmışız. (“Leyla Gencer ile Herşey Üstüne”
Cumhuriyet 8-9 Temmuz 1982) Konuşmanın bir yerinde bakın sanatçı ne diyor.
“Deliler gibi çalışırdım. On günde bir opera
çıkarırdım. Operayı bir ay içinde mükemmelliğe eriştirebilmek için canım
çıkardı. Korrepetitörün de canını çıkarırdım. Bir müzik cümlesini yüzlerce defa
tekrarlardım. Sesin, piyano gibi, keman gibi, yani herhangi bir enstruman gibi üzerinde
çalışılması gerekir. Niye şimdiye kadar ben böyleydim? Bu egzersizleri
bırakmadığım için. Aslında opera söylemek daha kolaydır konserden. Çünkü
operada tek başınıza değilsiniz. Kendi partinizi öğreniyorsunuz, ötekiler de
size yardım ediyor. Düetler var, koro var. En fazla iki, bilemediniz üç arya
söylersiniz. Resital öyle mi? Resitalde dinleyicinin ilgisini iki, üç saat
sürekli çekmeniz gerekiyor. Bir konser için üç ay çalışıyorum. Bir yılda ancak
üç konser çıkabiliyor bu çalışmayla.”
Bu sözler,
yarım saat şarkı söyledi mi sesi yorulan, yılda belki bir opera bir de resital
çıkardı mı epey iş görmüş sayılan şarkıcılara ibret olmalı.
Leyla Gencer’i yeniden nasıl keşfettiğimi artık
herhalde merak ediyorsunuzdur. Amerika’yı yeniden keşfetmek gibi bir şey bu.
1984 yılının Ağustos ayında Paris’te St. Germaine Bulvarı’nda avare avare
dolaşırken, bir plakçının vitrininde Leyla Gencer’in o güzel yüzüyle karşı
karşıya geldim. Albümün adı Leyla Gencer
in Scena’ydı. Yanında bir plak daha. L’Art
de Leyla Gencer. Hemen içeri girip ne kadar Gencer plağı varsa
çıkarttırdım. Plakların tümü korsan denilen türdendi. Yani belirli bir plak
şirketi tarafından yapılmış stüdyo kayıtları değil, temsil sırasında, olumsuz
koşullar altında alınmış, kötü kalite band kayıtlarıydı. Birkaç tane radyo
kaydı vardı ki, bunlar ötekilerin yanında zemzemle yıkanmış sayılabilirdi.
Çoğunda sahne gürültüleri, ayak sesleri, elbise hışırtıları, salondan gelen
öksürükler ve ama en önemlisi daha aryalar birmeden patlayan çılgınca alkışlar
ve “brava” sesleri.
Leyla
Gencer in Scena plağındaki kayıtlar, 1957 ile 62
yılları arasında Milano, La Scala; Buenos Aires, Teatro Colon; Trieste,
Floransa, Palermo, Salzburg Festivali ve Venedik, La Fenice Tiyatrosu’ndaki
temsiller sırasında yapılmış. Soprano repertuarının akla gelen her stilindeki
eserleri yetkinlikle yorumladığı görülüyor Gencer’in bu kayıtlarda. Mozart’ın Saraydan Kız Kaçırma ve Don Giovanni’sinden tutun da,
Bellini’nin I Puritani, Donizetti’nin
Anna Bolena, Lucia di Lammermoor, Roberto
Devereux, Massenet’nin Werther,
Verdi’nin La Battaglia di Legnano, La
Forsa del Destino, Macbeth, Rigoletto, Simon Boccanegra, I Due Foscari, Nabucco
ve Il Trovatore operalarının
birbirine hiç benzemeyen bir ses paleti içinde vermişti Leyla Gencer.
Tulio Serafin, Vittoria Gui, Arturo Basile,
Gianandrea Gavazzeni, Alfredo Simonetto, ve Herbert von Karajan gibi şeflerin
yönetiminde yorumladığı operalardı bunlar. Sahnede temsil sırasında yapılan bu
amatör kayıtlarda tek bir sürçme yoktu. Ağzından çıkan her sözcük, bütün
netliğiyle anlaşılıyordu. Canlandırdığı kahramanın kişiliğine büründüğünü, onu
sahnede görmeden, kötü koşullar altında yapılmış bu kayıtlarda bile
hissetmemeye olanak yoktu. O, küçük denilen ses, Gencer istediğinde dev gibi
büyüyor, bütün duygusallığıyla canlandırdığı kahramanın dramatik kişiliğini
yansıtıyordu. Tam, “ama ağır bir ses, hafifliği yok” derken, Rigoletto operasında
Gilda’nın “Gualtier Malde” sözleriyle başlayan aryasının koloratura pasajlarını
tüy gibi hafiflikle ve kolaylıkla, pırıl pırıl bir tınıyla söyleyiveriyor ve
insanı şaşırtıyordu.
Gariptir, yine aynı günlerde, Paris’te Maria
Callas’ın 1957 ile 62 yılları arasında dünyanın en iyi plak şirketleri
tarafından yapılmış stüdyo kayıtlarını içeren The Art Of The Primadonna albümüyle karşılaştım. Leyla Gencer ve
Maria Callas, aynı yıllarda, aşağı yukarı aynı repertuarı söylemekteymişler
meğerse.
Callas’ın albümündeki kayıtların kalitesi mükemmel,
en iyi orkestralar, en iyi şefler ve en iyi ses alma olanakları. Yanlış anlaşılmasın,
Maria Callas hayran olduğum bir şarkıcıdır ve öyle de kalacaktır. Sesi
olağanüstü geniş ve güçlüdür. Onun dramatik duyarlığına ulaşabilen bir başka
opera sanatçısı henüz yetişmemiştir. Ne var ki Maria Callas’ın sesi, bazı bazı
bir değil üç insanın gırtlağından çıkıyormuş gibi farklıdır. Hatta, zaman zaman
sanki bir kuyunun dibinden gelir sesi. Düz bir çizgisi, belirli bir rengi
yoktur, daha doğrusu pek çok rengi vardır. Kariyerinin sonuna doğru tizlerde
sallanır. Son derece çarpıcı ve yırtıcıdır. Koloraturaları şeytanca hızlı ve
nettir. İnanılmaz bir şarkı söyleme kolaylığı varmış gibi görünse de, onun da
Leyla Gencer gibi ölesiye çalışkan olduğu bilinir.
Maria Callas’ta Leyla Gencer’de olmayan çok önemli
bir fazlalık vardır. Uluslararası destek. Leyla Gencer, Avrupa’da tek başınadır.
Oysa Callas, Yunan asıllı Amerikalıdır, üstelik Meneghini adlı milyoner bir
İtalyan menejerle evlidir. Avrupa ve ABD’de sözü geçen her kesimin salonları
ona açıktır. Opera, konser ve plak angajmanları sorun değildir.
Değeri tartışılmaz Maria Callas ile yine değeri
tyartışılmaz Leyla Gencer arasındaki tek ve en önemli ayırım, birine tüm
kapıların ardına kadar açılması, ötekine ise aynı kapıların hep zorlukla
aralanmasıdır. Uzun sözün kısası Leyla Gencer, bugün dünyada kendi başına adını
duyurmuş tek Türk opera sanatçısıdır ve hâlâ Devlet Sanatçısı olmamıştır.
(Leyla Gencer, bu yazıdan dört yıl sonra 1988
yılında Devlet Sanatçısı oldu)