Genç konser piyanisti Gökhan Aybulus, 5 Ocak 2013
günü Facebook denilen internet dünyasına içini dökmüş. 2008’de Türkiye’ye
döndüğünden beri yurt içinde ve dışında pek çok orkestra ile konçerto dağarının
önemli eserlerini çaldığını, festivallere katıldığını, çok önemli sanatçılarla
oda müziği konserleri verdiğini ama Allah için bu konserlerle ilgili hiçbir şey
yazılmadığını söylüyor. Kötü eleştiriye bile razıyım demeye getiriyor ve
“Piyano çalarken ağzımla kuş mu tutmalıyım?” diye soruyor. Üstelik sadece kendi
için değil şikayeti. Görmezden ve duymazdan gelinen çok sayıdaki genç konser
sanatçısının da sözcüsü oluyor Gökhan Aybulus. “Hepimiz iyisiyle kötüsüyle,
günahıyla sevabıyla çeşitli konserler yaptık ve yapmaktayız” diyor. Evet, bunca
yıllık emek, aşkla yapılan ama yıpratıcı bir hayat ve karşılığında derin bir
sessizlik. Biraz da ümitsizlikle “Yaptığım işten soğumaya başladım” diye
bitiriyor şikayetini Gökhan.
Gökhan’ın feryadı üzerine facebook yıkıldı. Her
zaman olduğunu gibi kısa zamanda iş şahsiyata döküldü, polemikler, suçlamalar,
bel altından vurmalar derken iş çığrından çıktı. Hemen yetmiş yıllık
İstanbul-Ankara itişip kakışması ateşe sürüldü. Bursa, Eskişehir ve İzmir
müzisyenleri de pişmiş aşa su kattılar. Andante dergisinden söz edilince Serhan
Bali aldı sazı eline uzun uzun konuyu ayrıntılandırdı. Kendilerine dergide yer
verilmemesinden şikayetçi olanlara “sizinle özel olarak konuşalım” dedi. Tabii
ki herkes yerden göğe kadar haklıydı. Ne var ki, asıl soruna değinen birkaç
kişinin sözleri de arada kaynayıp gitti. Bu arada, Gökhan’ın parmak bastığı
sorun olduğu gibi duruyor ortada ve soruna çare bulmak için kafa kafaya verecek
irade bulunmadığı da bir gerçek.
Tesadüfe bakın ki Gökhan’ın facebook mesajını
okuduğumuz 5 Ocak 2013 günü, aynı tarihli Radikal gazetesinde Cem Erciyes
imzasıyla yayınlanan “Sanat Yazarının Piyasadan Bıkkınlığı” başlıklı yazıda
sorunun sadece müzik alanında olmadığını, sanat ortamının, farklı biçimlerde de
olsa müzisyenlerin içinde bulunduğu çıkmaza benzer konulardan şikayetçi
olduklarını gördük, okuduk. Cem Erciyes, yazısında sanat eleştirmeni Ahu
Antmen’den alıntı yapıyor. Ahu diyor ki: “1990’lı yıllarda yazmaya başladığımda
kendimi bir kültür ortamı içinde hissederken son yıllarda belli bir ekonomik
sistem içinde kendi iradem dışında araçsallaştırıldığımı ve daha çok bir kültür
endüstrisi içinde bulunduğum hissine kapıldığımı söylemem mümkün.”
TÜRKİYE’DE MÜZİK
ELEŞTİRMENLİĞİ ÜZERİNE
Ben Ahu Antmen’den daha da geriye gideceğim.
Cumhuriyet Gazetesi’nde 1980’lerin başında haftalık müzik yazıları/eleştirileri
yazmaya başladığımda ben de kendimi geniş ve özgür bir kültür ortamı içinde
bulmuştum. 12 Eylül Darbesi, bizleri sanattan medet ummaya ve birbirimize omuz
vermeye yönlendirmişti. Hürriyet Gösteri dergisinde de her ay bir yazım
yayınlanıyordu. Gazete yazıları, her haftanın senfonik konserine ek olarak
dinlediğim resitaller ve oda müziği konserleri hakkında eleştiri yazılarıydı.
Dergi yazıları ise daha geniş bir müzik alanını kapsıyordu. Kimler okuyordu bu
yazıları? En başta tabii ki konser veren müzisyenler, sonra da hiç bir konseri
kaçırmayan meraklı müzikseverler. Müziksever konser dinleyicisi sadık
okuyucularımdı. Yazılarımdan yararlandıklarını söyleyen kişilerin sayısını
unuttum. Bugün bile beni hâlâ Cumhuriyet Gazete’sindeki yazılarımdan dolayı
tanıyanlara rastlıyorum arada bir.
Konser veren müzisyenlere gelince: onlar tabii ki
eleştiri konusunda çok hassastılar, örneğin Fazıl Say ve Hikmet Şimşek bana
sayfalar dolusu mektuplar yazmışlardır vaktiyle. Mesela, İstanbul Devlet
Senfoni Orkestrası’nın Çağdaş Türk bestecilerinin eserlerini programlarına
almamalarını sert bir dille eleştirdiğim için kıyamet kopmuştu. Vay sen misin o
dokunulmaz İDSO’yu eleştiren? Fena halde kızıp beni gazete yönetimine şikayet
etmişler ve gazeteden derhal atılmamı istemişlerdi. Müzik eleştirmenliği
yıllarım buna benzer bir sürü anekdotla doludur. Çok ender de olsa yazdığım bir
eleştiri dolayısıyla kendi kusurlarını gördüğünü ve düzelttiğini söyleyen
sanatçıya da raslamışımdır.
Sanatçı “ego”su çok hassastır. Konser veren,
tiyatro, opera ve dans için sahneye çıkan, sergi açan, kitap yazan, film yapan
sanatçı, yaptığı işin görülmesini, izlenmesini, farkedilmesini en önemlisi de
beğenilmesini ister. Beğenilmediğinde kimi sanatçı kırılır, küser. Fakat kendine
güvenen, doğru yolda olduğuna inanan sanatçı ise eleştirildiğinde kamçılanır,
daha iyi olmak için hırsla çalışır.
1973’DEN 2013’E MÜZİK
ELEŞTİRMENİN KONUMU NASIL DEĞİŞTİ?
1973’de başlayan Uluslararası İstanbul Müzik Festivali,
o zamanki adıyla İstanbul Festivali, memleketin müzik hayatına ilaç gibi
gelmişti. İş dünyasının saygın kuruluşlarından Eczacıbaşı Firması’nın sahibi
Nejat Eczacıbaşı aynı zamanda kültür hayatımızda ve devlet nezdinde ağırlığı
olan bir kişiydi. Festival sayesinde İstanbul’a yıldız yağmuru yağmaya başladı.
Festival konser ve gösterilerini izlemek için başka şehirlerden müzikseverler
de İstanbul’a akın ettiler. Devlet desteği, yabancı kültür merkezleri ile
işbirliği, ama en önemlisi zamanın demir perde gerisi ülkelerinden bedavaya
getirilen dünya çapında orkestralar, orkestra şefleri, baleler, solistler
sayesinde Türkiye o zamana kadar hiç olmadığı kadar üst düzey müzik ve sahne
sanatlarıyla bire bir karşılaştı.
Ancak, herşey Berlin Duvarı’nın yıkılması Sovyetler
Birliği ve Doğu Bloku’nun çökmesi ile değişti. Liberal ekonominin önünde artık
hiçbir engel kalmamıştı. Devletlerin sanata yaptıkları sübvansiyon eski tip
ekonominin bir parçasıydı, şimdi ise serbest piyasa yasaları geçerliydi. Sanata
destek verenlerin yeni adı “sponsor” oldu. Sponsor ise öyle bedavadan kimseye
destek olmazdı. Verdiği desteğin karşılığını almalıydı sponsor. Sponsor, destek
verdiği ürünün kayıtsız şartsız beğenilmesini istiyordu. Destek alan da
sponsoru memnun etmek zorundaydı doğal olarak. Al gülüm, ver gülüm meselesi
yani.
Gazetede ve dergilerde yazılan yazılar bundan
böyle sponsor’u övmeliydi. Yazılar sponsor’un destek olduğu ürünü tanıtmalı ve
beğeniye sunmalıydı. Böylece tanıtıcı yazılar devri başladı. Sponsor, destek
olduğu konser veya gösterinin bütün biletlerinin satılmasını ve destek olduğu
sanatçı veya sanatçıların göklere çıkarılmasını istiyordu. Zaten sanata değer
veren kesimin ülke nüfusunun milyonda biri olduğunu düşünecek olursak sponsor
da yerden göğe kadar haklıydı.
Şimdi asıl meseleye gelelim. Ahu Antmen’in
özlemini duyduğu 1990’ların “Kültür Ortamı” esasında 2000’lere girdiğimizde
sona ermişti zaten. 1940’lı yıllardan beri süregelen sanat disiplinleri
arasındaki işbirliği, bilgi ve deneyim paylaşımları, ortak çalışmalar 1990’ların
sonlarına gelindiğinde yerini yabancılaşmaya terketmişti. Sanat satışa
çıkmıştı. Piyasayı, acımasız rekabet ortamı kontrol ediyordu. Sanat disiplinleri
arasındaki işbirliğinin anlamı kalmamıştı. Bu piyasada her koyun kendi
bacağından asılacaktı artık.
Sadece müzik ortamında şöyle bir mucizevi olgu
oluşmuştu aynı dönemde. Dış dünyaya açılan kapılar ülke konservatuarlarında
yetişmekte olan genç müzisyenlerin de ufkunu genişletmişti. Burslarla yurt
dışında eğitimlerini devam ettirebiliyor ve ardarda yarışmalar kazanıyorlardı.
Yurt dışında kazandıkları başarılar ile koltukları kabaran, geleceğe büyük
ümitler besleyen bu yetenekli gençler ülkelerine döndüklerinde müzik
kurumlarının kendilerine kucak açacağını sanıyorlardı. Oysa ülkedeki kurumsal
müzik pastası büyümemişti. Sponsor destekli pastaya talip olanların sayısı ise
her yıl biraz daha artıyordu.
GENÇ MÜZİSYENİN
21.YÜZYIL KOŞULLARINA UYUM SORUNLARI
Batı ülkelerinde 18. yüzyıldan beri var olan,
orkestralar kuran, konser ve opera salonları inşa ettiren ve destekleyen,
müzisyenlere kucak açan müzikseverler, yani filarmoni derneği geleneği çok
önemliydi. Ülkemizde de 1940, 50 ve 60’lı yıllarda İstanbul, Ankara, Eskişehir,
Gaziantep, Mersin gibi şehirlerde Filarmoni Dernek’leri kurulmuş ama hiçbiri
uzun ömürlü olmamıştı. Cemal Reşit Rey’in 1945’de kurduğu İstanbul Filarmoni
Derneği ve İstanbul Şehir Orkestrası kuşkusuz Avrupa ve Amerika’daki örneklere
çok benzeyen başarılı tek uygulamaydı. Yine 1945 sonrası ve 50’li yıllarda
İstanbul’da Batı örneğinde olduğu gibi konser ve gösteri etkinlikleri
düzenleyen, Fernando Franco adındaki bir Levanten’in kurduğu ve açılımı “konser
ve tiyatro tertip işleri” olan KONTİYA adında bir şirket vardı. Bir çeşit
menejerlik şirketi olan bu özel ajans yurt dışından önemli müzisyenler ve
Comédie Française gibi tanınmış tiyatro trupları getiriyordu İstanbul’a. Konserler
ve tiyatro temsilleri Saray Sineması’nda veriliyor ve salon her zaman tıka basa
doluyordu. Çünkü İstanbul nüfusunun önemli bir oranı 6-7 Eylül olaylarına kadar
poliglot, kozmopolit, kısaca çok kültürlüydü. Yani Türkçe dışında pek çok dil
konuşulurdu. Ermeni, Rum, Yahudi, Levanten ve eski Osmanlılardan oluşan,
Avrupa’nın çeperinde kalsa bile yine de Avrupalı sayılacak bir kentti İstanbul.
6-7 Eylül 1955 olayları sonrasında ciddi bir yara
almıştı İstanbul kültür ortamı. 1963-64 Kıbrıs olayları, on yıl sonra gelen 1974
Kıbrıs harekâtı ise İstanbul’un demografisini ciddi bir biçimde değiştirmişti. Ömrü
boyunca İstanbul Filarmoni Derneğini ve İstanbul konser hayatını canlı tutmaya
çalışan Cemal Reşit Rey ve onun yaşıtı eski İstanbulluların çabaları bile
müzikseverleri bir arada tutmaya yetmedi.
1960’lı yıllarda Ömer Umar ve Avusturyalı olup da
anadili gibi Türkçe konuşan Lothar Schmidt, KONTİYA benzeri bir atılım yaptılar
ve ARKON adındaki müzik organizasyonu şirketini kurdular. ARKON, devletin de
desteğiyle hem Ankara ve İstanbul’a zamanın önemli müzisyenlerini getirdi, hem
de Ayla Erduran, Ayhan Baran, Suna Kan, Ayşegül Sarıca gibi müzisyenlerimize
özellikle İngiltere’de konser olanakları sağladı. ARKON şirketinin ömrü de ne
yazık ki kısa sürdü, değişen ülke koşulları Ömer ile Lothar’ı müzik
organizasyonundan turizm organizasyonuna kaydırdı.
DEVLETİN KORUYUCU
KANATLARI YA DA???
Müzik ve sahne sanatları kurumları bundan böyle devletin
koruyucu ve güven veren kanatları altında sürdürecekti çalışmalarını. İstanbul
Şehir Orkestrası, 1972’de İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’na dönüştüğünde
müzisyenler artık devletin kadrolu sanatçıları oldukları için çok mutlu
olmuşlardı. Böylece uzun yıllar kıskandıkları Ankara Cumhurbaşkanlığı Senfoni
Orkestrası ile aynı haklara sahiptiler artık. Bundan böyle Devlet Sanatçısı
ünvanı olan sanatçılar da kadroluydu. Çünkü devlet memurluğunu profesyonellik sanıyorduk.
Zaman geçip, devran döndüğünde o güvendiğimiz devlet orkestralara, operaya,
baleye yeni kadrolar vermeyince takke düştü ve kel göründü. Bugünün genç
sanatçılarına devlet artık kadro vermiyor, “isterseniz sözleşmeli çalışın”
diyordu.
21.yüzyılda genç müzisyenin önündeki seçenekler
çok çeşitli değil, ama yaratıcı olmak zorunda. Konser sanatçıları arkadaşlarıyla
anlaşıp kendilerine menejerlik yapacak birileri bulmalılar örneğin. Bugün
üniversitelerin “Sanat Yönetimi” başlıklı bölümlerinden mezun olan öğrenciler
konser organizasyonu işini yapabilirler pekala. Her iki tarafın da birbirini
bulması o kadar zor değil aslında. Konser organizasyonu dendiğinde, halkla
ilişkiler, basınla ilişkiler, tanıtım, cd, dvd kayıtları, hatta bu kayıtların
youtube’da yayınlanması, gazete, dergi ve televizyonlarda röportajlar
ayarlanması işin içine giriyor. Tek başına bir konser sanatçısı bu işlerin
maddi ve manevi yükünü kaldıramayacağına göre konser veren sanatçıların bir
araya gelmeleri, sorunlarına ortak çareler aramaları gerekli gibi görünüyor. 21.
yüzyılın müzisyenlerinin KONTİYA ve ARKON gibi organizasyon şirketlerine
ihtiyacı var sanırım.
Ne yazık ki Gökhan Aybulus’un derdine çare
bulamadım ama bana bu uzun yazıyı yazma ilhamı verdiği için kendisine teşekkür
borçluyum.
Sayin Filiz Ali,
YanıtlaSilCok yakindan takipcinizim. Bu yaziyi yazdiginiz icin cok tesekkur ederim. Elinize saglik. Kisaca kendimi tanitmam gerekirse, konservatuvar mezunuyum. Muzikte mastirimi tamamladim Amerika'da. Su anda Amerika'da ikinci mastirimi uzman muzik kutuphanecisi olmak icin bitirmeye calisiyiorum. Amerikanin en iyi arastirma kutuphanesi olan Northwestern University'sinde staj gormekteyim bir yandan. Bence ulkenin muzik kutuphanecilerine de cok ihtiyaci var. Ahmet Otuken'in actigi kurslara katilip, Cumhuriyet yillarinin ilk muzik kutuphanecisi olan Ahmet Borcakli'nin daha sonra actigi muzik kutuphaneciligi egitimi 1980 lerdeki bir darbeyle maalesef YOK tarafindan kapatildi (Belgeleri kendisi bana gonderdi). O zamandan beri ulkemizde uzman muzik kutuphanecisi yetistiren bir kurum yok, yada kutuphanecilikle muzik bilimlerini birlestiren bir kurum. Ulkemizdeki muzik kutuphanecilerimiz de uzmanlik sifatini sadece kadro geregi almis bulunuyorlar bir nota okumasini bile bilmeden ve muzik gecmisleri olmadan. Borcakli ile yaptigim roportaj Neo Flarmoni dergisinde yayinlanicak Nisan ayinda. Yani Andante dergisi sadece ulkedeki muzik dergisi degil. Maalesef bu derginin bahsettiniginiz "sponsor"a ihtiyaci var, ve dergi duydugum uzere butce kisitliligi yuzunden biraz ertelendi. Dergi hakemli olmasa da (zaten ulkemizde hakemli muzik dergisi yok) alternatif bir soluk olmasi yonunden iyi. Dergimiz, korler ve sagirlar birbirlerini agirlar hesabi madalya vermiyor muzisyenlere, amaci yeni gelisen nesilin sesini duyurmak tabiki gecmisle olan bagini da kopartmayarak. Sizin de dergimizde bir yazinizi gormek ve bize destek verdiginizi gormek cok guzel olurdu. Benim adresim nurhak@gmail.com
"Zaman geçip, devran döndüğünde o güvendiğimiz devlet orkestralara, operaya, baleye yeni kadrolar vermeyince takke düştü ve kel göründü." Bu lafiniza cok guldum bu arada. Evet, haklisiniz. Bence muzisyenden memur hic olmaz.
Saygilarimla,
Nurhak Tuncer