13 Ocak 2019 Pazar


BİR ZAMANLAR ÇİN’DE

Evvel zaman içinde Çin diyarında, sarayının dışına hiç çıkamayan yalnız ve hüzünlü bir imparator yaşarmış. Saray duvarlarının ötesinde sesinin ve şarkılarının güzelliği dillere destan olan bir bülbülün ünü imparatorun kulağına kadar gelmiş. Hizmetkârlarına bülbülü saraya getirmelerini emretmiş imparator. Saraya yerleşen bülbül, birbirinden güzel ve duygulu şarkılarını şakıyarak yalnız ve hüzünlü imparatorun kalbini yumuşatmayı başarmış.

Ne var ki saraydaki dalkavuklar bülbülün imparatoru bu denli etkisi altına almasını kıskanmışlar. Çin’in en marifetli oyuncakçısına süslü bir mekanik bülbül yaptırmışlar. Rengarenk süslü mekanik bülbül günün moda olan bayağı şarkılarını hiç yorulmadan söyleyip duruyormuş. Saray dalkavuklarının imparatorun aklını çelmek için getirdikleri mekanik bülbül imparatorun hoşuna gitmiş önceleri. Ama asıl bülbül, imparatorun kendisini unutup, ihmal etmesine, mekanik bülbülle ilgilenmesine çok alınmış. Özgürlüğe kanat çırpıp, saray duvarlarının ötesine uçmuş.

Hatasını kısa zamanda anlayan imparator, üzüntüsünden ne yapacağını bilememiş, ağzını bıçak açmıyormuş. Mekanik bülbül hep aynı şarkıları söyleyip duruyor ama imparatoru bir türlü teselli edemiyormuş. Üzüntüsünden yataklara düşen imparator, ölüm döşeğinde son kez bülbüle onu affetmesi ve geri dönmesi için yakarmış. İmparatorun haykırışlarını duyan yufka yürekli bülbül saraya geri dönmüş ve imparatorun penceresine konarak en güzel şarkılarını söylemeye başlamış. Hasta yatağında bülbülün o eşsiz şarkılarını duyan imparator canlanmış, iyileşmiş ve bir daha da bülbülünü hiç yanından ayırmamış. [1]

Kıssadan hisse: “Müzik ruhun gıdasıdır” özdeyişini doğrulayan bu masal aynı zamanda mekanikleşen dünyada müziği de mekanikleştiren akımların insanları mutlu etmediği gibi, onları kendilerine ve çevrelerine yabancılaştırdığı, doyumsuz ve tatminsiz bireyler haline getirdiğini de açıklıyor.

Müzik “ruhun gıdası” olduğu kadar “beynin de gıdası” oysa. Geçtiğimiz 20. yüzyıl boyunca eğitimciler, psikolog, nörolog ve müzikbilimciler tarafından yapılan çok sayıdaki araştırma müziğin, hele hele  çoksesli müziğin insan beyninin gelişiminde neredeyse birinci derecede önemli olduğunu ortaya koydu.

Bebeklerin daha ana rahmindeyken özellikle Mozart’ın müziğini dinleyerek sakin, huzurlu, dikkatli ve neşeli oldukları bu araştırmaların sonuçlarından sadece biri. Çocukların çok küçük yaştan başlayarak çok sesli müzikle, çok katmanlı ritimle tanışmaları onların bedenleri ile beyinleri arasındaki koordinasyonu geliştirmeye yaradığı da deneyler sonucu varılan nokta.

Ana okulundan başlayarak müzik eğitimini, basit matematik eğitimi ile başa baş yürüten eğitim programlarında çocukların soyut düşünme ve konsantrasyon becerilerini kolaylıkla kazandıkları görülmekte. Aynı yaşlarda bir müzik aleti çalmaya başlayan çocukların el becerilerinin gelişmesi yanında, analitik düşünmeyi de öğrendikleri, ayrıntıları analiz etme kolaylığı edindikleri de varılan sonuçlar arasında.

Peki o zaman neden bütün dünya bir olmuş biteviye sürüp giden tek bir ritmin, tek bir melodinin peşine takılmış, kafasını sallayıp duran gençlerle dolu? Neden insanların toplu halde bulundukları her mekânda; minibüste, süper markette, kır gazinosunda, lüks restoranda, orada bulunanların hiçbirinin fikri sorulmadan sürekli “müzik” denen ama aslında ses kirliliği olarak niteleyebileceğimiz bir takım sesler ve gürültüler yayınlanıyor?

Bize istesek de istemesek de sunulan ekonomik model, müziği de bir tüketim maddesi olarak piyasaya sürüyor. Müziği de tuvalet kağıdı gibi kullanıp, buruşturup atmamız isteniyor bizden. Gündelik yaşamımızın hatırı sayılır bir bölümünde, herhangi bir talepte bulunmamamıza rağmen bize dayatılan ve fakat farkında olmadan kabullendiğimiz ya da kanıksadığımız bu tür “müzikle” iç içeyiz ve neden tedirgin olduğumuzu bir türlü anlayamıyoruz.

Televizyon sayesinde “sanat” sözcüğünün içi boşaldı. Edebiyat ve müzik son hızla popülerleşti. Var olduğunu sandığımız pek çok değerin tepe üstü çöktüğünü gördük. Çok satan kitapların yanında çok satan konserler de düzenlenmeye başladı. Şimdi artık konserlerin de “küratörleri” var. Nabza göre şerbet verecek, her tür müzik yan yana getirildi. Operalardan birer arya ile Roman müziğinin yeni keşfedilen virtüoz!ları, Türk Sanat Müziğinin bir yıldızı yanında Müslüman, Hıristiyan ve Musevi cemaatlerinin dini müziğinin sentezlenmesi, bir de modern dans bir araya getirildi mi oldu size bir çağdaş kültür mozaiği örneği.

Bu tür projeler birer paket şeklinde Clinton’lara, Chirac’lara sunuldu.
İyi müziğin ya da iyi edebiyatın çok satmayacağından emin olan bu organizatörler, dikkati hemen dağılıveren yeni kuşakların dikkatini birkaç dakika olsun çekebilmek için olmadık şaklabanlıkta konserler düzenleyebiliyorlar.

Ne var ki bütün dünyayı etkileyen “popülizm” bombardımanı son zamanlarda eski “popülaritesini” yitirme tehlikesiyle karşı karşıya. Şükürler olsun ki, türkülerimizi Neşet Ertaş’ın sesi ve bağlamasından dinlediğinde benliğini bulan, Münir Nurettin’in yıllar önce doldurduğu bir taş plakta terennüm ettiği Gazeller’i keşfedince gerçek geleneksel müziğimizin zevkine varan, Pablo Casal’ın Bach’ın viyolonsel için solo sonatlarını yorumladığı eski bir uzun çaları bulup, kendini hazine bulmuş gibi şanslı sayan, televizyondaki Mezzo kanalında Wagner’in  Nibelungen Yüzüğü operalarının olağanüstü bir mizansen ve sahneleme ile yorumlandığını görüp, Nibelungen Yüzüğü’nün Yüzüklerin Efendisi’nden daha ilginç olduğunu fark eden insanlar da var.   





[1] Hans Christian Andersen’in İmparator ve Bülbül masalından alıntı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder