BİR ZAMANLAR ÇİN’DE
Evvel zaman içinde Çin diyarında, sarayının dışına hiç
çıkamayan yalnız ve hüzünlü bir imparator yaşarmış. Saray duvarlarının ötesinde
sesinin ve şarkılarının güzelliği dillere destan olan bir bülbülün ünü
imparatorun kulağına kadar gelmiş. Hizmetkârlarına bülbülü saraya getirmelerini
emretmiş imparator. Saraya yerleşen bülbül, birbirinden güzel ve duygulu
şarkılarını şakıyarak yalnız ve hüzünlü imparatorun kalbini yumuşatmayı
başarmış.
Ne var ki saraydaki dalkavuklar bülbülün imparatoru bu
denli etkisi altına almasını kıskanmışlar. Çin’in en marifetli oyuncakçısına
süslü bir mekanik bülbül yaptırmışlar. Rengarenk süslü mekanik bülbül günün
moda olan bayağı şarkılarını hiç yorulmadan söyleyip duruyormuş. Saray
dalkavuklarının imparatorun aklını çelmek için getirdikleri mekanik bülbül
imparatorun hoşuna gitmiş önceleri. Ama asıl bülbül, imparatorun kendisini
unutup, ihmal etmesine, mekanik bülbülle ilgilenmesine çok alınmış. Özgürlüğe
kanat çırpıp, saray duvarlarının ötesine uçmuş.
Hatasını kısa zamanda anlayan imparator, üzüntüsünden ne
yapacağını bilememiş, ağzını bıçak açmıyormuş. Mekanik bülbül hep aynı
şarkıları söyleyip duruyor ama imparatoru bir türlü teselli edemiyormuş.
Üzüntüsünden yataklara düşen imparator, ölüm döşeğinde son kez bülbüle onu affetmesi
ve geri dönmesi için yakarmış. İmparatorun haykırışlarını duyan yufka yürekli
bülbül saraya geri dönmüş ve imparatorun penceresine konarak en güzel
şarkılarını söylemeye başlamış. Hasta yatağında bülbülün o eşsiz şarkılarını
duyan imparator canlanmış, iyileşmiş ve bir daha da bülbülünü hiç yanından
ayırmamış. [1]
Kıssadan hisse: “Müzik ruhun gıdasıdır” özdeyişini
doğrulayan bu masal aynı zamanda mekanikleşen dünyada müziği de mekanikleştiren
akımların insanları mutlu etmediği gibi, onları kendilerine ve çevrelerine
yabancılaştırdığı, doyumsuz ve tatminsiz bireyler haline getirdiğini de
açıklıyor.
Müzik “ruhun gıdası” olduğu kadar “beynin de gıdası” oysa.
Geçtiğimiz 20. yüzyıl boyunca eğitimciler, psikolog, nörolog ve müzikbilimciler
tarafından yapılan çok sayıdaki araştırma müziğin, hele hele çoksesli müziğin insan beyninin gelişiminde
neredeyse birinci derecede önemli olduğunu ortaya koydu.
Bebeklerin daha ana rahmindeyken özellikle Mozart’ın
müziğini dinleyerek sakin, huzurlu, dikkatli ve neşeli oldukları bu
araştırmaların sonuçlarından sadece biri. Çocukların çok küçük yaştan
başlayarak çok sesli müzikle, çok katmanlı ritimle tanışmaları onların
bedenleri ile beyinleri arasındaki koordinasyonu geliştirmeye yaradığı da
deneyler sonucu varılan nokta.
Ana okulundan başlayarak müzik eğitimini, basit matematik
eğitimi ile başa baş yürüten eğitim programlarında çocukların soyut düşünme ve
konsantrasyon becerilerini kolaylıkla kazandıkları görülmekte. Aynı yaşlarda
bir müzik aleti çalmaya başlayan çocukların el becerilerinin gelişmesi yanında,
analitik düşünmeyi de öğrendikleri, ayrıntıları analiz etme kolaylığı
edindikleri de varılan sonuçlar arasında.
Peki o zaman neden bütün dünya bir olmuş biteviye sürüp
giden tek bir ritmin, tek bir melodinin peşine takılmış, kafasını sallayıp
duran gençlerle dolu? Neden insanların toplu halde bulundukları her mekânda;
minibüste, süper markette, kır gazinosunda, lüks restoranda, orada bulunanların
hiçbirinin fikri sorulmadan sürekli “müzik” denen ama aslında ses kirliliği
olarak niteleyebileceğimiz bir takım sesler ve gürültüler yayınlanıyor?
Bize istesek de istemesek de sunulan ekonomik model,
müziği de bir tüketim maddesi olarak piyasaya sürüyor. Müziği de tuvalet kağıdı
gibi kullanıp, buruşturup atmamız isteniyor bizden. Gündelik yaşamımızın hatırı
sayılır bir bölümünde, herhangi bir talepte bulunmamamıza rağmen bize dayatılan
ve fakat farkında olmadan kabullendiğimiz ya da kanıksadığımız bu tür “müzikle”
iç içeyiz ve neden tedirgin olduğumuzu bir türlü anlayamıyoruz.
Televizyon sayesinde “sanat” sözcüğünün içi boşaldı.
Edebiyat ve müzik son hızla popülerleşti. Var olduğunu sandığımız pek çok
değerin tepe üstü çöktüğünü gördük. Çok satan kitapların yanında çok satan
konserler de düzenlenmeye başladı. Şimdi artık konserlerin de “küratörleri”
var. Nabza göre şerbet verecek, her tür müzik yan yana getirildi. Operalardan
birer arya ile Roman müziğinin yeni keşfedilen virtüoz!ları, Türk Sanat
Müziğinin bir yıldızı yanında Müslüman, Hıristiyan ve Musevi cemaatlerinin dini
müziğinin sentezlenmesi, bir de modern dans bir araya getirildi mi oldu size
bir çağdaş kültür mozaiği örneği.
Bu tür projeler birer paket şeklinde Clinton’lara,
Chirac’lara sunuldu.
İyi müziğin ya da iyi edebiyatın çok satmayacağından emin
olan bu organizatörler, dikkati hemen dağılıveren yeni kuşakların dikkatini
birkaç dakika olsun çekebilmek için olmadık şaklabanlıkta konserler
düzenleyebiliyorlar.
Ne var ki bütün dünyayı etkileyen “popülizm” bombardımanı
son zamanlarda eski “popülaritesini” yitirme tehlikesiyle karşı karşıya.
Şükürler olsun ki, türkülerimizi Neşet Ertaş’ın sesi ve bağlamasından
dinlediğinde benliğini bulan, Münir Nurettin’in yıllar önce doldurduğu bir taş
plakta terennüm ettiği Gazeller’i keşfedince gerçek geleneksel müziğimizin
zevkine varan, Pablo Casal’ın Bach’ın viyolonsel için solo sonatlarını
yorumladığı eski bir uzun çaları bulup, kendini hazine bulmuş gibi şanslı
sayan, televizyondaki Mezzo kanalında Wagner’in
Nibelungen Yüzüğü operalarının
olağanüstü bir mizansen ve sahneleme ile yorumlandığını görüp, Nibelungen Yüzüğü’nün Yüzüklerin Efendisi’nden daha ilginç
olduğunu fark eden insanlar da var.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder