14 Nisan 2013 Pazar

SABAHATTİN ALİ'NİN HİKAYE VE ROMANLARINDA KADINLARA BAKIŞI VE MÜZİK

Şubat 1942 Ankara Devlet Konservatuarı bahçesinde  Sabahattin Ali



Sabahattin Ali’nin mektup, hikâye ve romanlarındaki mekân ve kadın betimlemeleri, bir de araya serpiştirdiği şarkı ve türküler onun hassas gözlemciliğini müzikle eşleştirmesini işaret eder. Mektuplarından birinde eski Üsküdar evlerindeki yaşayışı şöyle anlatır örneğin:
         
Üsküdar’da siyah, eğri büğrü ahşap evler vardır. Bahçelerinde çok kere bir dut, bir erik ve duvar kenarlarında bir yabani incir ağacı bulunur. Anne ya kuyudan su çekmek yahut patlıcan kızartmakla ve bu esnada ya kaynanasına çatmak yahut ta kendi kendine türkü söylemekle meşguldür. Muhakkak bir taraftan dikişi sökülmüş olan mercan terliklerini sürüyerek şuraya buraya dolaşır, gıcırdayan ve inleyen merdivenlerden yukarı çıkar, gözlerini çekebilmek Herkül kuvvetine bağlı olan bir konsolda aranır ve dudakları mütemadiyen mırıldanır:
          Adalar sahilinde bekliyorum…

Ya da daha sonra Hanende Melek hikâyesinde işleyeceği hanende hakkında arkadaşı Ayşe Sıtkı’ya Sinop Hapishanesinden yazdığı mektuptaki şu cümleler:

Yozgat’ta eğlence namına bir kahvede icrai ahenk eden kötü bir saz heyeti vardı, bu heyetin hanendesi Melek isminde bir genç kızdı. Şehirdeki bütün zabitler, mütekait memurlar ve kasaplar bu kıza âşıktılar ve kızcağız bunların ısrarıyla gecede belki on defa kırıtarak “Bahçelerde haşlama/ haşlamayı taşlama” şarkısını söylerdi. Ben de ayakta duramayacak kadar sarhoş, bir köşede oturur, garsonu çağırarak sazdan “Gösterip âyâra lütfun bizlere bîgânesin” yahut ta “Bir dâme düşürdü beni ki bahtı siyahım/ Vallahi bu sevdada yoktur benim günâhım” şarkılarını isterdim.


Ya da:
Konya Belediye Bahçesi’nde oldukça düzgün bir saz heyeti vardı ve bu heyette Muhsine isminde, bermutad memleket hovardalarının elbirliğiyle yangın oldukları bir kız vardı. Sesi hakikaten güzeldi. En hoşuma giden şarkısı da “Geçti Muhabbet demi/ Ağla gönül, yan gönül” diye bir şeydi. Sazın icra-i ahenk ettiği sarmaşıklı köşkte ayağa kalkar, vücudunu hafifçe ileri uzatıp başını yana büker, sarhoş ve yorgun gözlerini bütün bahçedekilerde dolaştırarak tatlı, çok tatlı bir sesle söylerdi: Geçti muhabbet demi/Ağla gönül, yan gönül.”

Yine Ayşe Sıtkı’ya 1933’te Sinop’tan yazdığı bir mektupta sonradan Kürk Mantolu Madonna romanının kahramanı olacak olan Maria Puder’den ve onunla birlikte anılarında yer eden Berlin’den ve yine şarkılardan söz eder:

Almanya’da Frolayn Poder isminde bir hanıma ziyadesiyle âşıktım.
O zamanlarsa Berlin’de şu meşhur “Deli Şarkıcı” filmi oynamıştı ve oradaki Sonny Boy şarkısı herkesin ağzındaydı. Şimdi bunu mırıldanınca sisli ve yağmurlu Ekim günlerinde Maria ile müzelere veya sinemaya gidişim aklıma gelir…
Sonra Berlin civarında Templin adında küçük bir kasabada bulundum. O zaman da bir Foxtrot herkesin ağzındaydı. “In einem kleinen Konditorei/Bir küçük pastacı dükkânında” diye başlayan bir Foxtrot, Pazar günleri kasaba civarındaki kır gazinosunda elli defa çalınır ve kocaman pabuçlu, iri parmaklı esnaf çırakları siyah elbiselerini düzelterek kırmızı yüzlü, ablak suratlı ve bulaşık yıkamaktan elleri bozulmuş hizmetçi kızları dansa kaldırırlardı. 

İçimizdeki Şeytan romanında Macide, piyano çalar, konservatuar’da öğrencidir. Oysa kocası Ömer ve onun arkadaşlarının hiç o taraklarda bezleri yoktur. Macide kocasının zoruyla saza gider ve:

“Biraz sonra uzun boyu, pembe renkte tuvaletiyle hanende Leyla göründü. Ağır ağır, etrafına tebessümler saçarak masaların arasından geçiyor ve en aşağı yarım kilo altın bilezik taşıyan sol eliyle boyalı ve kıvırtılmış saçlarını düzeltiyordu. Tahta basamakları çıkarken bütün bahçede müthiş bir alkış koptu. Leyla gayet kibar reveranslarla hayranlarını selamladı. Arkasından gelen garsondan inci işlemeli pembe çantasını aldı ve omuzlarındaki ince tül pelerini ona verdi. Başıyla saza kısa bir işaret yaptıktan sonra ellerini memelerinin biraz altında kavuşturarak yanık ve güzel bir halk şarkısına başladı.”

Kürk Mantolu Madonna romanında Raif Efendi, tutkuyla peşine düştüğü Kürk Mantolu kadını Atlantik Kabaresi’ne kadar takibeder:  

Salon birden karardı. Yalnız orkestranın bulunduğu yerde hafif bir ışık vardı. Dans edilen yer boşalmıştı. Biraz sonra ağır bir müzik başladı. Sazların arkasından doğru ince bir keman sesi duyuldu. Ses yavaş yavaş yaklaşıyordu. Beyaz ve çok dekolte bir tuvalet giymiş olan genç bir kadın, keman çalmakta devam ederek, aşağıya indi. Gayet alçak, fakat erkek sesine yakın bir alto ile zamanın modası olan şarkılardan birini söylemeye başladı. Bir projektör, yerde yumurta şeklinde bir daire çizerek, sanatkârı aydınlatıyordu…
Her şarkıdan sonra birkaç alkış duyuluyor ve kadın başıyla orkestraya başka bir şey çalmasını işaret ediyordu. Sonra aynı kalın ve şikâyet dolu sesiyle diğer bir şarkıya başlıyor, beyaz eteklerinin altında kaybolan ayaklarını parkelerin üzerinde sürüyerek masadan masaya ilerliyor ve birbirinin boynuna sarılmış duran sarhoş çiftlerin başucunda veya içinde neler olup bittiği görülmeyen locaların kapalı perdeleri önünde, başını kemana yaslayarak, pek usta olmayan parmaklarını tellerde dolaştırıyordu.

Sabahattin Ali, Almanya dönüşü önce Bursa’nın Orhaneli ilçesinde ilkokul öğretmenliğine atanmış, sonra Ankara Hazi Eğitim Enstitüsü’nde açılan dil yeterlik sınavını kazanınca da 24 Eylül 1930’da Aydın Ortaokulu Almanca öğretmenliğine tayin edilmişti. Berlin’deki hayatı ile uzaktan yakından ilgisi olmayan bir ortamın içindeydi artık. Ayşe Sıtkı’ya yazdığı bir mektupta,

Aydın’a gittim, kışın kötü bir meyhanede, yazın Tellidede dedikleri yerde içerdik, ve her içişimizde uzak veya yakın bir gramofon, ya:
                   "Bakıp bakıp ne durursun yüzüme..."
Yahut da:
                   "Gözlerine sürme çek, kına yak parmağına..."

şarkılarını bağırırdı. Bunlar bana en sevdiğim bir şehri, Aydın’ı; ve en sevdiğim bir zamanı, Aydın’daki hayatımı yadettirir. Aydın’dan ayrılacağım sıralarda bir miralayın kızına abayı yakmıştım. Akrabasından bir Harbiyeli, kızı elimden pek çabuk aldı ve nişanlandı. Yalnız daha ahpap olduğumuz zamanlarda bile Aydın’da Pınarbaşı bahçesinde kızın ailesi ile oturur ve alay kumandanı olan babasıyla içerken gramofon nedense mütemadiyen,

                   "Bir Harbiyeli Çamlıcada aklımı aldı."

Şarkısını çalardı. Fethiye ismindeki kızcağız meğer beni oyalarken bu Harbiyeli ile işi pişirmekteymiş.

diyerek yine işin içine bir şarkı koymayı ihmal etmiyor.

Hasanboğuldu benim en sevdiğim hikâyelerinden biridir Sabahattin Ali’nin. Kazdağlarına, Adalar denizine, dayanıklı ve güçlü kuvvetli Yörük kızlarına bir güzellemedir Hasanboğuldu.

“Hacer kız” dedim, “Emine’nin Gök Büvet’te oturup söylediği koşmalardan bildiğin var mı? Obaya varmadan bana bir tanesini söyleyiver!” …
[Hacer] “Sana Emine’nin bir koşmasını okuyuvereyim!” dedi. “Hasanına kavuşmadan az önce bunu söylemiş derler!” Biraz düşündü; gözleri kapalı ilave etti: “Kim bilir…”
Sonra arkasındaki çam ağacına sırtını dayadı, heybesini sağ omzundan yere düşürdü, gözlerini yere dikti; hafif, fakat tüyler ürpertecek kadar içli bir sesle şu koşmayı okudu:


                   Uzaklardan sesin aldım;
                   Çevreni derede buldum;
                             Nereye gittiğin bildim,
                             Hasanım ardından geldim.

                             Sarı kâhküllü, dal boylum;
                             Saz benizli, ayva tüylüm;
                             Tatlı sözlü, melek huylum,
                             Hasanım ardından geldim.

                             Köyden, obadan kovulan,
Duru sularda boğulan,
Toz, köpük olan dağılan
Hasanım ardından geldim.

Sarp dağlara getirdiğim,
Kavuşmadan yitirdiğim,
Ak kefensiz yatırdığım,
Hasanım ardından geldim.

Emineyi yaslı eden,
Kerem olup Aslı eden,
Dağı taşı sesli eden,
Hasanım ardından geldim.

Sabahattin Ali, Ses hikâyesinde bir yol amelesinin söylediği türküye geniş yer verir:
Yol amelesinin çadırı tarafından gelen saz sesi, ustaca çalınan bir meyandan sonra, susar gibi oldu ve bir erkek sesi o zamana kadar duymadığımız, fakat bize yabancı da gelmeyen bir halk şarkısı söylemeye başladı:
         
Döndüm daldan kopan kuru yaprağa
          Seher yeli, dağıt beni, kır beni;
          Götür tozlarımı burdan uzağa
          Yârin çıplak ayağına sür beni...

                   [...] arkadaşım “Bu ne?” demek ister gibi yüzüme baktı.
                   “        Fevkalâde” diye mırıldandım.
                   Ses tekrar ve bütün vadiyi çınlatırcasına başladı.

                             Aldım sazı çıktım gurbet görmeye,
                             Dönüp yâre geldim yüzüm sürmeye,
                             Ne lüzum var şuna buna sormaya,
Senden ayrı ne hal oldum, gör beni.

[...] Çadırı ve bulunduğumuz yeri bir aydınlık yalayıp geçti, vadinin öbür ucuna kadar uzandı. Başımızı kaldırdık, karşımızdaki sırtı aşıp yukar fırlayan ayı gördük.  Saz çalan delikanlı da başını kaldırdı ve gözlerini biraz yumarak, tam karşısında beliren bu aydınlık yüzlü dinleyiciyi süzdü. Sonra saza vuran eli yavaşladı, gözleri kapandı, boğazı gerildi ve yüzü kırmızılaştı. Biz hayretle onu seyrederken, ince dudaklarının arasından beyaz dişleri göründü, ve delikanlı bu sefer aya hitap eder gibi şarkısına devam etti:
         
Ayın şavkı vurur sazım üstüne,
          Söz söyleyen yoktur sözüm üstüne
          Gel ey hilâl kaşlım, dizim üstüne,
          Ay bir yandan, sen bir yandan sar beni.

Sabahattin Ali’nin Ses hikayesinin kahramanı hikayenin sonunda konservatuar sınavına girer ve başarılı olamaz. Ancak, gerçek hayatta genç amele onu dinleyen konservatuar hocalarının yüreklendirmesiyle konservatuar sınavına girer, kazanır ve şan/opera bölümünden mezun olduktan sonra Devlet Operası Korosu’nda görev alır. Adı da Kenan Ses’tir.


5 Nisan 2013 Cuma

20. YÜZYILDA TÜRKİYE'DE MÜZİK KURUMLARININ GELİŞİMİ


YÜZYILIN TÜRKİYE MÜZİK HARİTASI
1920’Lİ YILLAR
20. yüzyılın ilk on yılı içinde dünyaya gelen beş talihli çocuktan dördü, Cumhuriyet’in ilânından bir yıl sonra 1924’de meclisten geçen Musiki ve Temsil Akademisi kanunu ile yürürlüğe giren “Müzik Reformu” sayesinde Avrupa’ya akademik müzik öğrenimi görmeye gönderilmişlerdi. Bu gençler 1906 ile 1908 yılları arasında doğan Ulvi Cemal Erkin, Hasan Ferit Alnar, Ahmed Adnan Saygun ve Necil Kâzım Akses’ti. 1904’de Kudüs’te doğan Cemal Reşid Rey ise ailesiyle birlikte 1913 yılında önce Paris, sonra  İsviçre, sonra tekrar Paris’te ailesinin olanakları ile müzik öğrenimi görmüştü.
Sonradan “Türk Beşleri” diye anılacak olan bu beş genç, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde, özellikle payitaht olan İstanbul’da ve kozmopolit bir kıyı ticareti kenti olan İzmir’de geçerli olan batılılaşmanın etkisindeki elit sınıfın çocuklarıydı. Hepsi de ilk müzik derslerini, İstanbul ya da İzmir’in Levanten, ve/veya Hıristiyan cemaati mensubu olan öğretmenlerden almışlardı. Cumhuriyet’in ilânından iki yıl sonra 1925’te açılan devlet sınavlarıyla, sanatçı ve öğretmen yetiştirilmek üzere Paris, Berlin, Budapeşte, Viyana ve Prag’a genç yetenekler gönderildi.
“Müzik Devrimi” büyük bir hızla yol almaktaydı. Okullarda tek sesli, modal müziğin yerini çok sesli batı müziğinin alması söz konusu olduğundan hızla müzik öğretmeni yetiştirmek gerekiyordu. Musiki Muallim Mektebi Ankara’da bu amaçla kuruldu. İlk başta dersler otel odalarında veriliyordu. 1925-26 ders yılında okul eski Azerbaycan Büyükelçiliğinin bulunduğu binaya taşındı. Okulun ilk öğretmenleri Cumhuriyet’in ilânının hemen ardından İstanbul’dan Ankara’ya nakledilen Mızıka-i Hümayûn üyelerinden oluşturulan Riyâseti Cumhur Filarmoni Orkestrası üyeleriydi. Okulun ilk öğrencileri Erkek Muallim Mektebi ve Balmumcu Öksüzler yurdundan getirilen çocuklardı. 1925-26 ders yılında okula ilk kez kız öğrenci alındı.
Bu arada, Avrupa’ya gönderilen gençler birer ikişer geri dönmeye başlıyor ve Musiki Muallim Mektebi’nin öğretmen kadrosunu oluşturuyorlardı. Cevat Memduh Altar[1] 1927 yılında okula teori öğretmeni olarak atandı. Erkin 1930, Saygun 1931, Almanya’da Leipzig’de piyano eğitimi gören Ferhunde Remzi (Erkin)[2] 1931, erkek kardeşi kemancı Necdet Remzi (Atak)[3] 1931, Berlin ve Paris’te keman, armoni ve müzik tarihi eğitimi almış olan müzikolog Mahmut Ragıp Gazimihal (Kösemihal)[4] 1932, Prag’da teori ve şan eğitimi alan Halil Bedii Yönetken[5], Paris ve Berlin’de keman eğitimi gören Cezmi Erinç[6] 1933 ve Viyana ile Prag’da kompozisyon eğitimini tamamlayan Necil Kâzım Akses 1934 yıllarında bu genç kadroya katılmışlardı.
İstiklâl Marşımızın bestecisi, Mızıka-i Humayûn’un son şefi ve Musiki Muallim Mektebi müdürü Zeki Üngör’ün oğlu Ekrem Zeki Ün[7] de Paris’e gönderilen gençler arasındaydı. Ecole Normale de Musique’de keman, armoni ve kompozisyon eğitimi gören Ün, 1930 yılında ülkeye dönerek 1934’e kadar Musiki Muallim Mektebi’nde keman dersi vermiş sonra İstanbul’a yerleşerek İstanbul Belediye Konservatuarı keman öğretmenliğine atanmıştı.
Ankara’da durum böyle iken, İstanbul’daki “müzik devrimi” hareketini Cemal Reşit Rey’in neredeyse tek başına yürüttüğü görülür. Cumhuriyet’in ilân edildiği yıl, yani 1923’de uluslararası bir kariyerin arifesinde, henüz 19 yaşında bir genç olan Cemal Reşit Rey, İstanbul Belediyesi Sanayi-i Nefide Encümeni, yani Güzel Sanatlar dairesi başkanı ünlü roman yazarı Halit Ziya Uşaklıgil tarafından Paris’ten yurda çağırılır ve yeni kurulan Darülelhan’a piyano ve kompozisyon öğretmeni olarak atanır.
1926’da Ankara’da Maarif Vekâleti’nin düzenlediği Sanayi-i Nefise Encümeni’nin verdiği bir kararla da Türkiye’deki bütün okullarda alaturka müzik eğitimi kaldırılır ve batı metodlarına göre müzik eğitimi ve solfej dersleri konur. Ayrıca Darülelhan ismi de kaldırılarak, yerine Konservatuar denilmesine karar verilir. 1927 yılında İstanbul Belediye Konservatuarı Öğrenci Orkestrası kurulur, başına da keman öğretmeni Seyfettin Asal[8] getirilir. 1914 yılında ailesi tarafından Viyana’ya gönderilen Seyfettin Asal keman, ağabeyi Sezai Asal viyolonsel eğitimi görürler. Joseph Marx ile de kompozisyon çalışırlar. 1924 yılında ülkeye döndüklerinde Galatasaray Lisesi ve Belediye Konservatuarı’nda öğrenci yetiştirmeye başlarlar.
Böylece 20. yüzyılın ilk 20 yılı sürecinde “Batı Müziği”, sadece sarayda ve Osmanlı elitinin konaklarında ya da gayri müslim çevrelerde öğrenilen, öğretilen ve icra edilen bir müzik türü olmaktan çıkmış, daha da ilginci, devlet politikasının yönlendirdiği bir reform programı çizgisinde ileri hamlelerle ve son hızla gelişmişti.
1920’li yıllar, Atatürk’ün modern Türkiye’yi yaratma projesini gerçekleştirdiği yıllardır. Kadınla erkeğin birlikte dansettiği balolarda batının dans müziği çalınmaktadır artık. Böylece, batı kaynaklı popüler müzik ve Türkçe Tangolar yavaş yavaş gündelik yaşamın içine girmeye başlar.
30’lu yıllara girildiğinde İstanbul’da Cemal Reşit ve Ekrem Reşit Rey kardeşlerin “operetler” dönemi başlamıştır. Rey kardeşler 1930 ile 1942 yılları arasında yarattıkları operet ve revüleri ile tarihe geçerler. Üç Saat, Lüküs Hayat, Deli Dolu, Adalar Revüsü 1930 ile 1932 yılları arasında yazılır ve İstanbul ayağa kalkar. Amerika’daki George ve Ira Gershwin kardeşlerin işbirliğine çok benzeyen bu kardeş beraberliği Saz Caz (1935), Maskara (1936), Havacıva (1937),  Alabanda (1941) ve Aldırma (1942) ile devam eder.
Öte yandan, Cemal Reşit Rey’in Belediye Konservatuarı’nda yaratmayı başardığı atmosfer çok etkili olur, derslerine dışardan dinleyici bile gelmektedir. 1938’de İstanbul Belediye Konservatuarı öğretmen ve öğrencilerinden oluşan orkestra ilk konserini Fransız Tiyatrosu’nda verir.

1930-40 ARASI MÜZİK DEVRİMİNİN YÜRÜRLÜĞE GİRDİĞİ YILLAR

1930’lu yıllar, devletin müzik politikasının büyük bir hızla amaca yönelerek yol aldığı yıllardır. Almanya’da Adolf Hitler’in liderliğindeki Nasyonal Sosyalist (Nazi) partisinin 1933 yılında iktidarı ele geçirmesiyle birlikte Almanya’da yaşayan Yahudiler ve Nazi olmayan Almanların ölüm fermanı imzalanmış oldu. Ya ülkeyi terkedecekler ya da toplama kamplarında yok olacaklardır. Türkiye, tam bu sırada kapılarını bu değerli fakat talihsiz sanat ve bilim insanlarına açarak hem batılılaşma yönünde verdiği tarihi kararların gerçekleştirilmesini hızlandırmış hem de çok sayıda insanı Hitler’in gaz odalarından kurtarmış oldu. İnsanca olmanın yanı sıra politik olan bu karar sonucunda müzik alanındaki devrime yönelik çalışmalar kapsamında yabancı uzmanların düşüncelerine ve yardımlarına baş vuruldu.
1934-35 ders yılında Atatürk’ün direktifi üzerine zamanın Milli Eğitim Bakanı Abidin Özmen Türk müzikçilerinden ve diğer ilgililerden oluşan bir kongre topladı.[9] Kongre’ye Cemal Reşit Rey, Cevat Memduh Altar, Cezmi Erinç, Halil Bedii Yönetken, Hasan Ferit Alnar, Necil Kâzım Akses, Nurullah Şevket Taşkıran ve Ulvi Cemal Erkin, yani Atatürk’ün ön görüsü ve direktifi ile açılan yurt dışı sınavlarını kazanıp Avrupa’da müzik eğitimi alan ve taze bilgileriyle Ankara’ya dönen genç müzik uzmanları katıldılar. “Türkiye Devlet Musiki ve Tiyatro Akademisi’nin Ana Çizgileri” başlıklı bir rapor hazırlanıp kongre bitiminde imzalandı.
Sıra yabancı uzmanların fikirlerini almaya gelindiğinde, ilk rapor Liko Amar’dan istendi (Paris, Kasım 1934)[10]. Daha sonra Joseph Marx[11], Hindemith[12] ve Carl Ebert[13], hem Türkiye’de bir Konservatuar ve Temsil Akademisi kurulması doğrultusunda, hem de Türk müziğinin çok sesliliğe geçisi konusunda raporlar hazırladılar.[14]
1936 yılında Halkevleri tarafından Ankara’ya davet edilen Macar besteci, piyanist ve folklor araştırmacısı Bela Bartok[15], “Bir Halk Müziği Arşivi Kurulması Konusunda Öneriler” başlıklı bir rapor hazırladı. Bütün bu raporların ışığında girişilen temaslar sonucunda Paul Hindemith ve Carl Ebert gibi dünya çapında iki müzik ve sahne adamı Anadolu’nun orta yerinde yeni kurulan cumhuriyetin, yeni kurulmakta olan başkentinde kimsenin kolay kolay hayal edemeyeceği bir mucizeyi gerçekleştirirler. 1934 ve 37 tarihleri arasında Hindemith ve Ebert Ankara’ya gelip giderler, yasalar çıkar, yabancı uzmanlarla sözleşmeler yapılır. Müzik ve Temsil kısmıyla Ankara Devlet Konservatuarı kurulur.
Ebert, 1939’dan sonra savaş dolayısıyla Ankara’da devamlı kalır. Savaş yıllarında Amar ve Ebert kadar önemli başka müzikçiler de Ankara’yı kendilerine sığınak seçerler. Savaş dolayısıyla parlak piyanistlik kariyerini yarıda kesmek zorunda kalan Eduard Zuckmayer[16] ve Riyaseti Cumhur Filarmoni Orkestrası şefi Ernst Prætorius[17] Ankara’da yaşadılar ve Ankara’da öldüler.
1936 yılından başlayarak sözleşmelerle Ankara Devlet Konservatuarı’nda görev yapan yabancı uzmanlar arasında:
Adler Back (ritmik jimnastik)
Hans Hey (şan)
A.B. Winkler (keman)
Richard Knauer (klarinet)
Georg Markowitz (piyano, korrepetitör)
Heinz Schaffrath (çalgı yapımı ve onarımı)
Gilbert Back (keman)
Ludwig Czaczkes (piyano)
Walter Schlösinger (piyano, korrepetitör)
Friedrich Schönfeld (flüt)
Frieda Silberknopf-Böhm (şan)
Johanna Seidler (arp)
René Back (piyano, korrepetitör) adlarını sayabiliriz.
Yabancı uzmanların çoğunlukta olduğu bu öğretim kadrosu ilk mezunlarını 1941 yılında verdi. savaş boyunca uzmanların sözleşmeleri yenilendi, müzik ve sahne sanatlarına verilen önem arttı. Devlet Konservatuarı’na bağlı Tatbikat Sahnesi’nin Halkevi Salonu’nda verilen tüm tiyatro ve opera temsillerinde, Riyaseti Cumhur Filarmoni Orkestrası’nın tüm konserlerinde Milli Şef Reisicumhur İsmet İnönü ve Maarif Vekili yani Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel, bakanlar ve bürokratlar hazır bulunurlardı. Aynı dönemde devlet, Halkevleri kanalıyla bütün ülkeye tiyatro ve müzik bilgisiyle sevgisini aşılama politikasını uygulamaktaydı. Halkevleri koroları ve tiyatro kollarında yetişen pek çok genç, konservatuar sinavlarına girerek toplumda henüz yeterince saygınlığı olmayan “oyunculuk” ve “çalgıcılık” mesleklerine girmeyi göze alıyorlardı.
Ülkedeki tek radyo olan Ankara Radyosu, hem Türk Müziği hem de Batı Müziği bağlamında eğitici görevini eksizsiz uygulamaktaydı. Devlet Konservatuarı hocaları radyoda hem program hazırlayıp sunuyor, icabında yöneticilik hatta ton-meisterlik bile yapıyorlardı. Batı ile doğu müziği üstadları arasında herhangi bir ayırım da yoktu. Cevat Memduh Altar’ın sunduğu İzahlı Müzik, Muzaffer Sarısözen’in sunduğu Yurttan Sesler, Ruşen Ferit Kam, Refik Ahmet Sevengil ve Mesut Cemil Tel gibi üstadların hazırladıkları Tarihi Türk Müziği gibi açıklamalı programlar, veya Neriman Hızır’ın “Ayşe Abla” adıyla hazırladığı Çocuk Kulübü bu eğitimin birer parçasıydı. Radyo dışında dünya ile hiçbir teması olmayan memleket insanının her alanda olduğu gibi müzik alanında da eğitimi devlet tarafından düşünülmekteydi.
HARİKA ÇOCUKLAR YASASI

Büyük Millet Meclisi, devletin müzik devrimi politikasını, 7 Temmuz 1948 tarihli ve 5245 sayılı “İdil Biret veSuna Kan’ın Yabancı Memleketlere Müzik Tahsiline Gönderilmesine Dair Kanun”u çıkartarak, pekiştirmişti. Bu yasa ile devlet, üstün yetenekli çocuklarının en ehil ellerde yetişmesini sağlamaktaydı. Yasa ile ilgili meclis müzakereleri sırasında bir milletvekili tarafından yapılan eleştiriler arasında sonraki yıllarda çok sesli batı müziğine, opera ve baleye yönelik giderek artan sıklıkla duyulacak olan popülist söylemlerden belki de ilki tutanaklara geçmişti. “...burada Nümune Hastanesi’nde dört tane insan bir yatakta yatarken, beş yaşındaki İdil Hanım’ı Amerika’ya göndereceğiz. Ne öğrenecek Amerika’da? Piyano. Ne olacakmış? Deha imiş efendim, deha imiş. Ben açım yahu, bana piyano lâzım mı?[18]

1945 VE SONRASI
Savaş bitmiş, savaş sırasında ülkemize sığınan yabancı uzmanların çoğu Amerika’ya göçme, bazıları da Avrupa’ya geri dönme hazırlıkları yapmaya başlamışlardı. Yabancı uzmanlar, bayrağı, on yıl gibi kısa bir süre boyunca konsantre bir eğitim düzeni ve sistemiyle eğittikleri genç müzisyenlere, opera ve tiyatro sanatçılarına bırakıyorlardı.
Ankara’da devlet eliyle yürütülen bu atılımlar ilk meyvelerini verirken, kozmopolit bir sosyal dokuya sahip olan İstanbul’da Cemal Reşit Rey’in önderliğinde gelişen ve İstanbullu elit kesimin desteklediği Filarmoni Derneği kanalıyla uluslararası nitelikte bir müzik ortamı yaratılmaktaydı. Rey yönetimindeki İstanbul Şehir Orkestrası ilk konserini 13 Aralık 1945 tarihinde Saray Sineması’nda vermişti. Saray Sineması’nda ayrıca bir konser bürosu da kuruldu. “...Kontiya konser bürosu, bir sezon içinde angaje ettiği on beş-yirmi solistle mukavele yapar, resitalleri kendi hesabına verir, orkestra refakatindeki konserler ise Filarmoni abonman konserleri olarak tertibedilirdi...”[19]

ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞ

1946 yılı ilk demokrasiye geçiş denemesinin yapıldığı yıldır. II. Dünya Savaşı sona erdikten sonra dünya dengeleri değişmiş, savaş boyunca Almanya, Sovyetler Birliği ve Müttefikler arasında dengeyi tutturma politikası güden Türkiye yeni bir yol ayırımına gelmiştir. Tek şef, tek parti, tek ideoloji devri kapanmış, çok partili sisteme zar zor geçilmiş ve Amerika’ya ilk önemli yöneliş Missouri zırhlısının İstanbul boğazına demirlemesiyle başlamıştır.
CHP, 1946 seçimlerini az kalsın kaybediyordu ve 1950 yılına kadar geçen dört yıl içinde bu hezimeti partinin ilerici kadrolarının kusuru olarak gören gerici ve tutucu kesim partiyi ele geçirmişti. Hasan Âli Yücel Milli Eğitim Bakanlığı’ndan alınmış yerine köy entitülerine ilk darbeyi vuran ve imam hatip okulları açılmasına ön ayak olan gerici Reşat Şemsettin Sirer getirilmiş, Sabahattin Ali, Devlet Konservatuarı’ndaki görevinden vekâlet emrine alınmış yani işine son verilmişti. Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi Profesörlerinden Niyazi Berkes, Pertev Naili Boratav, Muzaffer Şerif ve Behice Boran’ın kürsüleri lağvedilmiş, kısaca onların da işine son verilmişti. Halkevleri’nin ve Köy Enstitüleri’nin birer komünist yuvası olduğu savı ilk kez bu dönemde ortaya atılmış ve bu iki önemli eğitim kurumunun da ölüm emri verilmişti. Savaş öncesi ve savaş sırasında müzik politikamızı yönlendiren ve uygulayan Alman uzmanların yerini başka uzmanlar almaya başlamıştı.
İlk bale okulunu, İstanbul’da Yeşilköy Pansiyonlu İlkokul’nda İngiliz Krallık Balesi’nin kurucusu Dame Ninette de Valois açıyordu.[20] Okulun öğretmenleri İngilizdi. Bir zamanların ünlü İspanyol sopranosu Madam Elvira de Hidalgo[21] ile 1949 yılında Ankara Devlet Konservatuarı şan uzmanı olarak sözleşme yapılıyordu. Madam Hidalgo 1910 yılında New York’daki Metropolitan Operası’nda Rossini’nin Sevil Berberi operasında canlandırdığı Rosina rolü ile ün kazanmış, Enrico Caruso ile Verdi’nin Rigoletto operasında Gilda rolünü canlandırarak aynı sahneyi paylaşmış dünya çağında bir değerdi. 1933’den 1948’e kadar Atina Konservatuarı’nda şan dersi veren Madam Hidalgo, bugün Maria Callas’ı yetiştiren hoca olarak tanınır opera dünyasında.

1950’Lİ YILLAR
CHP’nin dört yıl süren çok partili sistem tecrübesi içinde giriştiği gericilik yarışı işe yaramamış ve 14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti seçimleri kazanıp iktidara gelmişti. Demokrat Parti, başlarda toplumun gözlerini sözde demokrasi ile kamaştırırken, kültür ve sanata bakışının eskisinden epey farklı olduğunu kimse anlamadı. Hatta yeni kurulan Devlet Tiyatrosu ve Devlet Operası sanatçıları devrin ileri gelenlerinin aşırı iltifatlarına da mazhar olmaktaydılar.
Kimilerine göre Türk Operası 1950’li yıllarda altın çağını yaşamıştı. Gerçekten de hem Hans Hörner[22] gibi Alman, hem de Adolfo Camozzo[23] gibi İtalyan şefler, Ankara Operası’nın en parlak günlerinin mimarlarıydı. Özellikle Elvira de Hidalgo, Ankara Devlet Konservatuarı'nda Ferhan Onat, Suna Korat, Müveddet Günbay, Işık Kurt gibi dünya çapında koloratur sopranolar yetiştirmişti. İtalyan Bel Canto stilindeki operaları hem Ankara’da hem yurt dışında, özellikle İtalya’da başarıyla yorumlayan sanatçılardı bunlar.
Hidalgo gibi savaş öncesinin “Prima Donna”larından biri olan Giannina Arangi-Lombardi[24] ise Leyla Gencer’i dünya sahnelerine hazırlamıştı. Ancak, Carl Ebert’in büyük umutlarla yetiştirdiği ve II. Dünya Savaşı biter bitmez döndüğü İngiltere’deki Glyndebourne Festivali’ne götürdüğü soprano Ayhan Aydan, Başbakan Adnan Menderes’e aşık olunca, olası bir uluslararası kariyeri elinden kaçırmıştı.
1920’lerin sonu ile 30’lu yıllarda Almanya’ya gönderilen soprano Semiha Berksoy, bariton Nurullah Şevket Taşkıran ve mezzo soprano Saadet İkesus’un yıldızları Ebert’in ayrılmasıyla sönmeye yüz tuttu. Opera’da iktidar, Ebert’in yetiştirdiği fakat görgü, yetenek ve birikim eksikliği yüzünden Ebert’in yerini tutamayacak insanların eline geçmişti.
Ankara Devlet Konservatuarı’nda Amar, Marcowitz gibi Alman uzmanlar 1950’li yılların sonuna kadar öğrenci yetiştirmeye devam ettiler. Eduard Zuckmayer ise 1972’de vefat edene kadar Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümü’nün başında kaldı.

HELİKON DERNEĞİ
1950’li yıllar Bülent Arel[25] ve İlhan Usmanbaş[26] gibi ikinci kuşak bestecilerinin büyük bir dinamizm ile Ankara müzik hayatını canlandırdıkları yıllardı. Arel ve Usmanbaş, 1940’lı yıllarda Ankara Devlet Konservatuarı’nda bir yandan Akses, Saygun, Erkin gibi birinci kuşak bestecileri ile çalışırken öte yandan Alman hocalardan da ders almışlardı. Onlar birinci kuşak besteciler gibi Avrupa’ya gönderilmediler, ne öğrendilerse merakları sayesinde öğrendiler. Savaş sonrası Avrupa’sının sanat ve müzik akımlarını çok yakından, neredeyse günü gününe izliyor ve kendi estetik anlayışlarını oluşturuyorlardı. 

Helikon Derneği 1953 yılında kuruldu. Derneğin kurucuları Bülent ve Rahşan Ecevit, Bülent ve Selma Arel, İlhan ve Atıfet Usmanbaş, ressam Rasin Arsebük ve eşi Zerrin Arsebük’tü. Gazeteci Nilüfer Yalçın ile Handan Selçuk, Helikon’un kurucu kadrosuna sonradan dahil olmuşlardı. Bülent Arel’in kurduğu Helikon Yaylı Çalgılar Orkestrası ilk konserini 4 Ocak 1953’de vermişti. Helikon Orkestrası’nın programlarında “Şef” Bülent Arel, Barok dönemden 20. yüzyıl bestecilerine kadar uzayan bir yelpaze uyguluyordu. Örnekse: 28 Mart 1954 tarihli konser, Corelli’nin bir Concerto Grosso’su ile başlıyor, Samuel Barber’in Serenade’ı ile devam ediyor, Vivaldi’nin Viyolonsel Konçertosu ve Sutermeister’in Divertimento’sundan sonra Bülent Arel’in Bagatelle’leri, Debussy’nin İki Prelüd’ü ve Respighi’nin Antik Dansları ile sona eriyordu. Şan ve Oda Müziği Konseri başlıklı bir başka Helikon Derneği konserinde bu kez “piyanist” Bülent Arel, soprano Leyla Gencer’e Duparc, Musorgski, Ravel, Cemal Reşit Rey, Bülent Arel ve Manuel de Falla şarkılarında eşlik ediyordu. Haftanın belirli günlerinde İlhan Mimaroğlu, Usmanbaş ve Arel açıklamalı müzik dinletileri düzenliyorlardı. Resim atölyesini Cemal Bingöl yönetiyor, Eşref Üren, Arif Kaptan, Füreya Kılıç, Cemal Tollu hem ders veriyor hem de konferanslar ve sergiler düzenliyorlardı.

Helikon Derneği’nin üç yıl süren başarısı ne yazık ki 6-7 Eylül 1955 olayları sonucu ortaya çıkan trajikomik suçlamalar dolayısıyla büyük darbe yedi ve bir daha da kendine gelemedi. 6-7 Eylül’de özellikle İstanbullu Rumların, ama genel olarak gayri müslimlerin evleri ve iş yerleri tahribedilmişti. Sebep olarak Selanik’te Atatürk’ün evine bomba atılması gösteriliyordu. Güya halkın bu olay üzerine milli hisleri galeyana gelmişti. O zaman çekilmiş fotoğralarda milli hisleri galeyana geldiği söylenen halkın yüzde doksanının çapulcular ve yağmacılardan oluştuğu görülebiliyordu.  

Bülent Ecevit, Gergedan Dergisi’nin Temmuz 1988 sayısı için yazdığı “Helikon” yazısında, olayların arkasından hemen sıkıyönetim ilân edildiğini, askeri mahkemeler kurulduğunu ve soruşturmalar başlatıldığını anlatıyor ve “...o arada, olaylarla hiç ilgisi olmayan birçok başka dernek gibi, Helikon da geçici olarak kapatıldı ve dernek yöneticileri bir gece yarısı evlerinden alınıp, günlerce sorguya çekildi...” diyordu.
“Helikon” adı eski Helen yani Yunan mitolojisinden alındığı ve Selanik de Yunanistan’da olduğunda göre bazı yetkililer düz mantık kurmuşlar ve İstanbul’daki yağma olaylarının sorumluluğunu Ankara’da böyle işlerden hiç haberi olmayan bir sanat derneğinin üstüne yıkabileceklerini ummuşlardı. Bülent Ecevit’e göre sorgulamalar sırasında polisleri en çok zorlayan soyut ve non-figüratif sanat  konuları olmuştu. Tabii, bu traji-komik sorgulamadan bir şey çıkmadı, hatta derneğin yeniden açılmasına izin verildi ama üyelerin çoğunun hevesi kırılmış bir kere. Böylece bu güne dek benzeri yenilenmemiş bir sanat ve müzik hareketi bağnaz politikalar ve gericilik nedeniyle sona ermiş oldu.

ANKARA MÜZİK FESTİVALİ

1957 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk, Siyasal Bilgiler, Dil-Tarih ve Coğrafya Fakülteleri öğrencilerinin kurdukları Üniversiteliler Müzik Derneği, Ankara Müzik Festivali gibi iddialı bir etkinlik düzenlemeye karar verdi.[27] Festival broşürünün önsözünde şu satırlar yer alıyordu. “1948-50 yılları arasında yapılan Türk-İngiliz Müzik Festivalleri sayılmazsa, müzik tarihimizde Türk bestecilerinin eserlerinin çalındığı toplu bir müzik olayına rastlanmaz... bu festival özellikle Türk bestecilerinin eserlerini topluca sunabilmek için düzenlenmiştir. Programlarda on beş Türk eseri yer almıştır. Gelecek festivallerde bu sayının daha da artacağı umulabilir.”[28]
Konserler Büyük Tiyatro’da (şimdi Opera), Milli Kütüphane’de, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde ve Devlet Konservatuarı’nda veriliyor. Bu konserlerde Bülent Arel’in, sonraki yıllarda hiç çalınmayan Piyano ve Mezzo Soprano için Rilke Liedleri, İki Piyano için Varyasyonlar, Yaylı Çalgılar ve Timpani için Passacaglia ve Füg adlı eserlerinin yorumlandığı görülüyor. İhsan Künçer yönetimindeki Cumhurbaşkanlığı Armoni Mızıkası konserinde klasik bando parçaları yanında Refet Bey’in Askeri Alay Marşı da çalınıyor. Ulvi Cemal Erkin’in Piyano Konçertosu’nu eşi piyanist Ferhunde Erkin yorumluyor. Genç Türk Sanatçıları konserini Pertev Apaydın yönetiyor, İlhan Usmanbaş’ın Keman Konçertosu’nu Ulvi Yücelen yorumluyor.
Gerçekten de 1958 ve 59 yıllarında tekrarlanan Ankara Müzik Festivali’nde sunulan Türk eserleri sayısına sonraki yıllarda hiçbir ortamda ulaşılamadı. Ne var ki, derneğin kurucuları üniversiteden mezun olduktan sonra bayrağı taşıyacak müziksever ve idealist genç bulunamamış ve festival devam edememişti. Ancak üç yıl süren bu etkinlik müzik tarihimizdeki müstesna yerini hep muhafaza etti. 
1957’deki ilk Festival programında Bülent Arel, Ulvi Cemal Erkin, Adnan Saygun, Bülent Tarcan ve İlhan Usmanbaş’ın eserlerine yer verilmişti. Bu bestecilerin en yaşlısı henüz 50 yaşındaydı.
1958’de besteci sayısı artmış ve üçüncü kuşak bestecilerinden Cenan Akın ile Muammer Sun programa girmişlerdi. Programlarda ayrıca yine Bülent Arel’in 1. Senfonisi, Ulvi Cemal Erkin, Adnan Saygun ve İlhan Usmanbaş’ın farklı eserleri yer alıyor. Bestecilere bu kez Ekrem Zeki Ün ve Nevit Kodallı da katılıyordu. Festivalde caza da yer veriliyor ve “Erol Pekcan Topluluğu” konserinin yanı sıra Caz Müzisyenleri Sergisi açılıyor ve “tape” konseri, yani makara teyplere kaydedilmiş özgün ve özel müzik konseri düzenleniyordu. 
1959 yılında düzenlenen Ankara Müzik Festivali’ne katılan besteciler arasında yine Arel, Erkin, Saygun, Kodallı ve Usmanbaş var. Bu bestecilere Muzaffer Arkan, İlhan Baran, Kemal İlerici, Cemal Reşit Rey ve Adanalı besteci Yalçın Yüregir de katılıyor. Festival kitapçığında Derneğin yeni başkan yardımcısının Ece Ayhan olduğu belirtiliyor. Kurucu üyelere Özgen Sağun, Altan Soygüt ve Özcan Taylan’ın katıldığı görülüyor.
Nevit Kodallı, Asaf Halet Çelebi, Erdoğan Tokmakçıoğlu, Ümit Yaşar Oğuzcan, Cahit Külebi, Metin Eloğlu, Oktay Rıfat, Şinasi Nihat, Mehmet Kemal, Sunullah Arısoy, Orhan Veli, Melih Cevdet ve Özdemir Asaf’ın şiirleri üzerine şan ve piyano için Garib Şiirler Albümü’nü bestelemiş, Bas Hilmi Girginkoç'a besteci ve piyanist Nevit Kodallı eşlik ediyor.
İlhan K. Mimaroğlu da besteci olarak ilk kez halk karşısına 1959’da çıkıyor. Gereksiz Parçalar (1956) ile solo klarinet için Monolog (1958) adlı eserleri festival programına alınıyor. Metin And “Türk Halk Danslarının Sahneye Uygulanması” konulu bir müzikli açıklamalı konferans veriyor.
Üniversite gençliğinin politik açıdan aktif ve duyarlı olduğu yıllardı bu yıllar. Nitekim 1960 cuntası, arkasına üniversite camiasının gücünü ve rüzgârını alarak cesaretlenmişti bir bakıma. Öte yandan, üniversite gençliğinin kültür ve sanata merakı da hatırı sayılır derecede güçlüdür 1950’li yıllarda. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın DTCF salonunda verdiği açıklamalı Cumartesi konserleri hıncahınç dolar. Öğrenciler pencere içlerine, kaloriferlerin üstlerine tüneyerek konser dinlerler.
1950’Lİ YILLARDA İSTANBUL VE İZMİR

Başkentin durumu bu merkezdeyken İstanbul’da çok faal olan Filarmoni Derneği müzik hayatının dinamosu görevini üstlenmiştir. 1945 yılında kurulan dernek, 1948’de Filarmoni dergisini çıkarmaya başlar. Dergiyi yazar Burhad Arpad, batıdaki örnekleri düzeyine çıkarmış, yazarları arasına Vedat Nedim Tör, Nadir Nadi, Fikri Çiçekoğlu, Seyfettin Çürüksulu, Faruk Yener, Orhan Borar, Cemal Reşit Rey gibi sanat ve kültür dünyasının kremasını katmıştı.
1953'de İstanbul Filarmoni Derneği'nin Yaylı Çalgılar Oda Orkestrası kuruldu. Orkestrayı Cemal Reşit Rey yönetiyordu. Muhittin Sadak[29] ise koro ve vokal müzik toplulukları kurup yönetiyordu bu yıllarda. Ne var ki İstanbul Filarmoni Derneği, 1960 ihtilâlından dolaylı olarak olumsuz etkilendi. İstanbul Belediyesi'nin başına gelen asker belediye başkanlarının yaptıkları ilk iş kendilerine bağlı olan sanat kurumları ile uğraşmak oldu. 1950'li yıllar boyunca dernekle işbirliği halinde konserler veren İstanbul Şehir Orkestrası'nın bağımsızlığı, İstanbul Belediyesi tarafından elinden alındı. Orkestranın dernek konserlerine katılması istenmedi. Zaten askerlerin derneklere de alerjileri vardı malum. Doğal olarak bu durum Kontiya'nın konser angajmanlarını da baltaladı. İstanbul'a davet edilen dünya çapında müzisyenler orkestra ile konser veremeyince Kontiya da zarar etmeye başladı. Ayrıca, hem geniş sosyal çevresi hem de sanatçı kişiliği ile derneğin en etkin kişisi olan ressam Frumet Tektaş'ın zamansız ölümü, İstanbul Filarmoni Derneği'nin altın döneminin sona ermesinin en önemli nedenlerinden biri oldu. [30]

İzmir'e gelince: İzmir Müzik Okulu 1954 yılında kurulmuştu. Okulun ilk müdürü besteci ve obuacı Orhan Barlas, İzmir Filarmoni Orkestrası'nın da kurucusuydu. Prof. Önder Kütahyalı bu okulun ve konservatuarın kuruluş öyküsünü şöyle anlatıyor:
"Müzik Okulu"nda Eğitim, Ortaokul ve Lise öğrencilerine yönelik Piyano, Keman ve Ses Eğitimi kurslarından oluşuyordu. Solfej ve Uyum Bilgisi (Armoni) dersleri de okutulmaktaydı. Müdür Orhan Barlas ile birlikte okulda şu öğretmenler görev yapmaktaydı: 
Seride Barlas: Piyano, 
Madam Marta Amati: Keman, 
Nazime Aybirtek: Ses Eğitimi, 
Şahap Ruhselman ve Muzaffer Uz: Solfej. 
Bu değerli sanatçılar, hem Müzik Okulu''nun hem de Konservatuar''ın kurucularıdır; hocalarımızı saygıyla anıyoruz. 
Orhan Barlas, amatörlerden oluşan Senfoni Orkestrası'nı geliştirerek,  yılda on dolayında dinleti verebilir duruma getirdi.  Ayrıca spor salonu okulun bünyesine alınarak onarıldı ve dinleti salonuna dönüştürüldü. Düğün salonu da okula katıldı ve çalışma yeri olarak kullanıldı. 
Böylesine olumlu gelişmelerin ve kurslara katılan öğrencilerde görülen başarının mutlu sonucu olarak 1958 yılında "Müzik Okulu"na "Konservatuar" statüsü verilmesi kararlaştırıldı. 1958-59 ders yılı başında yapılan sınavla okula beş öğrenci alındı ve 26 Aralık 1958'de düzenlenen küçük bir törenle "İzmir Devlet Konservatuarı" resmen açıldı. "[31]

27 MAYIS VE 60'LI YILLAR

Öte yandan Ankara ve İstanbul'da 1960'lı yılların başlarında müzikte çağdaşlığı yakalamaya yönelik çalışmalar yoğunluk kazanır. Türkiye Radyo Televizyon kurumunun BBC örnek alınarak özerk bir yayın organı olarak kurulması umut vericidir. Faruk Güvenç[32], 1956 yılında Ankara Radyosu'na batı müziği programcısı ve ton-meister olarak atanır ve kısa zamanda müzik yayınları şefliğine yükselerek bir dizi atılımın yaratıcısı konumuna gelir. 1962'de müzik üzerine düşünmeye olağanüstü hareketlilik getiren "Opus" dergisini çıkarmaya başlar.
Aydın Gün, 1961 yılında İstanbul Belediyesi'ne bağlı Şehir Operası'nı kurar. Operanın kurulması İstanbul Şehir Orkestrası'nın zayıflamasına neden olmuştur. Orkestrada uzun yıllar birinci keman grubu üyesi olan Dr. Erdoğan Saydam, bu zayıflamanın nedenlerini şöyle açıklar:
"1961 yılında belediyeye bağlı olarak kurulan Şehir Operası, Şehir Orkestrası'nda yer alan 30 kadar yetenekli müzikçiyi kendi kadrosuna çekti. Ayrıca orkestranın daimi şefi Cemal Reşit Rey ve 25 kadar orkestra üyesi emekliliklerini istediler. Adeta konser verilemeyecek hâle gelindi..."[33]

İstanbul'da bu tür olumsuzluklar yaşanırken Ankara, müzik konusunda iktidarı elinde tutmaya devam ediyordu. 1959 yılında Rockefeller Vakfı'nın bursu ile Amerika Birleşik Devletleri'ne giderek, New York'daki Columbia-Princeton Elektronik Müzik Merkezi'nde elektronik müzik alanında öncü çalışmalar yapan Bülent Arel, 1962 yılında yurda döndü ve TRT Ankara Radyosu Batı Müziği Yayınları şefliğini üstlendi. 1964'de TRT Madrigal Korosunu kurdu. Öte yandan da Ortadoğu Teknik Üniversitesi müzik kulübünde öğrencilerle koro çalışmaları yapmaya başladı.
Faruk Güvenç, 1965 ile 1967 yılları arasında TRT'nin çağdaş bestecilere eser ısmarlamasına yönelik çalışmalarıyla büyük bir hizmet gerçekleştirmişti. Ismarlanan eserler icra ediliyor ve TRT tarafından kaydediliyordu. Ulvi Cemal Erkin'in Konçertant Senfoni (1965) ve Senfonik Bölüm (1967) başlıklı eserleri, İlhan Usmanbaş'ın Kurtuluş Savaşı Adına Bölüm (1965-66), TRT siparişlerinden sadece birkaç örnek olarak verilebilir.
1970 VE SONRASI

20. yüzyılın ilk yarısında dünyaya gelenler için bundan sonrası yakın tarih sayılır. 1968 olayları. 12 Mart cuntası. Yeniden altüst olan toplumsal ve kültürel hayat. 1970'li yıllar aynı zamanda çoğu müzisyenin Ankara'dan İstanbul'a göç yıllarıdır. Göç nedenlerinden biri eğer Ankara'nın kirli havasıysa, bir başka neden de Ankara'daki siyasi havanın ağırlığıdır. Ankara'daki bu olumsuz gelişmelere karşın İstanbul Müzik yaşamı 1970'lerde birdenbire hareketlenir. Atatürk Kültür Merkezi açılır. İstanbul Şehir Operası, 1969-70 sezonunda İstanbul Devlet Opera ve Balesi'ne dönüşür. Şehir Orkestrası, 1972 yılında İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası olur. Devlet kadrolarına kavuşan eski belediye sanatçıları bir süre için rahat nefes alırlar. Ne var ki her iki kuruma da amatör bir ruhla yıllarını vermiş olan Gayri Müslim vatandaşlara birer ikişer yol görünür. Yeni statüler amatörleri bünyesinde barındırmak istemez. Oysa İstanbul'un renkli müzik ortamı o amatörler sayesinde onca yıl yaşamıştır.
Artık kimin "âhı" tuttuysa, Atatürk Kültür Merkezi yanar. Sabotaj mı, yoksa binayı paylaşan Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Cüneyt Gökçer ile İstanbul Devlet Operası Müdürü Aydın Gün'ün birbirleriyle çekişmelerinden kaynaklanan görev karışıklığı ve ihmali dolayısı ile mi yandı tam açıklığa kavuşamaz. Tabii ki, yangından sorumlu tutulanlar yine bir kaç talihsiz itfaiye memuru ile o günlerin terör ortamında yakalanan olağan şüpheli devrimcilerdir. Onlar da uygulanan işkence sonucu binayı yaktıklarını "itiraf" ederler.
Ankara'dan İstanbul'a göç eden müzikçilerin de takviyesi ile 1971-72 ders yılında İstanbul Devlet Konservatuarı Fuat Turkay'ın[34] çabalarıyla kurulur. Ahmet Adnan Saygun, Cemal Reşit Rey, Cevat Memduh Altar gibi müzik devriminin hayatta kalan ağır topları İstanbul Devlet Konservatuarı'nda buluşurlar. Kısa zamanda Bülent Tarcan ve İlhan Usmanbaş da katılır öğretmen kadrosuna. 
1970'li yılların müzik hayatımız açısından önemli atılımlarından biri de İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı'nın kurulmasıdır. Vakfın kurucuları arasında en başta Nejat F. Eczacıbaşı, Cevat Memduh Altar ve Büyükelçi Muharrem Nuri Birgi'yi saymalı ve rahmetle anmalıyız. Cumhuriyet'in 50. yılı kutlamalarının en anlamlısı hiç kuşkusuz bu vakfın büyük bir profesyonellik, bilgi ve enerjiyle oluşturduğu ve bugüne dek yaşayan İstanbul Festivali'dir.
1977 yılında ise TRT Ankara Oda Orkestrası gibi uluslararası niteliklerle donanmış bir topluluk kazanmıştı müzik dünyamız. Suna Kan, Faruk Güvenç ve Gürer Aykal üçlüsünün inisiyatifleri ile kurulan ve kısa zamanda hem yurt içi hem de yurt dışında ün yapan bu topluluk ne yazık ki İstanbul Festivali kadar uzun ömürlü olamadı. Faruk Güvenç'in ölümü, Gürer Aykal'ın eşi koreograf Duygu Aykal'ın hastalığı dolayısıyla yurt dışına gitmesi bu orkestranın dağılmasına yol açtı. Ne var ki TRT Ankara Oda Orkestrası, müzisyenlere kendi başlarına topluluklar kurma konusunda örnek oldu ve özel kuruluşların da böyle müzik toplulukları kurmaya heves etmelerine yol açtı.
1980 sonrasını ise çoğumuz biliyoruz. 12 Eylül 1980 darbesi ve Turgut Özal sonrası Türkiye'sindeki tüm olumlu ve olumsuz gelişmelerin, soğuk savaşın bitimiyle ortaya çıkan yeni gerçeklerin, dünyadaki hızlı teknolojik atılımların müziğimize yansımaması düşünülemezdi. 1980 sonrası kültür ve sanat hayatımızı “kültür endüstrisi” bağlamında bir bütün olarak ele alarak ameliyat masasına yatıracak gözü pek araştırmacılara gereksinimiz var. Müziğimizin yakın tarihini incelemek ve yansız bilimsellikle irdelemek bundan böyle YÖK yasası ile Üniversiteleşen Konservatuarlarımızın Müzikoloji Bölümü mezunlarının aslî görevlerinin en önemlisi olacaktır kuşkusuz.  






[1] (1902-1995)
[2] (1909-2007)
[3] (1911-1972)
[4] (1906-1966)
[5] (1899-1968),
[6] (1910-1992)
[7] (1910-1987)
[8] (1901-1955)
[9] Gökyay, Orhan Şaik, “Ankara Devlet Konservatuarı Tarihçesi” Güzel Sanatlar Dergisi, sayı: 3, sayfa: 49, Ankara, Ekim 1941.
[10] Licco veya Liko Amar (d. Budapeşte 1891-ö. Freiburg 1959) Osmanlı Musevi tebaasından Macaristan doğumlu kemancı. Berlin Filarmoni Orkestrası Başkemancısı, 1915. “Amar Kuartet”i kurucusu 1921-1929. Üyeler: Amar: I. keman, Walter Caspar: II: keman, Paul Hindemith: viyola, Mauritz Franck: viyolonsel.
[11] Avusturyalı besteci ve eğitimci, Necil Kâzım Akses’in hocası.
[12] Alman besteci (d. Hanau 1895-ö. Frankfurt 1963)
[13] Alman tiyatro ve opera rejisörü (d. Berlin 1887-ö. Santa Monica, California 1979)
[14] Laszlo, Filiz Ali, “Atatürk ve Ankara Devlet Konservatuarı’nın Kuruluşu”, Atatürk Türkiye’sinde Müzik Reformu Yılları, Filarmoni Derneği Yayınları, İstanbul 1982.
[15] (1881, Nagyszentmiklós - 1945, New York)
[16] Alman piyanist, müzik eğitimcisi, Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümü Başkanı ( 1890, Nackenheim-1972, Ankara)
[17] (1880, Berlin -1946, Ankara)
[18] Birkan, Üner, İdil Biret’e Armağan, sayfa 22, Sevda-Cenap And Müzik Vakfı Yayınları, Kasım 1997, Ankara.
[19] Tacar, Ali Emel, “Şehir Orkestrası’nın ve Filarmoni Derneği’nin Kuruluşu”, Atatürk Türkiye’sinde Müzik Reformu Yılları, Filarmoni Derneği Yayınları, İstanbul 1982.
[20] 6 Ocak 1948.
[21] (1892, Aragon -1980, Milano)
[22] Alman Orkestra Şefi. (d. Münih 1903- ö. Münih 1968) 1948-55 yılları arasında Ankara Devlet Operası ve Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası şefliğini yaptı.
[23] 1949’da Ankara Devlet Operasına orkestra ve koro şefi olarak atanan İtalyan Orkestra şefi. (d. 1910-ö. Bergamo 1977)
[24] İtalyan soprano (1891, Marigliano -1951, Milano) 1924-1930 yılları arasında Milano Scala operasında Toscanini ile çalıştı. 1947’de Ankara operasına şan uzmanı olarak atandı. Leyla Gencer’in hocasıydı. Ölümünden kısa bir süre önce İtalya’ya döndü.
[25] Bülent Arel ( 23 Nisan 1919, İstanbul - 24 Kasım 1990, New York) besteci, piyanist ve elektronik müzikte öncü.
[26] İlhan Usmanbaş (28 Eylül 1921, İstanbul)
[27] ÜMD kurucuları arasında Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden Filiz Alkor (sonradan Büyükelçi Filiz Dinçmen), Sezer Birsel (sonradan Üner Birkan ile evlendi ve Sezer Birkan oldu), Hukuk Fakültesi’nden Güler Ürgen (ressam Güler Gönlübol), Oğuz Onaran (piyanist, sonradan Prof. Dr., Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi eski Dekanı, sinema ve müzik tutkunu akademisyen), Ziya Arıkan (TRT İnceleme-Araştırma danışmanlığından emekli), Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nden Sunuk Pasiner (sonradan Koç Grubunda Basın ve Halkla İlişkileri yürüttü) vardı.


[28] Ankara Müzik Festivali, Üniversiteliler Müzik Derneği, Güney Matbaası-Ankara 1957
[29] Muhittin Sadak (d. 1900-ö. 1982 İstanbul) Viyolonselist, ve koro şefi. 1923'de Darülelhan korosunu kurdu. 1944'de bu koro İstanbul Belediyesi Korosu adını aldı. 1959'da İstanbul  Şehir Tiyatrosu'nda opera denemelerine başladı. İstanbul Şehir Operası'nın ve Devlet Operası'nın kurulmasına katkıda bulundu.
[30] 1962.
[31]Prof. Önder Kütahyalı, "Dokuz Eylül Üniversitesi Devlet Konservatuarı Kuruluşu ve Gelişimi", DEÜ internet sitesi.
[32] Faruk Güvenç (1926, Ankara-1982 , Ankara) Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası viyola grubu üyesi, müzik eleştirmeni, TRT Ankara Radyosu müzik program yapımcısı, müzik yayınları şefi.
[33] "Müzik Değişimi Yıllarında İstanbul", Atatürk Türkiye'sinde Müzik Reformu Yılları, sayfa 41, Filarmoni Derneği Yayınları, İstanbul 1982.
[34] Fuat Turkay, (1907-2000) Piyanist, 1948-62 yılları arasında Ankara Devlet Konservatuarı  piyano öğretmeni ve müdürü.