13 Aralık 2010 Pazartesi

MÜZİSYENİN BEDEN DİLİ ÜZERİNE NOTLAR

"1999 yılında yazdığım bu yazı bugün de güncelliğini karumakta."


Sahneye çıkıp halk huzurunda konser vermeye cür’et eden müzisyenlerin “beden dili” çoğu kez çaldıkları enstruman ile aralarında cereyan eden teknik, psikolojik hatta psikosomatik mücadelenin dışavurumudur. “Beden dili”, müzisyenin hem yalnız başına çalışırken hem de konser esnasında beyni ile kasları, diyaframı, sinir uçları (v.b.) arasında oluşan iletişim ağının içerdiği karmaşık bileşimler sonucu, çoğu kez kendi isteği dışında bedenine yerleşen “tik”lerin kibarcasıdır.
Teknik zorlukları ve müziğin karmaşık katmanlarının yarattığı stresi bir ölçüde aşmış olan müzisyenlerin de çalgıları ile aralarındaki ilişkiyi belirleyen çok kişisel davranış, duruş, devinim, tavır özellikleri vardır.

Paul Tortelier
 Örneğin, kemancı Gidon Kremer müzik dünyasının önemli kemancılarından biri olabilir ama ne yalan söyleyeyim onu seyretmek eni konu itici gelir bana. Buna karşın “beden dili” hayli abartılı olan viyolonsel virtüozu Paul Tortelier inanılmaz sahne çekiciliği olan bir müzisyendi.


Viktoria Mullova

Kemancı Viktoria Mullova, heykel gibi durağan olmakla birlikte çok zarif ve azametlidir sahnede. Onun bu buz gibi duruşu etkileyicidir, dinleyiciyi meraklandırır. Suna Kan da çalgısıyla boğuşmayan, dingin müzisyenler ekolündendir. Ayla Erduran ise tam tersine hem çalgısıyla boğuşur hem orkestra üyeleri hem de şef ile sürekli bir duygu alışverişini yeğler.
Wilhelm Kempff , Alfred Brendel, Arthur Rubinstein, Sviatoslav Richter gibi 20. yüzyılın bugün efsaneleşmiş piyanistlerinin, David Oistrakh, Yehudi Menuhin gibi kenmancıların, o kendinden emin, ortama ve çalgısına hakim müzisyen tavrının (içinde fırtınalar kopsa da belli etmeme gibi) modası geçti mi acaba? Oysa onları dinlerken müziğe konsantre olursunuz, dikkatinizi dağıtmazlar, beden kullanımları müziğin akışına, ritmine, anlamına ters düşmez, daha da ötesi müziğin soyut kavramlarını deşifre edebilmenize yardımcı olur bu sakin ve kendinden emin müzisyenler. Bugünün genç müzisyenleri ne kadar şanslılar ki büyük ustaların belgesellerini, konser kayıtlarını internet ortamında bulup, dinleme, inceleme olanağına sahipler.
Vaktiyle televizyonda Whitney Houston’un uzun bir konseri yayınlanmıştı. 20. yüzyılın başından sonuna siyahî müziğin serüvenini seslendiriyordu Houston. Billie Holiday’den Sarah Vaughan’a, Diana Ross’dan Ella Fitzgerald’a kadar el atmadığı şarkıcı ve şarkı kalmamıştı. Saçının telinden ayak parmaklarının ucuna kadar ifade yüklü bir performanstı bu. Ne var ki Houston saatler boyunca mikrofonun önünde ter dökerken, son derece ekonomik “beden dili” ile müziği konuşturmayı, bedenini konuşturmaya yeğ tutuyordu. Zaten bazen bir bakış, bir gülümseyiş ciltlerle kitaplarda anlatılamıyanları anlatmaya yetmez mi?


Mitsuko Uchida

Maria Joao Pires
 Başka bir örnek: Japonların müzik dünyasına olağanüstü Mozart yorumcusu olarak sundukları Mitsuko Uchida’yı hiç konserde ya da televizyonda izlediniz mi bilmem. Mozart çalarken Uchida’nın yüzü şekilden şekile girer, bedeni kıvranır durur. Gel gör ki bu duyguların çoğu onun parmaklarından akıp tuşlara yansımaz. Buna karşın Maria Joao Pires’in Mozart yorumlarken müzikal anlamda eriştiği derinliği yüzünden veya bedeninden okuyamazsınız, çünkü Pires “beden dili”ni en aza indirgemiş piyanistlerdendir ve piyanistlerin piyanistidir. Yani o da İdil Biret gibi, kendi meslekdaşlarının büyük saygı duyduğu müzisyenlerden biridir.
Böylece ortaya şöyle bir tablo çıkıyor:

Konser pastasının boyutları büyümezken, pastayı paylaşmak isteyenlerin sayısı katlanarak artmakta. Büyük parçayı kapmak için artık menejerlerin ve onların güdümündeki bazı müzisyenlerin denemeyeceği “oyun” yok gibi. Mesele bu “oyun”u oynamaya “razı olmak” veya “reddetmek” meselesi. Reddedenler, müzisyenlerin müzisyeni olarak belki gölgede kalacaklar ve bazılarına göre “birinci sınıf kariyer” yapamayacaklar ama uzun ömürlü olacaklar. Razı olanlar ise belki başta büyük şöhret yakalayacaklar, ardından şöhreti elden kaçırmamak için ödünler verecekler, yıpranacak ve çoğu kez yok olma riski ve korkusuyla yaşayacaklar. Her iki seçim de kişinin özgür seçimi olduğu sürece bir sorun yok, öyle değil mi?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder