8 Mart 2010 Pazartesi

YÜZYILIN MÜZİĞİ

FİLİZ ALİ

“Yüzyılın en iyi 20 bestecisini sayın.” Ya da “Bin yılın en önemli Türk müzisyenleri kimlerdi?” gibi sıkıcı anket sorularına muhatap oluyor bu günlerde insan. Sayılar ya da önem sıralaması haksızlığı da beraberinde getirir. Yapacağınız en yansız listede bile mutlaka birileri eksik ya da fazla olacaktır. Oysa şu yeni yüzyılın eşiğine geldiğimiz günlerde asıl kafa kurcalayan konular bambaşka. Örneğin 1900 yılında yaşasaydık ve şöyle bir etrafımıza bakacak olsaydık eğer, eserleri konserlerde ve opera sahnelerinde sürekli yorumlanan ve popüler olan bestecilerin çoğunun henüz 40 yaşında bile olmadıkları dikkatimizi çekecekti. Debussy de Richard Strauss da henüz 30’lu yaşlarındaydılar 1900’de, ama uluslararası dağarda yer alan en önemli eserlerini çoktan yaratmışlardı. İtalyan gerçekçi operasının üç parlak bestecisi Puccini, Leoncavallo ve Mascagni ise henüz 40 yaşlarına yeni girmişlerdi.

Stravinsky, Schoenberg ve Reger, 20’li yaşlarını sürüyorlardı 1900’de ve çoktan müzik çevrelerinde tanınmaya başlamışlardı.

Oysa, yüzyılı bir çırpıda atlayıp 2000 yılının eşiğine bastığımız şu an, tablo ne kadar farklı. Bugün ün yapmış daha da önemlisi, eserleri az da olsa konser salonlarında yorumlanma şansını yakalayabilen bestecilerin en genci 50 yaşını çoktan geride bırakmış durumda.

Pierre Boulez (1925), Luciano Berio (1925), Hanz Werner Henze (1926), Karlheiz Stockhausen (1928), György Ligeti (1923), György Kurtag (1926), Kryzysztof Penderecki (1933), Philip Glass (1937), Steve Reich (1936) bugünün tanınmış gençleri sayılıyor.

Böyle bir kireçlenme ortamına gençlik aşısı gibi gelen ve damarlarında Arap-Fransız kanı taşıyan 28 yaşındaki Britanyalı Thomas Adés’e, müzik çevrelerinin “mal bulmuş mağribî” gibi sarılmalarını yadırgamamalı. Adés, ilk operası bestelenir bestelenmez yorumlanma şansını yakalayan bir yaratıcı. Şimdi de New York Filarmoni Orkestrası ve Kurt Masur için America adını verdiği eseri ile yine uluslararası medyayı harekete geçirmiş durumda. Soprano, koro ve orkestra için yaratılan bu eser eski Maya metinlerine dayanılarak yazılmış. Adés, bir zamanlar Leonard Bernstein’ın yakaladığı rüzgârı yakalamış gibi görünüyor. Onu, “Benjamin Britten’dan sonra Britanya adalarında parlayan ilk büyük yetenek” diye nitelendirenler, bir yandan da yüzyılımızın müzik yaratıcılığı açısından ne denli inişli ve çıkışlı bir yüzyıl olduğunu itiraf etmiş olmuyorlar mı?

Arkalarında Batı müzik endüstrisinin desteği ve dev tanıtım araçları olmasa da adlarını son iki yıldır duyuran genç Türk bestecileri Hasan Uçarsu, Özkan Manav ve Mehmet Nemutlu, bin yılın sona erdiği şu günlerde bizim de dünya müziğine taze kanla katıldığımızı göstermiyor mu?

20. yüzyılın ilk yıllarında putları kıran yenilikçilerin rüzgârına, Stravinsky’nin Bahar Ayini ile başlayıp, Schoenberg’in tonaliteye başkaldırması ve Alban Berg’in Wozzeck operası ile devam eden o heyecanlı günlere hoyratça “dur” diyen 1. ve 2. Dünya Savaşları, yüzyılın müzik gelişiminin çok yönlü karmaşaya girmesine neden olmuştu.

Ünlü müzikbilimci Paul Griffiths, 20. yüzyıl müziğinde yenilikçiliğin, öncülüğün, başkaldırının ve ilerlemenin önüne 1952’de John Cage’in “4’33”,” adlı sessiz parçası ile nokta konduğuna dikkati çekiyor ve diyordu ki: “O noktadan sonra daha ileriye gitmek olası değildi, gidilecek tek yön geriye olmasa da yanlara doğru idi.” Griffiths’e göre Boulez’in başı çektiği serialism, Steve Reich ile öne çıkan minimalism gibi akımlar bile ileri hamleler değildi.

Aslına bakarsanız, yüzyılın son 30 yılında batıdaki bestecilerin ileri değil geriye gittiklerini, 19. yüzyıl tonalitesinin ve mistik müziğin şefkatli kollarının sıcaklığına özlemle döndüklerini görürüz. Oysa, Türkiye’de geriye dönecek bir 19. yüzyıl olmamasının genç bestecilerimizin önünü açması, onları batılı meslektaşlarının içine düştüğü gelenek girdabına kapılmaktan koruması belki de yeni yüzyılın bizlere sunduğu bir lütuf olabilir,öyle değil mi?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder