19 Aralık 2010 Pazar

CEMİL SÖKMEN


Bugün (19 Aralık 2010) Hürriyet gazetesinde koreograf ve dansçı Sait Sökmen, ailesini anlatıyordu. En büyük ağabeyi Cemil Sökmen’in ısrarı ile Ankara Devlet Konservatuarı’nın Bale bölümüne nasıl girdiğini anlatırken “Yaşının bale için geçkin olması ve bacaklarının futboldan dolayı kas yapmasını dezavantaj olarak gördüğü, ama ağabeyinin “Burada hep kızlar var, hem dokuz yıl kızlarla birlikte okuyacaksın hem de rakipsiz olacaksın” telkinleriyle balede karar kıldığını” söylüyordu. Çook, çok gerilere, Cemil’i ilk tanıdığım yıllara döndüm bu satırları okurken. Onun ısrarcılığı ve ikna yeteneğinin nasıl çevresindeki insanları da etki altına aldığını, sürekli heyecan fırtınası yaratan coşkusu ve müzik aşkıyla bütün arkadaşlarını motive ettiğini anımsadım yeniden.
Konservatuar'ın ön bahçesi
Cemil Sökmen ile aynı yıl girmiştik Konservatuar’a. Tabii o lise bitirmiş koca adamdı bizim gözümüzde. Annesi safkan Afrikalı bir kabile reisinin kızı, babası da İskenderunlu bir Türk’tü. Afrika’da Fransız sömürgesi Gine’nin başkenti Konakri’de dünyaya gelmişti. Orada Fransız okulunda okumuş, ana dili gibi Fransızca öğrenmişti.
Biz okulda kuramsal müzik derslerine her yaştan öğrenci birlikte girerdik. Çalgı bölümlerine ilkokuldan sonra girilir; şan, tiyatro ve kompozisyon bölümlerine da orta ve lise mezunları alınırdı. Bu durumda 12 yaşında çocukla, 20 yaşında yetişkin aynı sınıfta ders görürdü. Şan bölümüne giren Cemil’le böylece sınıf arkadaşı olmuştuk. Madam Elvira de Hidalgo’nun öğrencisiydi Cemil ve Fransızca bildiği için Madam’ın gözdesiydi. Biz tabii Madam Hidalgo’nun kim olduğunu bilmezdik. Sadece biz mi? Madam Hidalgo denilen bu hanımın savaş öncesinde Metropolitan Operasında sahneye çıkmış ünlü bir İspanyol soprano olduğundan idarecilerimizin bile haberi yoktu. Maria Callas’ın hocası olduğu söz konusu bile edilmemişti. Zaten Callas’ın ünü henüz Ankara’ya ulaşmamıştı o günlerde.
Mamafih, öğrenciler arasında efsaneleşmiş bir Madam Hidalgo hikâyeciği vardı. Madam Hidalgo bir gün bizim baş muavine gidip, (başmuavin de şair Cahit Külebi o zaman) hasta olduğunu, evine gitmek istediğini söylemeye çalışırken “Je suis malade” deyivermiş. Bizim idarecinin yanıtı ise gerçekten süper: “Jösvi de malad madam ama jö travayye.” Tabii, öğrenci milletinin ağzına bir kere düşmeye görün, bu “Jösvi de malad” sözü bugün bile konservatuar repertuarının unutulmaz sözleri arasında yerini bulmuştur.

İFLAH OLMAZ BİR MÜZİK AŞIĞI
Rezzan Sökmen, Yılmaz Altanay, Filiz Ali, Cemil Sökmen
  Cemil, müzik konusunda hepimizden daha bilgili ve heyecanlıydı. Ayda bir değişen favori bestecileri vardı. O ay kafayı Brahms’a takmışsa, Brahms’ın bütün senfonilerini, konçertolarını tekrar tekrar dinlemezse, değişik orkestraların, şeflerin, solistlerin yorumları üzerine kafamızı şişirmezse rahat edemezdi. Söz gelimi Brahms’ın 1. Senfonisi’ni her dinlediğimde Cemil canlanır gözlerimin önünde. Senfoninin ilk ölçülerinde duyulan timpaninin tekdüze vuruşlarının gizini ilk keşfettiği ve mutlaka duygularını başkalarıyla paylaşmak istediği anı nasıl unutabilirim?

Bir ara aklını Beethoven yaylı çalgılar dörtlülerine takmıştı. Op. 130, 131, 133 ve Grosse Fugue’ü onun sayesinde defalarca dinleyip Beethoven’in sırrına vakıf olmaya çalıştığımız günlerdi o günler. Debussy, Ravel, Satie gibi Fransız bestecilerini de Cemil sayesinde tanıdık ve sevdik. Stravinsky’nin Ateş Kuşu ve Bahar Ayini’ni, Bartok ve Ravel’in yaylılar dörtlülerini 78 devirli plaklardan defalarca dinleyip anlamaya çalışır ve heyecanla tartışırdık. Sıra yorumculara geldi mi, Cemil, Beethoven senfonileri Bruno Walter, Furtwaengler, Weingartner yorumlarına göre ayrı ayrı sınıflandırır, bize dinlemesini öğretirdi. O zamanın ünlü viyolonselcilerinden Mainardi mi iyi Casals mı, ya da tenor Benjamino Gigli mi yoksa Aureliano Pertile mi daha müthiş kavgası günlerce sürerdi. Bu vesileyle her iki tenorun de tüm plaklarını dinlemek zorunda kalırdık. Bugün Gigli’yi ya da Pertile’yi kaç kişi hatırlar Türkiye’de merak ederim. Oysa 20. yüzyılın ilk yarısının en ünlü yıldız tenorlarıydı onlar.


Bülent Arel

İlhan Usmanbaş
 Konserlere birlikte gider, kar, buz demeden yürüyerek Cebeci’deki konservatuara dönerken, yol boyunca konseri ve “çalanları” teşrih masasına yatırılmış kadavra gibi kese biçe tartışırdık. İlhan Usmanbaş ve Bülent Arel Konservatuar’ın genç hocalarıydı. İkisi de Avrupa’da gelişmekte olan “modernist” akımların sıkı takipçisiydiler. Bizler gibi meraklı öğrencilerini evlerine müzik dinlemeye çağırırlardı. On iki ton tekniğiyle yazan bestecileri, Schoenberg, Alban Berg ve Webern’i onların evlerine konuk gittiğimiz hafta sonlarında tanımıştık. Alban Berg’in Wozzeck operasını ilk kez İlhan abinin evinde dinlemiştik örneğin.

CEMİL VE DANS
Fotoğrafçıda çekilmiş bir fotoğraf. Cemil Sökmen ve müridleri:
Filiz Ali, Uğurtan İdil, Olcay Elderoğlu
  Cemil’in marifetleri bu kadarla kısıtlı değildi. Çok iyi dansederdi. Bütün dans figürlerini bilir, hafta sonları evci çıkınca bizim Karanfil Sokak, Adalar apartmanındaki küçücük dairede hepimize dans dersi verirdi. Hatta foxtrot adımlarını öğrenelim diye halıyı kaldırıp, yere adımları çizmişti tebeşirle. Aramızda en yetenekli Uğurtan’dı. Zaten o da baleye girmek istemiş ama yaşı büyük olduğundan bale yerine arp bölümüne kaydedilmişti. İşte bu ikisi günün moda danslarının hepsini becerirlerdi. Cumartesi günleri öğleden sonra Bulvar Palas’taki danslı çay saatini kaçırmamaya gayret ederdik. Müzik canlı mıydı? Hatırlamıyorum ama herhalde canlıydı. Cemil ve Uğurtan İdil, (evlendikten sonra soyadı Aksel oldu) orada tüm marifetlerini sergilerlerdi.

İSKENDERUN VE ANTAKYA'DAN MEKTUPLAR
Yaz tatillerinde Cemil, ailesinin yanına İskenderun’a gider, oradan uzun mektuplar gönderirdi. Konuşmaları gibi heyecan dolu, müzik ve doğa aşkıyla yanıp tutuşan mektuplardı bunlar. Plak, kaset, CD öncesi yıllarda müzik radyolardan dinlenirdi. Cemil de Fransız kültüründen geldiği için olsa gerek hep Monte Carlo radyosunu dinler, mektuplarında dinlediği eserleri sayfalara sığdıramazdı. İskenderun ve Antakya aşığıydı. Harbiye şelalelerini, Arsuz plajını, Soğukoluk yaylasını ballandıra ballandıra anlatırdı. Ne var ki, yıllar sonra oralara gittiğimde adamakıllı düş kırıklığına uğramıştım. Onun anlattıklarını hayalimde herhalde bambaşka canlandırmış olmalıyım.
Cemil, opera repertuarı yanında Fauré, Debussy ve Ravel gibi Fransız bestecilerinin şarkılarını söylemeyi de pek severdi. Beni kendisine piyano eşlikçisi seçtiğinde daha üç yıllık piyanisttim. Onun sayesinde opera ve şan repertuarını tanıdım ve bu tanışıklık yıllar sonra New York’da Mannes College of Music’de şan/opera repertuarı eşlikçiliği dersleri ile pekişti. 1965’te korrepetitör olarak İstanbul Şehir Operası’nda başlayan, ardından İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde ve sonra MSÜ Devlet Konservatuarı’nda devam eden şan/opera eşlikçilik kariyerim 1985’e kadar 20 yıl sürdü.
Müzik öğrenmek, müzisyen olmak isteyen birinin , çocuk denecek yaşta Cemil gibi bir müzik aşığı, bir müzik delisiyle karşılaşmış olması dünyanın en büyük nimetlerinden biriydi. Onun yaşamımdaki yerini, önemini hiçbir zaman unutmadım ve unutmayacağım. Nur içinde yatsın.

13 Aralık 2010 Pazartesi

MÜZİSYENİN BEDEN DİLİ ÜZERİNE NOTLAR

"1999 yılında yazdığım bu yazı bugün de güncelliğini karumakta."


Sahneye çıkıp halk huzurunda konser vermeye cür’et eden müzisyenlerin “beden dili” çoğu kez çaldıkları enstruman ile aralarında cereyan eden teknik, psikolojik hatta psikosomatik mücadelenin dışavurumudur. “Beden dili”, müzisyenin hem yalnız başına çalışırken hem de konser esnasında beyni ile kasları, diyaframı, sinir uçları (v.b.) arasında oluşan iletişim ağının içerdiği karmaşık bileşimler sonucu, çoğu kez kendi isteği dışında bedenine yerleşen “tik”lerin kibarcasıdır.
Teknik zorlukları ve müziğin karmaşık katmanlarının yarattığı stresi bir ölçüde aşmış olan müzisyenlerin de çalgıları ile aralarındaki ilişkiyi belirleyen çok kişisel davranış, duruş, devinim, tavır özellikleri vardır.

Paul Tortelier
 Örneğin, kemancı Gidon Kremer müzik dünyasının önemli kemancılarından biri olabilir ama ne yalan söyleyeyim onu seyretmek eni konu itici gelir bana. Buna karşın “beden dili” hayli abartılı olan viyolonsel virtüozu Paul Tortelier inanılmaz sahne çekiciliği olan bir müzisyendi.


Viktoria Mullova

Kemancı Viktoria Mullova, heykel gibi durağan olmakla birlikte çok zarif ve azametlidir sahnede. Onun bu buz gibi duruşu etkileyicidir, dinleyiciyi meraklandırır. Suna Kan da çalgısıyla boğuşmayan, dingin müzisyenler ekolündendir. Ayla Erduran ise tam tersine hem çalgısıyla boğuşur hem orkestra üyeleri hem de şef ile sürekli bir duygu alışverişini yeğler.
Wilhelm Kempff , Alfred Brendel, Arthur Rubinstein, Sviatoslav Richter gibi 20. yüzyılın bugün efsaneleşmiş piyanistlerinin, David Oistrakh, Yehudi Menuhin gibi kenmancıların, o kendinden emin, ortama ve çalgısına hakim müzisyen tavrının (içinde fırtınalar kopsa da belli etmeme gibi) modası geçti mi acaba? Oysa onları dinlerken müziğe konsantre olursunuz, dikkatinizi dağıtmazlar, beden kullanımları müziğin akışına, ritmine, anlamına ters düşmez, daha da ötesi müziğin soyut kavramlarını deşifre edebilmenize yardımcı olur bu sakin ve kendinden emin müzisyenler. Bugünün genç müzisyenleri ne kadar şanslılar ki büyük ustaların belgesellerini, konser kayıtlarını internet ortamında bulup, dinleme, inceleme olanağına sahipler.
Vaktiyle televizyonda Whitney Houston’un uzun bir konseri yayınlanmıştı. 20. yüzyılın başından sonuna siyahî müziğin serüvenini seslendiriyordu Houston. Billie Holiday’den Sarah Vaughan’a, Diana Ross’dan Ella Fitzgerald’a kadar el atmadığı şarkıcı ve şarkı kalmamıştı. Saçının telinden ayak parmaklarının ucuna kadar ifade yüklü bir performanstı bu. Ne var ki Houston saatler boyunca mikrofonun önünde ter dökerken, son derece ekonomik “beden dili” ile müziği konuşturmayı, bedenini konuşturmaya yeğ tutuyordu. Zaten bazen bir bakış, bir gülümseyiş ciltlerle kitaplarda anlatılamıyanları anlatmaya yetmez mi?


Mitsuko Uchida

Maria Joao Pires
 Başka bir örnek: Japonların müzik dünyasına olağanüstü Mozart yorumcusu olarak sundukları Mitsuko Uchida’yı hiç konserde ya da televizyonda izlediniz mi bilmem. Mozart çalarken Uchida’nın yüzü şekilden şekile girer, bedeni kıvranır durur. Gel gör ki bu duyguların çoğu onun parmaklarından akıp tuşlara yansımaz. Buna karşın Maria Joao Pires’in Mozart yorumlarken müzikal anlamda eriştiği derinliği yüzünden veya bedeninden okuyamazsınız, çünkü Pires “beden dili”ni en aza indirgemiş piyanistlerdendir ve piyanistlerin piyanistidir. Yani o da İdil Biret gibi, kendi meslekdaşlarının büyük saygı duyduğu müzisyenlerden biridir.
Böylece ortaya şöyle bir tablo çıkıyor:

Konser pastasının boyutları büyümezken, pastayı paylaşmak isteyenlerin sayısı katlanarak artmakta. Büyük parçayı kapmak için artık menejerlerin ve onların güdümündeki bazı müzisyenlerin denemeyeceği “oyun” yok gibi. Mesele bu “oyun”u oynamaya “razı olmak” veya “reddetmek” meselesi. Reddedenler, müzisyenlerin müzisyeni olarak belki gölgede kalacaklar ve bazılarına göre “birinci sınıf kariyer” yapamayacaklar ama uzun ömürlü olacaklar. Razı olanlar ise belki başta büyük şöhret yakalayacaklar, ardından şöhreti elden kaçırmamak için ödünler verecekler, yıpranacak ve çoğu kez yok olma riski ve korkusuyla yaşayacaklar. Her iki seçim de kişinin özgür seçimi olduğu sürece bir sorun yok, öyle değil mi?