19 Mart 2017 Pazar

DİNLEYİCİSİZ MÜZİK KARŞISINDA DİNLEYİCİLİ MÜZİK

FİLİZ ALİ
19 MART 2010 TARİHİNDE RADİKAL GAZETESİNDE YAYINLANAN BİR YAZI

15 Mart 2010 tarihli Radikal Gazetesi’nde Serhan Bali imzasıyla çıkan bir yazıdaki iki cümle üzerinde durmak istiyorum. Her iki cümle de şimdilerde yerli yersiz çoklukla kullanılan Zeitgeist/ Zamanın Ruhu tanımlamasına örnek olabilecek nitelikte.
İlk alıntımız şöyle:

Günümüzde “modern klasik müzik” (ki bu tanımlama ne kadar doğrudur tartışılması gerekir, ben “yeni müzik” demeyi tercih edenlerdenim, f.a.)  diye tabir edilen müzik, dinleyicisiz müziktir. 2. Dünya Savaşı’nın ardından Darmstad (doğrusu Darmstadt olmalı, f.a.)  ekolünün modern müziğe egemen olmasıyla çağımızın müziği, günümüz dinleyicisi için neredeyse hep “anlaşılmaz müzik” olarak görülmüştür. [1]

20. yüzyıl, iki dünya savaşı öncesi ve sonrasını içine alan çok çeşitli müzik akımlarının birbiri ardına yaratıldığı, olağanüstü dinamik bir çağdı. 20. yüzyıl müziğini Darmsadt Ekolü’nün içine hapsetmek hem büyük yanlışlık hem de haksızlık olur. Darmstadt’da 1951 ile 1961 yılları arasında düzenlenen Darmstadt Uluslararası Yeni Müzik Yaz Kursları’na katılarak çevrelerinde bir müridler grubu oluşturan Luigi Nono, Bruno Maderna, Luciano Berio, Pierre Boulez ve Karlheinz Stockhausen gibi bestecilerin taviz vermez “serial” besteciler olmaları müzik tarihi açısından belirleyiciydi.

Adı geçen bestecilerin bazıları 1960 sonrası bambaşka yollardan ve deneyimlerden geçtiler. Darmstadt etkisini 1960’lardan sonra giderek yitirdi. Ne var ki bu on yıl içinde adı geçen grup tarafından yaratılan müzikler “Avrupa Yeni Müzik Hareketleri” üzerinde izini bırakmış ve belki de bir daha hiç silinmeyecek biçimde “dinlenmesi zor müzik” damgasını yemişti. Ancak, aynı mantıktan yola çıkarak Haydn ya da Beethoven’ın yaylı çalgılar dörtlülerinin de bestelendikleri dönem ve koşullarda geniş halk kitleleri tarafından “dinlenmesi kolay müzik” diye algılanmadığı gerçeğini unutmamak gerek.  

Darmstadt Ekolü’nün etkisini yitirmesinde bir başka olgu rol oynamıştı. 1960’larla birlikte Doğu Avrupa’daki müzikal canlanış çok belirginleşti. Stalin’in ölümünden sonra Sovyetlerin etki sahasında olan ülkelerde bir biri ardına yaşanan siyasi krizler ve başkaldırıların sonucu ulaşılan yumuşama ile 1956 yılında Varşova Sonbaharı Yeni Müzik Festivali’nin yaratılması yeni bir oluşumun habercisiydi. Alman müzik eleştirmenleri ilk kez bir Polonyalı Besteciler Ekolü’ünden söz eder oldular. Polonyalı Besteciler Ekolü, Darmstadt Ekolü’nün katı ve sert kurallarını yıkarak “yeni müziğe” taze kan getirdi. Witold Lutoslawski, Krzysztof Penderecki, Henryk Gorecki, Tadeusz Baird, Boguslav Schaeffer, Kazimierz Serocki gibi bestecilerin her biri farklı estetiklere ve tekniklere yelken açıyorlardı. Ses olgusunun ve renklerinin sınırlarını yoklayan, doku yoğunluğunun önem kazandığı, raslamsallığa, yorumcunun da yaratma sürecine katılmasına olanak tanıyan yeni anlayışlara imkan tanıyordu Polonya Ekolü. Schaeffer, elektronik müziğe yönelirken Gorecki halk müziğinden yaptığı alıntıları tanınmaz hale getirebiliyordu. Penderecki Polonya’nın komünist rejim tarafından bastırılmış Katolikliğini müziğinde su yüzüne çıkarıyor, canlandırıyordu. Sonuçta Polonyalı Besteciler Ekolü “dinlenmeyen müzik” kategorisine hiç bir zaman girmedi. Her bir Polonyalı besteci dünya çapında üne kavuştu, eserleri büyük konser salonlarında yorumlanmaya ve kaydedilmeye devam etti.

1956 yılı aynı zamanda Macar Ayaklanması yılı olarak tarihe geçti. Soğuk Savaş yıllarında György Ligeti (1923-2006)  ve György Kurtag (1926-) gibi Macar bestecileri vatanlarından ayrı yaşadılar ama eserlerinde Macar ruhunu yaşatmaya devam ettiler. Her iki bestecinin de yarattıkları çok farklı estetik anlayışlardaki eserler, dünya müzik çevrelerinde tanındı. Hiç bir zaman ödün vermediler bu besteciler ama “dinlenebilir müzik” kategorisine rahatlıkla girebildi eserleri . 

Rusya-Sovyetler Birliği- sonra tekrar Rusya’ya bakacak olursak 20. yüzyıl müziğine çeşitli yol ayrımlarında makas değiştirtmiş çok önemli bestecilerin bu topraklardan çıktığını görürüz. Stravinsky, Prokofiev ve Shostakovich üçlüsünü, soğuk savaş yıllarında yaratılarını yeraltında (underground) yayan cesur ve avant-garde Sovyet bestecileri izler. Edison Denisov, Alfred Schnittke ve Sofia Gubaidulina üçlüsü, 1970 ve 80’lerin Avrupa’sını aynı Stravinsky, Prokofiev ve Shostakovich üçlüsünün yüzyılın ilk yarısında Avrupa müziğini altüst ettikleri gibi derinden etkileyen eserleri ile öne çıkarlar.

Bu bestecilerin istisnasız hepsi kendi geleneksel kültürlerinin binbir çeşit renkteki ögelerini malzeme olarak yaratılarının içinde eritmeyi bildiler. Yerel kültür ve sanatı düpedüz, beraberinde entellektüel ve estetik kaygılar taşımadan doğrudan kullanmak gibi bir sığlığa hiç yüz vermediler. Ancak, onları “formalist” olmakla suçlayan komünist parti merkez komitesi sekreteri Zhdanov’un ünlü 1948 nutkunda, aynı bugün Serhan Bali’nin yazısında değindiği gibi “müziğin geniş kitleler tarafından anlaşılır ve dinlenebilir olması gerektiği” savını öne sürmüş olması tarihin garip bir cilvesi olsa gerek. Vaktiyle Sovyet Komünist Parti yönetiminin bakış açısı ile bugünkü post-modern-kapitalist- popülist bakış açısının aynı noktada buluşması aslında çok ilginç.

1960 ile 1980’lerin sonuna kadar geçen 30 yıl boyunca Amerika’da gelişen elektronik müzik, John Cage, Harry Partsch, Conlon Nancarrow gibi özgün bireylerin müzikleri, Steve Reich, Phillip Glass ile başlayıp, John Adams, Brian Eno, Michael Nyman ile devam eden Minimalistler hareketi ve bu hareketin rock müziği ile yakınlaşması 20. yüzyılın dinamizminin değişik kutuplarını işaret ediyordu. Bütün bu müzik akımlarının hemen hepsi, bir iki istisna dışında “dinlenebilir müzikler”di.

1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla birlikte başka duvarlar da yıkılmaya yüz tuttu. 1990’da Sovyetler Birliği ve Doğu Blok’u çöktü. Modernizm de yıkılan duvarlardan biriydi. Modernizmin yerini post-modernizm, poli-stilizm ve eklektizm aldı. Artık herşey mübahtı. Yine de post-modernizmin de dereceleri var. Örneğin Luciano Berio, Maurizio Kagel ya da John Tavener’ın post-modernizmi ile Fazıl Say’ın müziğe yaklaşımını aynı kefeye koymamakta yarar vardı.

Tam bu noktada ikinci alıntıcıklarımıza[2] göz atalım:

Modern müziğin günümüz dinleyicisiyle buluşturulmasının bir yolu da Anadolu’dan geçiyor dersek abartmış sayılır mıyız? [...] Cihat Aşkın’a Amsterdam Concertgebouw’daki konser sonrası “Biz sizlerden işte bunları duymak istiyoruz” diyen Hollandalılar [...]

Serhan Bali, modern müziğin zaten artık yerini post-modern müziğe bıraktığını farketmemiş olsa gerek. Ancak ikinci cümleciğin ülkemiz müzisyenlerinin en acıtıcı yarasına parmak basmakta olduğunun da farkında değil anlaşılan. Evet, ülkemiz besteci ve yorumcuları uzun yıllardır karşılarına sık sık çıkan bu “oryantalist” hatta “ırkçı” argümanı bertaraf etmeğe savaşmışlardır. Hollandalıların kastettikleri şudur aslında:

 “Siz Doğulu, Müslüman, Avrupalı olmayan insanlarsınız. Bizim kültürümüzü bize satmaya kalkışmayın. Kendi geleneksel müziğinizden şaşmayın, sakın başka alanlara girmeye kalkışmayın. O alanlar bize aittir.”
Batı ve Doğu’yu kültürel kutulara zorla sokmaya çalışan bu düşünce tarzına hak vererek kabullenmek yerine, tüm müzisyenlerin bu tür ayrımcılığa karşı çıkmalarını, sanatın sınırlarının bu tür bağnaz önyargılarla çizilemeyeceğini haykırmalarını istemek zorundayız.   

21. yüzyılda bestecilerin yararlandıkları malzemeler sadece müzikal malzeme ile kısıtlı değil. Görselliğin her türü, stillerin, türlerin her türlü karışımı, bestecinin emrindedir bu çağda. Kimi besteci bu çoğulculuğun içinde de kendi özgün kişiliğini bulur, kimi de Zeitgeist yani “Zamanın Ruhu”na uyarak  geniş halk kitlelerinin beğenisine ve anlayışına hitabedecek eserler vermeyi uygun görür. Her iki durumda da sanatçının özgün ve özgür davranabilmesidir önemli olan.








[1]İstanbul Senfonisi Ayakta Alkışlandı”, Serhan Bali, Radikal, 15 Mart 2010
[2]  a.g.y.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder