16 Ocak 2013 Çarşamba

GÖKHAN AYBULUS'A MEKTUP




Genç konser piyanisti Gökhan Aybulus, 5 Ocak 2013 günü Facebook denilen internet dünyasına içini dökmüş. 2008’de Türkiye’ye döndüğünden beri yurt içinde ve dışında pek çok orkestra ile konçerto dağarının önemli eserlerini çaldığını, festivallere katıldığını, çok önemli sanatçılarla oda müziği konserleri verdiğini ama Allah için bu konserlerle ilgili hiçbir şey yazılmadığını söylüyor. Kötü eleştiriye bile razıyım demeye getiriyor ve “Piyano çalarken ağzımla kuş mu tutmalıyım?” diye soruyor. Üstelik sadece kendi için değil şikayeti. Görmezden ve duymazdan gelinen çok sayıdaki genç konser sanatçısının da sözcüsü oluyor Gökhan Aybulus. “Hepimiz iyisiyle kötüsüyle, günahıyla sevabıyla çeşitli konserler yaptık ve yapmaktayız” diyor. Evet, bunca yıllık emek, aşkla yapılan ama yıpratıcı bir hayat ve karşılığında derin bir sessizlik. Biraz da ümitsizlikle “Yaptığım işten soğumaya başladım” diye bitiriyor şikayetini Gökhan.

Gökhan’ın feryadı üzerine facebook yıkıldı. Her zaman olduğunu gibi kısa zamanda iş şahsiyata döküldü, polemikler, suçlamalar, bel altından vurmalar derken iş çığrından çıktı. Hemen yetmiş yıllık İstanbul-Ankara itişip kakışması ateşe sürüldü. Bursa, Eskişehir ve İzmir müzisyenleri de pişmiş aşa su kattılar. Andante dergisinden söz edilince Serhan Bali aldı sazı eline uzun uzun konuyu ayrıntılandırdı. Kendilerine dergide yer verilmemesinden şikayetçi olanlara “sizinle özel olarak konuşalım” dedi. Tabii ki herkes yerden göğe kadar haklıydı. Ne var ki, asıl soruna değinen birkaç kişinin sözleri de arada kaynayıp gitti. Bu arada, Gökhan’ın parmak bastığı sorun olduğu gibi duruyor ortada ve soruna çare bulmak için kafa kafaya verecek irade bulunmadığı da bir gerçek.
Tesadüfe bakın ki Gökhan’ın facebook mesajını okuduğumuz 5 Ocak 2013 günü, aynı tarihli Radikal gazetesinde Cem Erciyes imzasıyla yayınlanan “Sanat Yazarının Piyasadan Bıkkınlığı” başlıklı yazıda sorunun sadece müzik alanında olmadığını, sanat ortamının, farklı biçimlerde de olsa müzisyenlerin içinde bulunduğu çıkmaza benzer konulardan şikayetçi olduklarını gördük, okuduk. Cem Erciyes, yazısında sanat eleştirmeni Ahu Antmen’den alıntı yapıyor. Ahu diyor ki: “1990’lı yıllarda yazmaya başladığımda kendimi bir kültür ortamı içinde hissederken son yıllarda belli bir ekonomik sistem içinde kendi iradem dışında araçsallaştırıldığımı ve daha çok bir kültür endüstrisi içinde bulunduğum hissine kapıldığımı söylemem mümkün.”
TÜRKİYE’DE MÜZİK ELEŞTİRMENLİĞİ ÜZERİNE
Ben Ahu Antmen’den daha da geriye gideceğim. Cumhuriyet Gazetesi’nde 1980’lerin başında haftalık müzik yazıları/eleştirileri yazmaya başladığımda ben de kendimi geniş ve özgür bir kültür ortamı içinde bulmuştum. 12 Eylül Darbesi, bizleri sanattan medet ummaya ve birbirimize omuz vermeye yönlendirmişti. Hürriyet Gösteri dergisinde de her ay bir yazım yayınlanıyordu. Gazete yazıları, her haftanın senfonik konserine ek olarak dinlediğim resitaller ve oda müziği konserleri hakkında eleştiri yazılarıydı. Dergi yazıları ise daha geniş bir müzik alanını kapsıyordu. Kimler okuyordu bu yazıları? En başta tabii ki konser veren müzisyenler, sonra da hiç bir konseri kaçırmayan meraklı müzikseverler. Müziksever konser dinleyicisi sadık okuyucularımdı. Yazılarımdan yararlandıklarını söyleyen kişilerin sayısını unuttum. Bugün bile beni hâlâ Cumhuriyet Gazete’sindeki yazılarımdan dolayı tanıyanlara rastlıyorum arada bir.

Konser veren müzisyenlere gelince: onlar tabii ki eleştiri konusunda çok hassastılar, örneğin Fazıl Say ve Hikmet Şimşek bana sayfalar dolusu mektuplar yazmışlardır vaktiyle. Mesela, İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’nın Çağdaş Türk bestecilerinin eserlerini programlarına almamalarını sert bir dille eleştirdiğim için kıyamet kopmuştu. Vay sen misin o dokunulmaz İDSO’yu eleştiren? Fena halde kızıp beni gazete yönetimine şikayet etmişler ve gazeteden derhal atılmamı istemişlerdi. Müzik eleştirmenliği yıllarım buna benzer bir sürü anekdotla doludur. Çok ender de olsa yazdığım bir eleştiri dolayısıyla kendi kusurlarını gördüğünü ve düzelttiğini söyleyen sanatçıya da raslamışımdır.  
Sanatçı “ego”su çok hassastır. Konser veren, tiyatro, opera ve dans için sahneye çıkan, sergi açan, kitap yazan, film yapan sanatçı, yaptığı işin görülmesini, izlenmesini, farkedilmesini en önemlisi de beğenilmesini ister. Beğenilmediğinde kimi sanatçı kırılır, küser. Fakat kendine güvenen, doğru yolda olduğuna inanan sanatçı ise eleştirildiğinde kamçılanır, daha iyi olmak için hırsla çalışır.
 
1973’DEN 2013’E MÜZİK ELEŞTİRMENİN KONUMU NASIL DEĞİŞTİ?
1973’de başlayan Uluslararası İstanbul Müzik Festivali, o zamanki adıyla İstanbul Festivali, memleketin müzik hayatına ilaç gibi gelmişti. İş dünyasının saygın kuruluşlarından Eczacıbaşı Firması’nın sahibi Nejat Eczacıbaşı aynı zamanda kültür hayatımızda ve devlet nezdinde ağırlığı olan bir kişiydi. Festival sayesinde İstanbul’a yıldız yağmuru yağmaya başladı. Festival konser ve gösterilerini izlemek için başka şehirlerden müzikseverler de İstanbul’a akın ettiler. Devlet desteği, yabancı kültür merkezleri ile işbirliği, ama en önemlisi zamanın demir perde gerisi ülkelerinden bedavaya getirilen dünya çapında orkestralar, orkestra şefleri, baleler, solistler sayesinde Türkiye o zamana kadar hiç olmadığı kadar üst düzey müzik ve sahne sanatlarıyla bire bir karşılaştı.

Ancak, herşey Berlin Duvarı’nın yıkılması Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun çökmesi ile değişti. Liberal ekonominin önünde artık hiçbir engel kalmamıştı. Devletlerin sanata yaptıkları sübvansiyon eski tip ekonominin bir parçasıydı, şimdi ise serbest piyasa yasaları geçerliydi. Sanata destek verenlerin yeni adı “sponsor” oldu. Sponsor ise öyle bedavadan kimseye destek olmazdı. Verdiği desteğin karşılığını almalıydı sponsor. Sponsor, destek verdiği ürünün kayıtsız şartsız beğenilmesini istiyordu. Destek alan da sponsoru memnun etmek zorundaydı doğal olarak. Al gülüm, ver gülüm meselesi yani.

Gazetede ve dergilerde yazılan yazılar bundan böyle sponsor’u övmeliydi. Yazılar sponsor’un destek olduğu ürünü tanıtmalı ve beğeniye sunmalıydı. Böylece tanıtıcı yazılar devri başladı. Sponsor, destek olduğu konser veya gösterinin bütün biletlerinin satılmasını ve destek olduğu sanatçı veya sanatçıların göklere çıkarılmasını istiyordu. Zaten sanata değer veren kesimin ülke nüfusunun milyonda biri olduğunu düşünecek olursak sponsor da yerden göğe kadar haklıydı.

Şimdi asıl meseleye gelelim. Ahu Antmen’in özlemini duyduğu 1990’ların “Kültür Ortamı” esasında 2000’lere girdiğimizde sona ermişti zaten. 1940’lı yıllardan beri süregelen sanat disiplinleri arasındaki işbirliği, bilgi ve deneyim paylaşımları, ortak çalışmalar 1990’ların sonlarına gelindiğinde yerini yabancılaşmaya terketmişti. Sanat satışa çıkmıştı. Piyasayı, acımasız rekabet ortamı kontrol ediyordu. Sanat disiplinleri arasındaki işbirliğinin anlamı kalmamıştı. Bu piyasada her koyun kendi bacağından asılacaktı artık.
Sadece müzik ortamında şöyle bir mucizevi olgu oluşmuştu aynı dönemde. Dış dünyaya açılan kapılar ülke konservatuarlarında yetişmekte olan genç müzisyenlerin de ufkunu genişletmişti. Burslarla yurt dışında eğitimlerini devam ettirebiliyor ve ardarda yarışmalar kazanıyorlardı. Yurt dışında kazandıkları başarılar ile koltukları kabaran, geleceğe büyük ümitler besleyen bu yetenekli gençler ülkelerine döndüklerinde müzik kurumlarının kendilerine kucak açacağını sanıyorlardı. Oysa ülkedeki kurumsal müzik pastası büyümemişti. Sponsor destekli pastaya talip olanların sayısı ise her yıl biraz daha artıyordu.
GENÇ MÜZİSYENİN 21.YÜZYIL KOŞULLARINA UYUM SORUNLARI
Batı ülkelerinde 18. yüzyıldan beri var olan, orkestralar kuran, konser ve opera salonları inşa ettiren ve destekleyen, müzisyenlere kucak açan müzikseverler, yani filarmoni derneği geleneği çok önemliydi. Ülkemizde de 1940, 50 ve 60’lı yıllarda İstanbul, Ankara, Eskişehir, Gaziantep, Mersin gibi şehirlerde Filarmoni Dernek’leri kurulmuş ama hiçbiri uzun ömürlü olmamıştı. Cemal Reşit Rey’in 1945’de kurduğu İstanbul Filarmoni Derneği ve İstanbul Şehir Orkestrası kuşkusuz Avrupa ve Amerika’daki örneklere çok benzeyen başarılı tek uygulamaydı. Yine 1945 sonrası ve 50’li yıllarda İstanbul’da Batı örneğinde olduğu gibi konser ve gösteri etkinlikleri düzenleyen, Fernando Franco adındaki bir Levanten’in kurduğu ve açılımı “konser ve tiyatro tertip işleri” olan KONTİYA adında bir şirket vardı. Bir çeşit menejerlik şirketi olan bu özel ajans yurt dışından önemli müzisyenler ve Comédie Française gibi tanınmış tiyatro trupları getiriyordu İstanbul’a. Konserler ve tiyatro temsilleri Saray Sineması’nda veriliyor ve salon her zaman tıka basa doluyordu. Çünkü İstanbul nüfusunun önemli bir oranı 6-7 Eylül olaylarına kadar poliglot, kozmopolit, kısaca çok kültürlüydü. Yani Türkçe dışında pek çok dil konuşulurdu. Ermeni, Rum, Yahudi, Levanten ve eski Osmanlılardan oluşan, Avrupa’nın çeperinde kalsa bile yine de Avrupalı sayılacak bir kentti İstanbul.
6-7 Eylül 1955 olayları sonrasında ciddi bir yara almıştı İstanbul kültür ortamı. 1963-64 Kıbrıs olayları, on yıl sonra gelen 1974 Kıbrıs harekâtı ise İstanbul’un demografisini ciddi bir biçimde değiştirmişti. Ömrü boyunca İstanbul Filarmoni Derneğini ve İstanbul konser hayatını canlı tutmaya çalışan Cemal Reşit Rey ve onun yaşıtı eski İstanbulluların çabaları bile müzikseverleri bir arada tutmaya yetmedi.  
1960’lı yıllarda Ömer Umar ve Avusturyalı olup da anadili gibi Türkçe konuşan Lothar Schmidt, KONTİYA benzeri bir atılım yaptılar ve ARKON adındaki müzik organizasyonu şirketini kurdular. ARKON, devletin de desteğiyle hem Ankara ve İstanbul’a zamanın önemli müzisyenlerini getirdi, hem de Ayla Erduran, Ayhan Baran, Suna Kan, Ayşegül Sarıca gibi müzisyenlerimize özellikle İngiltere’de konser olanakları sağladı. ARKON şirketinin ömrü de ne yazık ki kısa sürdü, değişen ülke koşulları Ömer ile Lothar’ı müzik organizasyonundan turizm organizasyonuna kaydırdı.
DEVLETİN KORUYUCU KANATLARI YA DA???
Müzik ve sahne sanatları kurumları bundan böyle devletin koruyucu ve güven veren kanatları altında sürdürecekti çalışmalarını. İstanbul Şehir Orkestrası, 1972’de İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’na dönüştüğünde müzisyenler artık devletin kadrolu sanatçıları oldukları için çok mutlu olmuşlardı. Böylece uzun yıllar kıskandıkları Ankara Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası ile aynı haklara sahiptiler artık. Bundan böyle Devlet Sanatçısı ünvanı olan sanatçılar da kadroluydu. Çünkü devlet memurluğunu profesyonellik sanıyorduk. Zaman geçip, devran döndüğünde o güvendiğimiz devlet orkestralara, operaya, baleye yeni kadrolar vermeyince takke düştü ve kel göründü. Bugünün genç sanatçılarına devlet artık kadro vermiyor, “isterseniz sözleşmeli çalışın” diyordu.
21.yüzyılda genç müzisyenin önündeki seçenekler çok çeşitli değil, ama yaratıcı olmak zorunda. Konser sanatçıları arkadaşlarıyla anlaşıp kendilerine menejerlik yapacak birileri bulmalılar örneğin. Bugün üniversitelerin “Sanat Yönetimi” başlıklı bölümlerinden mezun olan öğrenciler konser organizasyonu işini yapabilirler pekala. Her iki tarafın da birbirini bulması o kadar zor değil aslında. Konser organizasyonu dendiğinde, halkla ilişkiler, basınla ilişkiler, tanıtım, cd, dvd kayıtları, hatta bu kayıtların youtube’da yayınlanması, gazete, dergi ve televizyonlarda röportajlar ayarlanması işin içine giriyor. Tek başına bir konser sanatçısı bu işlerin maddi ve manevi yükünü kaldıramayacağına göre konser veren sanatçıların bir araya gelmeleri, sorunlarına ortak çareler aramaları gerekli gibi görünüyor. 21. yüzyılın müzisyenlerinin KONTİYA ve ARKON gibi organizasyon şirketlerine ihtiyacı var sanırım.
Ne yazık ki Gökhan Aybulus’un derdine çare bulamadım ama bana bu uzun yazıyı yazma ilhamı verdiği için kendisine teşekkür borçluyum.