19 Mart 2012 Pazartesi


İSTANBUL, 2012 AVRUPA MÜZİK FORUM’UNA EV SAHİPLİĞİ YAPACAK
Filiz Ali
Açılımı “Avrupa Muzik Konseyi” olan EMC, UNESCO ve “Uluslararası Müzik Konseyi” IMC ile bağlantılı bir kuruluş. Türkiye, Borusan Kültür Sanat’ın desteği ile 2005 yılından bu yana Avrupa Müzik Konseyi üyesi. 2003 yılında Borusan Sanat’ın o zamanki yöneticisi Sami Caner, Uruguay’ın başkenti Montevideo’da yapılan IMC toplantısına beni temsilci göndererek bir saha çalışması ve nabız yoklaması yaptırmıştı. 2005’den itibaren de iki müzikolog meslektaşım İlke Boran ve Kıvılcım Yıldız Şenürkmez ile beraber ilk önce Budapeşte, sonra Malmö (2006), Barcelona (2007), Brno (2008), Atina (2009), Viyana (2010) ve Tallinn (2011) deki toplantılara EMC üyesi olarak katıldık. Bütün bu toplantılar sırasında tabii ki epey kulis yaptık ve Türkiye’de ne tür müzik veya müzikler olduğunun hiç farkında olmayan Avrupalı meslektaşlarımıza ülkemiz müziğinin ne denli çok yönlü olduğunu anlattık. Son üç yıldır yaptığımız ciddi temaslar sonucu vardığımız sonuç Türkiye’de müzikle uğraşan her bireyi yakından ilgilendirecektir umarım.
19-22 Nisan 2012 tarihleri arasında İstanbul, dolayısıyla Türkiye, EMC İkinci Avrupa Müzik Forum’u toplantılarına ev sahipliği yapacak. Forum’un başlığı ya da sloganı “Sınırları Aşmak-Köprüler Kurmak”. Çeşitli atölyelerde, bütün üyelerin katıldığı toplantılarda, küçük gruplar arasındaki çalışmalarda Avrupa ve çevresinde müzik alışverişini zorlayan engellerin kaldırılması, müzikle insanlar, ülkeler, kültürler ve kuşaklar arasındaki sınırların aşılması tartışılacak.
Türkiye’nin bu uluslararası kuruluşa katılımının mimarı, emekli büyükelçi Pulat Tacar idi. Pulat Tacar’ın babası Ali Emel Tacar aslında bankacı olmasına rağmen iflah olmaz bir müzikseverdi. Zaten İstanbul’daki ilk Filarmoni Derneği’nin kurucuları arasındaydı Emel Bey. 1945 yılında Cemal Reşit Rey’in inisiyatifi ile kurulmuştu bu dernek. Osmanlı İmparatorluğunun son yüzyılının çok kültürlü kozmopolit ortamında dünyaya gelen çok özel bir kuşağın temsilcilerinden olan piyanist-besteci-orkestra şefi-öğretmen Cemal Reşit Rey İstanbul Filarmoni Derneği’ni kurarken yanına Cumhuriyet Gazetesi kurucusu Yunus Nadi Bey’in oğlu Nadir Nadi’yi de almıştı. Nadir Nadi çocukluğunda Carl Berger’den aldığı keman dersleri sayesinde hayatı boyunca klasik müziğe çok önem vermiş, hatta ömrünün son yıllarında yazdığı “Dostum Mozart” kitabı ile müzikseverliğini kanıtlamıştı. Kısaca, çok sesli klasik müzik, bazılarının sandığı gibi Cumhuriyetle birlikte Türk toplumunun üzerine tepeden inmedi, zaten var olan bir alt yapı üzerine çağdaş yöntemlerle eğitim olanakları sağlandı sadece. Filarmoni Derneği Türkiye’deki müzisyenlerin, dünyadaki müzisyenlerle aralarında bağlar kurmalarına önayak olmuştu o yıllarda.   
Filarmoni Derneği kurucuları arasında mesleği “tüccar” diye belirtilen Afif Tektaş’ı da anmadan geçmeyelim. Afif Tektaş da İstanbul’un güngörmüş ailelerindendi. Ağabeyi Ekrem Tektaş çok iyi keman, Afif Bey de aynı düzeyde piyano çalardı. Afif Tektaş’ın eşi Furumet Hanım, Filarmoni Derneği’nin ilham perisi ve ruhuydu. Cumhuriyet’in ilk yıllarında önce Paris, sonra Roma Büyükelçisi olarak atanan Suat Davaz'ın kızı olan Furumet Hanım, eğitimini bu iki sanat merkezinde müzik ve resim üzerine yapmış, 1938'de Türkiye'ye dönerek Afif Tektaş ile evlenmişti.
Bir de Ali Emel Tacar gibi canla başla müzik sevgisini hayatının merkezine yerleştirenler vardı. Emel Bey bu sevgiyi oğlu Pulat Tacar’a da aşılamıştı. Pulat Tacar, UNESCO nezdinde Türkiye Büyükelçi’si olduğu yıllarda Uluslararası Müzik Konseyi ile ilgilenmiş ve Türkiye’nin de bu kuruluşun üyesi olmasını yürekten istemişti. Emekli olduktan sonra da UNESCO Türkiye Milli Komisyonu yönetim kurulunda görev yaparken bizim gibi müzisyenlerin kendi meselelerine sahip çıkabilecekleri uluslararası kuruluşlarda etkinlik göstermelerinin zamanının çoktan geldiğini o heyecanlı ve ikna edici üslubuyla anlatmak için kaç kez Ankara’dan İstanbul’a gelmişti.
Avrupa Müzik Konseyi’nin her yıl üye ülkelerden birinde düzenlenen toplantılarında işlenen konular her seferinde farklı olmakla birlikte ana mesele dönüp dolaşıp “İnsan Hakları eşittir Kültürel Haklar” prensibine dayanıyor. Kısaca insanların yaş, cinsiyet, dil, sağlık, etnisite, din ve kültürel farklılıkları ne olursa olsun, siyasi, ekonomik ve sosyal haklara olduğu gibi kültürel haklara da sahip olmaları gereği önemle vurgulanıyor. İnsanların kültürel geleneklerine sahip çıktıkları gibi farklı kültürel geleneklere de ulaşabilmeleri, farklı kültürlerin birbirleriyle müzik aracılığı ile kaynaşabilmesi, insanların kendilerini müzik ile ifade ederek aralarındaki farklılıkları köprüler kurarak aşmaları için çalışılıyor.
Tabii, Avrupalılar, ülkelerine konuk işçi olarak gelen göçmenlerin kültürel kimlikleri ile uzun yıllar ciddi olarak ilgilenmemişlerdi. İşçiler konuktu, konuk da zamanı geldiğinde kendi ülkesine dönecekti hesaba göre. Eğer kalacaklarsa kendi kültürel kimliklerini unutup, konuk oldukları ülkenin kültürünü hazmetmeleri, yani asimile olmaları gerekiyordu. Ancak, evdeki pazarlık çarşıya uymadı. Konuk işçiler ülkelerine dönmediler, üstelik zaman içinde yaşadıkları ülkelerin kültürel kimliğine ayak uyduramadıkları gibi, kendi kültürel kimliklerini de koruyamadıkları görüldü.
Sami anne ve kızı Ren Geyiği ile
Avrupa Müzik Konseyi’ne üye olan, özellikle çok sayıda göçmen alan ülkelerin paçaları tutuşmuştu. 36 değişik dil konuşulan Avrupa ülkelerinde yaşayanları, ortak dil olan müziğin çatısı altında birleştirme olanakları aranmaya başlandı. Ancak, göçmenler dolayısıyla yaşanan sorunlara kilitlenen Avrupa ülkeleri araştırmaları sırasında kendi ülkelerinde yüzyıllardır yaşamakta olan farklı kültürel kimlikteki toplulukları da keşfettiler. Örneğin Malmö’deki toplantıda İsveç, Norveç ve Finlandiya’nın kuzeyinde Ren geyiği çobanlığı yaparak yaşayan Laplandlı Sami ırkının bile yüzyıllardır dışlandıklarına ve Samilerin hip-hop müziği ile dertlerini tüm Skandinavya’ya duyurmaya çalıştıklarına tanık olduk.
Macar Çigan Kemancı
2005’teki Budapeşte toplantısında ise Macaristan’daki Çingenelerin farklı kültürel kimliğinin yok olması tehlikesi karşısında özel müzik projeleri geliştirildiğini gördük. Ne var ki aradan geçen altı yıl içinde ekonomisi ciddi biçimde bozulan Macaristan’da faturanın Çingenelere çıkarıldığını ve aşırı sağcı grupların, sağcı politikacıların ırkçı söyleminden cesaret alarak saldırılarını arttırdıklarını duymaktayız. Hepimizin sevdiği Macar Çigan müziği bile ırkçılığı yenmeye yetmiyor bazı durumlarda demek ki.
Barcelona’ya gittiğimizde sokak işaretlerinin önce Katalanca sonra da İspanyolca yazıldığını gördük. Biz İspanyolcayı zar zor anlarken Katalancayı sökmeğe çalışmak kolay olmadı haliyle. Sonradan öğrendik ki Katalanlar, kendi dillerini İspanyollara kabul ettirene kadar epey mücadele etmişler. Franco zamanında (1939-1975) devlet dairelerinde Katalanca konuşmak ve kullanmak yasakmış. Sadece halk müziğinde ve dini bayramlarda Katalanca’ya hoşgörü gösteriliyormuş.
2007’de biz EMC toplantısı için Barcelona’dayken 23 Nisan günü Türkler Çocuk Bayramını kutlarken Katalanların da Katalonya’nın koruyucu azizi Sant Jordi bayramının kutlandığını öğrendik. 23 Nisan günü sokaklara dökülen erkeklerin kadınlara bir gül, kadınların da erkeklere bir kitap armağan etmeleri geleneğinin farkına vardık. Sokaklar, caddeler seyyar kitapçılar ve gül satan çiçekçilerle doluydu. Ama asıl güzeli, her meydanda konserler veren bandolardı. Yediden yetmişe sokaktan geçen herkes birbirinin omuzuna el atıyor ve halk dansları adımlarıyla müziğe ayak uyduruyordu. EMC toplantılarında, müziğin birleştirici gücünün, dilini ve geleneğini bilmesek de anlamasak da insanların beraberce müziğe kulak verip ayak uydurmalarında yattığını farkettik.     

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder