2 Ekim 2012 Salı

anne-sophie mutter



ANNE-SOPHIE MUTTER / SAHNEDE 35 YIL
                                                                                      

Dünyanın en iyi kemancılarından birisiniz. Otuz beş yıldır dünyadaki tüm müzik eleştirmenleri sizi yazılarında sürekli göklere çıkarmış. Otuz beş yıldır keman dağarının bütün eserlerini kaydettiğiniz CD’lerden ve konserlerinizden elde ettiğiniz gelir ile beyaz bir Porsche’niz de olmuş, Picasso’nuz da. Aldığınız ödüllerin sayısını unutmuşsunuz. Bütün bunlar yetmezmiş gibi güzelliğinizle nice süper modeli geride bırakmaktaymışsınız.
Anne-Sophie Mutter Tanrı’ya inanmasın da kime inansın?
Gerçekten de Mutter, Tanrı’ın sevgili kulu. Tanrı ona öyle bir müzik yeteneği ve sevgisi bahşetmiş ki, geriye sadece bu yeteneği geliştirmek ve çalışmak kalmış.

İnternet dünyasında çok sayıda söyleşisi var sanatçının. Üç yaşındayken piyano çalmaya başladığını ama 5 yaşına geldiğinde kemana aşık olduğunu anlatıyor bazı konuşmalarında. Babasının eve getirdiği bir Yehudi Menuhin plağını dinledikten sonra başlamış bu ateşli aşk. İlle de keman dersleri alacağım ve kemancı olacağım diye tutturmuş daha 5 yaşında çocukken. Erna Honigberger adında bir keman hocasıyla derslere başlamışlar. Erna, ünlü keman pedagogu Carl Flesch’in öğrencisiymiş. Yani Anne-Sophie daha çekirdekten Orta Avrupa keman geleneği ile yetişmiş böylece.
Mutter, İsviçre Almanya sınırındaki Rheinfelden kentinde doğmuş. Ren nehrinin bir yakası Almanya, öte yakası İsviçre. Beş buçuk yaşındayken Rheinfelden’e sadece 15 km. uzaktaki Basel’a ünlü Rus kemancı David Oistrakh gelmiş konser vermeye. Keman öğretmeni ile Oistrakh’ı dinlemeye gitmişler. Hayatında ilk defa Brahms’ın keman – piyano sonatlarını öğretmeninin kucağında dinlerken kendinden geçtiğini ve bu kez de Brahms’ın müziğine aşık olduğunu hatırlıyor sanatçı bugün. Brahms’ın kemanın insan sesine benzeyen özelliğini çok iyi anladığını, öte yandan da Oistrakh’ın kemana şarkı söylettiğini düşünüyor. Ergenlik yılları boyunca Brahms sevdası devam etmiş Mutter’in. 16 yaşına geldiğinde Karajan yönetiminde Brahms’ın keman konçertosunu yorumlayacak kadar önüne geçilmez bir sevda imiş bu.
Anne-Sophie Mutter’in Tanrı’nın sevgili kulu olduğunu kanıtlayan ikinci olay 13 yaşındayken Herbert von Karajan ile tanışmasıdır. Sonrası zaten tarih olmuştur artık. 14 yaşında Salzburg Festival’inde kariyerine adım atması, 15 yaşında Karajan yönetimindeki Berlin Filarmoni Orkestrası eşliğinde Mozart’ın 3 ve 5 numaralı keman konçertolarını Deutsche Grammophon firması için plağa kaydetmesi, 17 yaşında Zubin Mehta’nın yönettiği New York Filarmoni Orkestrası ile Birleşik Amerika’daki ilk konserini vermesi bilinen noktalar. 

Karajan, Mutter’i ilk tanıdığı günden itibaren hep desteklemiş, onun hep ileriye doğru gitmesini, sınırlarını zorlamasını istemiş. Mutter ilişkilerini şöyle anlatıyor bir söyleşisinde:

“14 yaşındaydım. Karajan, Beethoven keman konçertosunu çalmamı istedi. Oysa eseri henüz tam olarak öğrenmemiştim ve rahat değildim. Ama üstadın istekleri emir demekti. Eve gidip gece gündüz çalıştım ve sonunda üstadın karşısına çıktım. Ben çalarken o elindeki partisyondan takibediyordu, ilk büyük keman solosunu bitirdikten sonra hiç başını kaldırmadan ‘Gelecek sene tekrar gel’ dedi. Haklıydı. Henüz Beethoven’i yeterince anlayamamıştım. Ertesi yıl gittiğimde gerçekten çok farklı bir çalışma içine girdik. Beethoven keman konçertosunun analizini yaparken orkestra şefi cephesinden yaklaşımını öğrenmiş oldum. Benim için büyük kazançtı Karajan ile çalışmak. Beni kendi kızlarından ayırmazdı. Sadece müzikal bakımdan değil, kişilik gelişimi bakımından da ergenlik çağındaki bir gençkızın ruh halini göz önüne alarak hayatıma kattığı değerlerin önemini hiç unutamam.”

Mutter’in ipeklere, kadifelere sarılı iki Stradivarius kemanı var. Keman kutusunun üzeri pırıltılı taşlarla süslü. Memleketi Almanya’da bir hanedan üyesiymiş gibi saygı görüyor. Öte yandan konserleri için çok yüksek ücret talebetmesi dolayısıyla Londra orkestralarının tümü tarafından üç yıl boykot edilmiş. Şimdi araları düzelmiş, söylentiye göre Mutter bakmış ki orkestralar geri adım atmıyorlar, çarnaçar ücret indirimi yapmış sonunda. Acaba İstanbul Festivali konseri için ne ücret istedi merak ediyor insan haliyle.

Bundan on dört yıl önce 1988 yılında Cumhuriyet gazetesi’nde çıkan bir yazıma şu cümleler ile başlamışım.

“Anne-Sophie Mutter, göğüslerinin önemli bir miktarını dışarıda bırakan kan kırmızısı ‘strapless’ yani askısız John Galliano tuvaletinin eteklerini savurarak, yüzünün sağ tarafını çapkınca örten mebzul dalgalı saçlarını uçuşturarak sahneye çıktığında konser salonundan aldığı ilk tepki derin bir iç çekmesi oluyor.”[1]

Aslında sanatçının keman çalarken omuzlarını açık bırakan giysileri tercih etmesinin çok anlaşılır bir nedeni var. Çoğu kemancı, çalgıyı omuz ile çene arasına yerleştirirken ya yastık ya da çenelik kullanır. Oysa Mutter bakın ne diyor:

“Keman benim bedenimin bir parçası. Aramızda kemanın doğal titreşimlerini donuklaştıracak bir kumaş parçası olmamalı, doğrudan tene temas eden kemandan çok daha iyi ses çıkıyor.”[2]

Eline aldığı en kötü kemandan bile ‘Stradivarius’ sesi çıkarabilen Mutter’in, tabii ki kendi Stradivarius’larından elde ettiği ilahi seslerle baştan çıkaramadığı kimse yok müzik dünyasında.

Mutter, 26 yaşındayken, Herbert von Karajan’ın avukatı Detlef Wunderlich ile evlenmişti. Kocası kendinden 30 yaş büyüktü. İki çocukları oldu ve ne yazık ki Detlef evliliklerinin altıncı yılında kanserden öldü. Mutter, ikinci evliliğini 2002 yuılında 39 yaşındayken ünlü Alman asıllı Amerikalı piyanist, orkestra şefi, besteci André Previn ile yaptı. Previn 73 yaşındaydı ve Mutter’den önce beş kez evlenmişti. Eşlerinin en ünlüsü Hollywood yıldızı Mia Farrow idi. Previn ile Mutter 2006’da boşandılar ama birlikte konser vermeye devam ediyorlar.  

Mutter, 1980’li yıllarda müzik dünyasındaki prestijini, kendisine duyulan güveni ve hayranlığı kullanarak 20. yüzyılın bestecilerine eserler ısmarlamaya ve bu yolla hem kendi repertuarını genişletmeye hem de çağdaş bestecilerin önünü açmaya karar verdi.
Hoş, eser ısmarladığı besteciler çağdaş müzik çevrelerinde zaten tanınan yaşlı başlı kişilerdi ama Mutter sayesinde eserleri çok daha geniş bir dinleyici kitlesine ulaşacaktı. Böylece Witold Lutoslawski, Krysztof Penderecki, Henri Dutillieux, Wolfgang Rihm ve Andre Previn, Mutter için eserler bestelediler. Mutter’in eser ısmarladığı son kişi 1931 doğumlu Tatar asıllı Rus besteci Sofya Gubaidulina. Eserin adı da çok ilginç: “In Tempus Praesens”, “Şimdiki Zamanlarda”. Sofya Gubaidulina eseri hakkında bakın neler söylüyor:

“20. yüzyıl bestecilerinin çoğu gibi beni de ‘zaman’ sorunu fazlasıyla ilgilendiriyor. İnsanın psikolojik durumuna göre ‘zamanın’ doğada, evrende, toplumda, rüyalarda ve sanatta nasıl değişiklikler arzettiğine kafa yoruyorum. Sanat daima rüya ile gerçek arasında bir yerlerde durur. Sanatta akılla delilik, durağanlıkla ile hareketlilik sürekli yer değiştirir. Normal yaşamımızda geçmişten geleceğe doğru yol alırken şimdiki zamandan geçeriz, ama sadece uykuda, dua ederken ve sanatta şimdiki zaman hiç bitmez.”

Mutter, Sovyetler Birliği’nde uzun yıllar görmezden gelinen, ancak Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra hem Rusya’da hem de Batı’da değeri anlaşılan bu büyük kadın bestecinin kendisi için yazdığı ‘In Tempus Preasens’ adlı keman konçertosunu 2008’de Deutsche Grammophon firması için kaydetti ve Gubaidulina’yı bu kayıtta J.S. Bach ile eşleştirdi. 1 Haziran’da İstanbul Festivali Kapsamında vereceği konserde ise Mozart ile çağdaş Alman bestecisi Rihm’i eşleştirecek ve kendisi için bestelediği “Lichtes Spiel” adlı eserini seslendirecek. “Çocuk Oyunu” deriz ya! öyle birşey bu eser besteciye göre. Merakla bekliyoruz 1 Haziran’ı.
07.05.2012





[1] Filiz Ali, Dünyadan ve Türkiye’den Müzisyen Portreleri, Cem Yayınevi, 1994, İstanbul
[2] Newsweek, 11 Nisan 1988 sayısı.

7 Ağustos 2012 Salı


“20. YÜZYILIN PAGANİNİ’Sİ” RUGGIERO RICCI

6 Ağustos 2012 günü 94 yaşında ölen 20. yüzyılın Paganini’si Ruggiero Ricci, 1918’de San Francisco’da doğmuştu. Annesi de babası da İtalyandı. Küçük yaşta “Harika Çocuk” olduğu anlaşılmıştı. On yaşında ilk resitalini verdi. On iki yaşında ünlü keman virtuozu Fritz Kreisler’e dinletti kendini, üstaddan aldığı destekle 1932’de yani 14 yaşındayken Avrupa’daki ilk konser turnesine çıkmıştı Ricci. İkinci Dünya Savaşı patlayıncaya kadar gezmediği kıta, konser vermediği ülke kalmamıştı. 2003’de 85 yaşında sahnelere veda edene kadar 65 ülkede 5000 konser verdiği kayıt altına alınmıştı.
Paganini’nin bütün “Kapris”lerini plağa kaydettiğinde yıl 1947 idi. Cenovalı müzikseverlerin ona ödünç verdikleri Paganini’ye ait Guarneri yapısı keman ile yaptı bu kayıtları. 500’ün üzerinde plak kaydı olan Ricci, Beethoven, Brahms, Çaykovski, Saint- Saens, Haçaturyan keman konçertolarının değişik kadanslarla birden fazla plağını yapmıştı.
1987 Temmuz ayında İstanbul Festivali’ne davet edilen üstad ile bir söyleşi yapmıştım Hilton Oteli’nde. Cumhuriyet Gazetesi’nde 11 Temmuz 1987’de yayınlanan yazıyı buraya alıyor ve Ruggiero Ricci’yi sonsuzluğa uğurluyorum.

RUGGİERO RİCCİ
Ünlü kemancı Ruggiero Ricci, kendisiyle konuşma isteğimi “Hilton’a gelin, size hayatımı 10 dakikada anlatırım” diyerek önce pek ciddiye almadı. Gazetecilerin müzikten anlamadan ve doğru dürüst yabancı dil bilmeden yapmak istedikleri konuşmalara harcayacak zamanı olmadığına da değindi daha sonra. “Amerika’da bile sık sık başıma gelir, spor yazarını gönderirler benimle konuşma yapsın diye.”
Kendisini spor yazarı olmadığıma ve müzikten de biraz! anladığıma ikna ettikten sonra, sohbetimiz gayet seri ve eğlenceli geçti neyse ki...
Sahneye 40 yıl önce adım atan Ricci için müzik serüveni hâlâ yeni heyecanlarla dolu:
“Kırk yılda müzik dünyasında çok şey değişti. Eskiden bir Alman ekolünden, Fransız, İtalyan, Rus ekolünden söz edilirdi. Bu ekolller yorum ve teknik açılardan birbirine benzemezdi. Kimi kemancı Beethoven uzmanıydı, bir başkası da Paganini. Şimdi ise yarışmalar, kemancıları ya da piyanistleri aynı tezgâhtan çıkmışçasına birbirine benzetiyor. Artık ekol mekol kalmadı. Yarışmalarda kemancılar için önem verilen üç şey var: Doğru entonasyon, doğru ritim ve teknik gösteriler. Kişilik gösteren, olağandışı birşeyler vaat eden gençler daha ilk aşamada eleniyor...
Eskiden sanatçının hayattan tat alması olanağı daha fazlaydı. Gizemli aşk maceraları yaşar, güzel yemekler yer, istediği kadar şarap içer, isterse bir konserinde kötü, ötekinde de harika çalabilirdi. Artık böyle lüksleri yok konser artistinin. Bir jetten inip öbürüne binerek yollarda geçiyor hayatımız ve hep çok iyi çalmak zorundayız.”
Burada Ricci’nin eşi söze karışıyor:
“Geçenlerde bir konser provasına son anda yetişti Ruggiero. Hangi orkestrayla, hangi şefle ve hangi konçertoyu çalacağını kendisine söylemeye bile vaktim olmamıştı. (Ricci’nin genç ve güzel eşi aynı zamanda sanatçının sekreterliğini yapıyor.) Şefin yanında yürürken partisyona bir göz atmış, bestecinin adını görememiş, ama sayfanın kenarında op. 47 yazıyormuş. Kimin op.47’sini çalacağım acaba diye düşünürken orkestra imdadına yetişmiş de, Sibelius Keman Konçertosu’nu çalacağını anlamış.”
“Biraz abartmıyor musunuz?” gibi bakmış olacağım ki, Ricci:
“Kırk yıllık repertuarım var. böyle şeyler başıma geldiğinde artık hiç paniğe kapılmıyorum” diyor.
Konuşma bu minval üzere sürüp giderken, bir tabak dolusu bol zeytinyağlı marulu, bir tabak dolusu pilavlı şiş kebabı ve gitarcı Bitetti’nin tabağında bıraktığı patates kızartmalarını silip süpüren Ricci:
“Aslında öğle yemeği yemeğe hiç niyetim yoktu, ama bunlar (eşi ile Bitetti’yi gösteriyor) beni ayarttılar” diyerek başka bir konuya atlıyor.
“Amerika’daki evimizi sattık, bavullarımızı topladık. Avrupa’ya yerleşeceğiz. Amerika’da New York ve San Francisco dışında verilen konserlerin tadı kalmadı. Herkes, gişe kâr yapıyor mu yapmıyor mu derdine düştü. Yaz boyunca her yerde ancak popüler konserler düzenleniyor. Dünya kadar müzik okulu, bir o kadar da iyi öğretmen var, tek eksiğimiz öğremci. Gençler hayatlarının on yılını, hatta tümünü bir odaya kapanıp çalışarak geçirmek istemiyorlar artık. Dört yıl bir yerde okuyup, kısa zamanda bol para ve ün kazanmak peşindeler.
Avrupa’da durum biraz daha değişik. Avrupalı müzik dinleyicisi daha kaliteli. Eh, azıcık züppeler belki, ama olsun, bilgisiz ve görgüsüz olacaklarına züppe olsunlar, razıyım. Avrupalı öğrenci de daha ciddi. Duyduğuma göre Türk öğrenciler, olanak bulurlarsa Avrupa’ya gidiyorlarmış yaz okullarına. O kadar masraf edeceğinize burada yaz okulları açsanız, benim gibi pek çok sanatçı İstranbul’a seve seve gelir, hevesli ve yetenekli öğrencilerle uğraşırız.”
Bu sözleri duyunca önce kulaklarıma inanamıyorum, ama Ricci çok ciddi. Henüz Avrupa’da nerede oturacaklarına karar vermediklerinden “İstanbul’u düşünür müsünüz?” sorusunu bir süre tartıyor kafasında. Sonra “Burası harika, yemekler nefis, öğrenci açısından belli bir potansiyel var, fakat müzik merkezlerine uzak. En iyisi İtalya’da veya Almanya’da oturmak, buraya da yaz okullarına gelmek.”diyerek geleceğe yönelik planlarına bizi de katıyor.
Kahveler içilirken konu yine değişmişti.
“En iyi sahnede çalarım. Sahnede insanın metabolizması değişir. Zaten eğer sahneye, dinleyici karşısına çıkma amacı ve zevki olmasa hangi akla hizmeten saatlerce çalışılır ki? Türkiye’ye ilk 1956 ya da 57’de gelmiştim. ABD Dışişleri Bakanlığının bir turnesiydi. Hindistan’a kadar gitmiştim o zaman. Dün burada verdiğim o konserin programını gösterdi birisi. Aklım duracaktı. Peter Mennin’in (pek o kadar tanınmayan bir Amerikalı çağdaş besteci) sonatını çalmışım İstanbul dinleyicisine. Amerikan bestecilerinin eserlerini tanıtmak gerekiyor diye konmuş programa besbelli.” Bunları söylerken kıs kıs gülüyor Ricci.
Konuşmamızın sonlarına doğru bestecileri ve orkestra şeflerini çekiştirmeye başlıyoruz ister istemez ve Ricci sohbetimizi şu anekdotla noktalıyor:
“Brahms, başka bir bestecinin eserinin çalındığı konserin orta yerinde salonu terk etmiş. ‘Üstad, niye çıkıyorsunuz? Daha eser bitmedi ki’ demiş biri. Brahms’ın yanıtı ‘Benim için bitti.’ olmuş. Kırk yıllık konser hayatımın şu aşamasında çoğu kez bende Brahms gibi düşünüyorum açıkçası.”

Filiz Ali: Dünyadan ve Türkiye’den Müzisyen Portreleri, 1994, Cem Yayınevi. Sayfa 74-77.

Bu yazı yazıldıktan 11 yıl sonra Ricci’nin öğüdünü dinlediğimi ve hayata geçirdiğimi söyleyebilirim. 1998 yılında Türkiye’deki ilk müzik yaz okulu olan Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi’nin tohumlarını Ayvalik’ta toprağa ektik. Aradan geçen 14 yıl sürecinde önceleri yılda bir kez yapılan Masterclass’ların sayısını arttırdık, çeşitlendirdik. Masterclass’lar ve konserler bütün yaz aylarına yayıldı. Bizi örnek alanlar da oldu.
Gerçi Ruggiero Ricci’yi yaz okulumuza davet etmek için geç kalmıştık  ama onun öğüdünü dinledik ve genç müzikçilerimizin onun gibi ustalarla tanışmalarının ve çalışmalarının yolunu açtık. Nur içinde Yat Ruggiero Ricci. 


15 Mayıs 2012 Salı


SATILIK TİYATRO, ORKESTRA, OPERA, BALE VAR,
GİTTİ GİDİYOR

Yıl 2012, AKP hükümetinin sayın Başbakan’ı, önce tiyatroculara bozuluyor, sonra hızını alamıyor ve sözü “devlet sanata niye destek olsun ki?”ye getiriyor. “Özelleştirelim, bitsin” diyor. Hoop 20 yıl önceki argümana balıklama atlıyoruz yeniden. Yahu az gideceğiz, uz gideceğiz de hiç mi bir arpa boyu düz gitmeyeceğiz bu memlekette. Mesela ben neden 20 yıl önceki berbat filmi yeniden seyretmek zorundayım? Neden 2012 yılının Başbakanının daha bir kaliteli, görmüş geçirmiş, donanımlı, görgülü, zevkli, dünya görmüş danışmanları yok.
Başbakan, hangi araştırmalar sonucu  “Dünyanın hiçbir gelişmiş ülkesinde artık devlet bu işi kendi eliyle yürütmüyor, destek veriyor ama kendi eliyle yürütmüyor, çekilmişler'' sonucuna varmış acaba?
Yine mi ABD örneğine dönüyoruz? Türkiye Avrupa’nın parçası olduğuna göre, Avrupa ülkelerine baksak, oralardan örnek alsak, bakalım Almanya’da Federal Devlet, Eyaletler sanat kurumlarına nasıl ve ne ölçekte destek veriyor görelim.
Tamam, bizdeki sistem köhnemiş, eskimiştir. Yenilenmesi, dönüştürülmesi gerekmektedir. Doğrudur. İğneyi biz sanatçılar kendimize batırmadıkça politikacıların bizlerden kurtulma isteklerine karşı ne pozisyon alacağımızı bilemeyiz. Tiyatrocular operacılarla, balecilerle, davulcu ve zurnacılarla, yani senfoni orkestrası çalgıcılarıyla aynı gemi içindedirler sonuçta. Birbirimizin meselelerine toptan sahip çıkmadıkça, toptan çare aramadıkça, toptan dayanışmadıkça karşımıza hep aynı argüman ile çıkılacaktır, hiç kuşkunuz olmasın. Veeee.... Esquire Dergisi 1996 Şubat sayısında çıkan ve 20 yıldır temcit pilavı gibi dönüp dolaşıp soframıza gelen aynı konu hakkındaki yazımı yeniden görüşlerinize sunuyorum.
MECLİS SANATA DUYARSIZ

Elhamdüllillah 24 Aralık 1995 seçimlerini geride bıraktığımız şu günlerde, meslek olarak ciddi müziği seçmiş, hayatının 40 yılından fazlasını bu işe adamış, bir o kadar yılını kendi gibi ciddi müzisyenler yetiştirmeye vermiş biri olarak memleketimizin şu günkü manzara-ı umumiyesine siyaset ve müzik ilişkileri bağlamında bakmak niyetindeyim. Son meclisimiz evlere şenlik bir meclisti. İstisnaları tenzih ederim ama basına yansıdığı kadarıyla değerli milletvekillerimizin müzik sanatına ilişkin görüşleri “zurnacılık”, bale sanatına ilişkin bakış açıları en hafif tabiriyle “dansözlük”, opera sanatına yaklaşımları ise; “O kadar adamı gâvurca bağırsınlar diye mi besleyeceğiz?” diyerek opera bütçesini tırpanlamak girişimlerinden öteye pek geçmiyor ama, fakat, ve de hayrettir, kendileri bol bol dansöz, zurnacı ve bol bağıran şarkıcı ile boy göstermekten ve bu birlikteliklerini sonsuza dek yaşatmak için fotoğraflarla tespit etmekten kaçınmıyorlar, hatta övünüyorlardı.
Besim Tibuk
Yeni meclisimize seçilen saygıdeğer milletvekillerimizin sanatsal ve özellikle ciddi müzik sanatı konularına yaklaşımlarını merakla beklemekteysem de, parti başkanlarının, sanata, müziğe, müzik eğitimine, uluslararası çağdaş sanat ve müziğin önemine değinen herhangi bir düşünce veya program ürettiklerine dair herhangi bir emare göremiyorum şu ana kadar.
Adnan Kahveci
Bildiğim kadarıyla bu konuda fikir üreten birkaç politikacı vardı. Biri rahmetli Adnan Kahveci idi. Öteki de Besim Tibuk. Bir de Kültür eski Bakanlarından Tınaz Titiz’in bu konuda özgün düşünceleri olduğunu duymuştum. Ancak adı geçen politikacılar devletin müzik ve sahne sanatlarındaki rolünü geliştirmesini ve bir reform ile çağdaş dünya standartlarına kavuşturmasını istemiyorlardı. 
Tınaz Titiz
Onlar, tam tersine devletin bu işten elini çekmesini, müzik ve sahne sanatlarının özel sektörün insafına terkedilmesini düşlüyorlardı. Oysa, özel sektörün devletin operalarını, balelerini, senfoni orkestralarını, tiyatrolarını, konservatuarlarını alıp işletmeye hiç de gönüllü olmadığı ortadaydı. Bu kurumların özelleştirilmesi demek, yok olmaları demekti. Ancak politikacıların ve devlet kademelerindeki sanat ve özellikle evrensel ciddi müzik düşmanlarının ve gerici güçlerin ellerine önemli bir koz verilmiş oldu bu vesileyle. Yani, “Her şeyi özelleştirirken, neden bu kurumları da özelleştirmeyelim?” gibi sorular sorulmaya başlanması devletin yerleşik müzik kurumlarının gelişmesini engelleyici tutumların semirmesine neden oldu.
Devletin sanat kurumlarının özelleştirilmesi de nereden çıktı diyeceksiniz.
Aslında hiçbir politikacının oturup ciddi ciddi ülkenin opera-bale-orkestra ve konservatuar meselelerine çağdaş, evrensel boyutlarda baktığına ve bu konularda fikir ürettiklerine inanmıyorum ama devleti küçültmeyi düşünürken bazı dâhi siyasetçilerin ilk aklına gelen, nedense hep bu kurumları feda etmek olmaktaydı.
Belki de liberal ekonominin beşiği ABD’yi örnek almak istiyordu bizim çok bilmiş politikacılarımız. Amerika’da müzik hemen hemen bütün kurumlarıyla özel sektörün elindedir gerçi, ama orada hem özel kişilerin kasalarında biz Türklerin aklının almayacağı kadar çok para, hisse senedi ve başka ıvır zıvır vardır, hem de bu kişilerin çoğunun müzik sanatına karşı konulmaz bir tutkuyla bağlı olmaları gibi garip bir durum söz konusudur. Üstelik müzik sanatına yönelik tüm harcamalar vergiden muaf tutulur bu ülkede. Tanınmış bir müzisyen veya müzik patronu, yaşlanmış veya hastalanmış müzisyenler için bir bağış kampanyası başlattı mı bilin ki bu kampanyanın sonunda bir çırpıda milyonlarca dolar toplanabilir Amerika’da.
Ünlü Amerikalı ünlü keman virtüozu Isaac Stern’in, New York’taki Carnegie Hall Konser salonunu yıkıp, yerine bir iş merkezi inşa etmeye kalkan müteahhidlere karşı açtığı savaşı kazanmasına, “Carnegie Hall’u Kurtaralım” kampanyasıyla harekete geçirdiği müziksever zenginlerden elde ettiği milyonlarca dolar sebep olmuştur örneğin.
Türkiye’de henüz özel sektörün böyle yükler altına girdiği görülmemiştir. Müzik alanında tek tük bireysel atılımlar yapan kuruluşların bu çabaları gözden kaçmasa bile tıpkı Avrupa’da olduğu gibi Türkiye’de de devlet, müzik kurumlarına sahip çıkmak, bu kurumların daha verimli ve gerçekçi işletilmesi için yeni projeler üretmek, özel sektörle işbirliği içine girmek ve elbirliği ile bu ülkenin uluslararası müzik adına büyük işler becermesine katkıda bulunmak durumundadır.
Esquire Dergisi / Şubat 1996
Filiz Ali

19 Mart 2012 Pazartesi


İSTANBUL, 2012 AVRUPA MÜZİK FORUM’UNA EV SAHİPLİĞİ YAPACAK
Filiz Ali
Açılımı “Avrupa Muzik Konseyi” olan EMC, UNESCO ve “Uluslararası Müzik Konseyi” IMC ile bağlantılı bir kuruluş. Türkiye, Borusan Kültür Sanat’ın desteği ile 2005 yılından bu yana Avrupa Müzik Konseyi üyesi. 2003 yılında Borusan Sanat’ın o zamanki yöneticisi Sami Caner, Uruguay’ın başkenti Montevideo’da yapılan IMC toplantısına beni temsilci göndererek bir saha çalışması ve nabız yoklaması yaptırmıştı. 2005’den itibaren de iki müzikolog meslektaşım İlke Boran ve Kıvılcım Yıldız Şenürkmez ile beraber ilk önce Budapeşte, sonra Malmö (2006), Barcelona (2007), Brno (2008), Atina (2009), Viyana (2010) ve Tallinn (2011) deki toplantılara EMC üyesi olarak katıldık. Bütün bu toplantılar sırasında tabii ki epey kulis yaptık ve Türkiye’de ne tür müzik veya müzikler olduğunun hiç farkında olmayan Avrupalı meslektaşlarımıza ülkemiz müziğinin ne denli çok yönlü olduğunu anlattık. Son üç yıldır yaptığımız ciddi temaslar sonucu vardığımız sonuç Türkiye’de müzikle uğraşan her bireyi yakından ilgilendirecektir umarım.
19-22 Nisan 2012 tarihleri arasında İstanbul, dolayısıyla Türkiye, EMC İkinci Avrupa Müzik Forum’u toplantılarına ev sahipliği yapacak. Forum’un başlığı ya da sloganı “Sınırları Aşmak-Köprüler Kurmak”. Çeşitli atölyelerde, bütün üyelerin katıldığı toplantılarda, küçük gruplar arasındaki çalışmalarda Avrupa ve çevresinde müzik alışverişini zorlayan engellerin kaldırılması, müzikle insanlar, ülkeler, kültürler ve kuşaklar arasındaki sınırların aşılması tartışılacak.
Türkiye’nin bu uluslararası kuruluşa katılımının mimarı, emekli büyükelçi Pulat Tacar idi. Pulat Tacar’ın babası Ali Emel Tacar aslında bankacı olmasına rağmen iflah olmaz bir müzikseverdi. Zaten İstanbul’daki ilk Filarmoni Derneği’nin kurucuları arasındaydı Emel Bey. 1945 yılında Cemal Reşit Rey’in inisiyatifi ile kurulmuştu bu dernek. Osmanlı İmparatorluğunun son yüzyılının çok kültürlü kozmopolit ortamında dünyaya gelen çok özel bir kuşağın temsilcilerinden olan piyanist-besteci-orkestra şefi-öğretmen Cemal Reşit Rey İstanbul Filarmoni Derneği’ni kurarken yanına Cumhuriyet Gazetesi kurucusu Yunus Nadi Bey’in oğlu Nadir Nadi’yi de almıştı. Nadir Nadi çocukluğunda Carl Berger’den aldığı keman dersleri sayesinde hayatı boyunca klasik müziğe çok önem vermiş, hatta ömrünün son yıllarında yazdığı “Dostum Mozart” kitabı ile müzikseverliğini kanıtlamıştı. Kısaca, çok sesli klasik müzik, bazılarının sandığı gibi Cumhuriyetle birlikte Türk toplumunun üzerine tepeden inmedi, zaten var olan bir alt yapı üzerine çağdaş yöntemlerle eğitim olanakları sağlandı sadece. Filarmoni Derneği Türkiye’deki müzisyenlerin, dünyadaki müzisyenlerle aralarında bağlar kurmalarına önayak olmuştu o yıllarda.   
Filarmoni Derneği kurucuları arasında mesleği “tüccar” diye belirtilen Afif Tektaş’ı da anmadan geçmeyelim. Afif Tektaş da İstanbul’un güngörmüş ailelerindendi. Ağabeyi Ekrem Tektaş çok iyi keman, Afif Bey de aynı düzeyde piyano çalardı. Afif Tektaş’ın eşi Furumet Hanım, Filarmoni Derneği’nin ilham perisi ve ruhuydu. Cumhuriyet’in ilk yıllarında önce Paris, sonra Roma Büyükelçisi olarak atanan Suat Davaz'ın kızı olan Furumet Hanım, eğitimini bu iki sanat merkezinde müzik ve resim üzerine yapmış, 1938'de Türkiye'ye dönerek Afif Tektaş ile evlenmişti.
Bir de Ali Emel Tacar gibi canla başla müzik sevgisini hayatının merkezine yerleştirenler vardı. Emel Bey bu sevgiyi oğlu Pulat Tacar’a da aşılamıştı. Pulat Tacar, UNESCO nezdinde Türkiye Büyükelçi’si olduğu yıllarda Uluslararası Müzik Konseyi ile ilgilenmiş ve Türkiye’nin de bu kuruluşun üyesi olmasını yürekten istemişti. Emekli olduktan sonra da UNESCO Türkiye Milli Komisyonu yönetim kurulunda görev yaparken bizim gibi müzisyenlerin kendi meselelerine sahip çıkabilecekleri uluslararası kuruluşlarda etkinlik göstermelerinin zamanının çoktan geldiğini o heyecanlı ve ikna edici üslubuyla anlatmak için kaç kez Ankara’dan İstanbul’a gelmişti.
Avrupa Müzik Konseyi’nin her yıl üye ülkelerden birinde düzenlenen toplantılarında işlenen konular her seferinde farklı olmakla birlikte ana mesele dönüp dolaşıp “İnsan Hakları eşittir Kültürel Haklar” prensibine dayanıyor. Kısaca insanların yaş, cinsiyet, dil, sağlık, etnisite, din ve kültürel farklılıkları ne olursa olsun, siyasi, ekonomik ve sosyal haklara olduğu gibi kültürel haklara da sahip olmaları gereği önemle vurgulanıyor. İnsanların kültürel geleneklerine sahip çıktıkları gibi farklı kültürel geleneklere de ulaşabilmeleri, farklı kültürlerin birbirleriyle müzik aracılığı ile kaynaşabilmesi, insanların kendilerini müzik ile ifade ederek aralarındaki farklılıkları köprüler kurarak aşmaları için çalışılıyor.
Tabii, Avrupalılar, ülkelerine konuk işçi olarak gelen göçmenlerin kültürel kimlikleri ile uzun yıllar ciddi olarak ilgilenmemişlerdi. İşçiler konuktu, konuk da zamanı geldiğinde kendi ülkesine dönecekti hesaba göre. Eğer kalacaklarsa kendi kültürel kimliklerini unutup, konuk oldukları ülkenin kültürünü hazmetmeleri, yani asimile olmaları gerekiyordu. Ancak, evdeki pazarlık çarşıya uymadı. Konuk işçiler ülkelerine dönmediler, üstelik zaman içinde yaşadıkları ülkelerin kültürel kimliğine ayak uyduramadıkları gibi, kendi kültürel kimliklerini de koruyamadıkları görüldü.
Sami anne ve kızı Ren Geyiği ile
Avrupa Müzik Konseyi’ne üye olan, özellikle çok sayıda göçmen alan ülkelerin paçaları tutuşmuştu. 36 değişik dil konuşulan Avrupa ülkelerinde yaşayanları, ortak dil olan müziğin çatısı altında birleştirme olanakları aranmaya başlandı. Ancak, göçmenler dolayısıyla yaşanan sorunlara kilitlenen Avrupa ülkeleri araştırmaları sırasında kendi ülkelerinde yüzyıllardır yaşamakta olan farklı kültürel kimlikteki toplulukları da keşfettiler. Örneğin Malmö’deki toplantıda İsveç, Norveç ve Finlandiya’nın kuzeyinde Ren geyiği çobanlığı yaparak yaşayan Laplandlı Sami ırkının bile yüzyıllardır dışlandıklarına ve Samilerin hip-hop müziği ile dertlerini tüm Skandinavya’ya duyurmaya çalıştıklarına tanık olduk.
Macar Çigan Kemancı
2005’teki Budapeşte toplantısında ise Macaristan’daki Çingenelerin farklı kültürel kimliğinin yok olması tehlikesi karşısında özel müzik projeleri geliştirildiğini gördük. Ne var ki aradan geçen altı yıl içinde ekonomisi ciddi biçimde bozulan Macaristan’da faturanın Çingenelere çıkarıldığını ve aşırı sağcı grupların, sağcı politikacıların ırkçı söyleminden cesaret alarak saldırılarını arttırdıklarını duymaktayız. Hepimizin sevdiği Macar Çigan müziği bile ırkçılığı yenmeye yetmiyor bazı durumlarda demek ki.
Barcelona’ya gittiğimizde sokak işaretlerinin önce Katalanca sonra da İspanyolca yazıldığını gördük. Biz İspanyolcayı zar zor anlarken Katalancayı sökmeğe çalışmak kolay olmadı haliyle. Sonradan öğrendik ki Katalanlar, kendi dillerini İspanyollara kabul ettirene kadar epey mücadele etmişler. Franco zamanında (1939-1975) devlet dairelerinde Katalanca konuşmak ve kullanmak yasakmış. Sadece halk müziğinde ve dini bayramlarda Katalanca’ya hoşgörü gösteriliyormuş.
2007’de biz EMC toplantısı için Barcelona’dayken 23 Nisan günü Türkler Çocuk Bayramını kutlarken Katalanların da Katalonya’nın koruyucu azizi Sant Jordi bayramının kutlandığını öğrendik. 23 Nisan günü sokaklara dökülen erkeklerin kadınlara bir gül, kadınların da erkeklere bir kitap armağan etmeleri geleneğinin farkına vardık. Sokaklar, caddeler seyyar kitapçılar ve gül satan çiçekçilerle doluydu. Ama asıl güzeli, her meydanda konserler veren bandolardı. Yediden yetmişe sokaktan geçen herkes birbirinin omuzuna el atıyor ve halk dansları adımlarıyla müziğe ayak uyduruyordu. EMC toplantılarında, müziğin birleştirici gücünün, dilini ve geleneğini bilmesek de anlamasak da insanların beraberce müziğe kulak verip ayak uydurmalarında yattığını farkettik.     

9 Şubat 2012 Perşembe

ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ

ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ’NİN MAKUS TALİHİ DEĞİŞİYOR MU?
Filiz Ali
Şubat ayının ilk haftası gazetelerde küçük bir haber. “AKM için ihale zamanı.” İşte buna müjde denir. Haberden anlıyoruz ki 31 Mayıs 2008’de boşaltılan AKM’nin restorasyonu için harekete geçiliyor. “Kültür Bakanlığı, AKM’de tadilat, tamirat ve depreme karşı güçlendirme yapmak üzere bu ay içinde ihaleye çıkacak. Restorasyonun ekim ayında başlaması ve en geç 2013 yılı 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’na tamamlanması öngörülüyor.”muş (Radikal 3 Şubat 2012). Bina aynen korunacakmış, herhangi bir değişiklik yapılmayacakmış. Ha, bir de Kültür Bakanlığı, yakın bir zamanda sponsorla da protokol imzalayacakmış. Sponsor kim acaba? 2008 yılından beri AKM’nin akıbeti hakkında kimbilir kaç yazı yazmış olan ben ve benim gibi içi kan ağlayan Devlet Opera ve Balesi, Devlet Senfoni Orkestrası, Devlet Tiyatrosu sanatçıları için bundan daha sevindirici bir haber olabilir mi? Belirli aralıklarla en sevdiği oyuncağını kaybedip, sonra da onu çamurlar içinde bulunca deli gibi sevinen yoksul çocuklara döndük hepimiz. 
AKM hikâyesi şöyle başladı. Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte Taksim Meydanı şehrin simge meydanlarından biri oldu. Eski fotoğraflara bakacak olursanız yolu İstanbul’dan geçen herkesin Taksim Anıtı önünde çekilmiş bir fotoğrafını mutlaka görürsünüz. Zaten yakın zamana kadar anıt civarında şip şak fotoğrafçılar dolanır, yerli turistlere, özellikle de askerlere ve ganç çiftlere hemen anıt önünde poz verdirirlerdi. Taksim Meydanına bütün büyük dünya kentlerinde olduğu gibi görkemli bir Opera Binası yapma fikri ilk kez 1930’larda oluşmuştu. Binanın temeli 1946’da İstanbul Vali ve Belediye Başkanı Dr. Lütfü Kırdar zamanında atıldı. Benim gençliğim Taksim Meydanındaki bitmez tükenmez inşaata bakarak geçti. Sonunda bina Atatürk Kültür Merkezi adıyla 1969’da açıldı. Açılmasıyla bir yıl sonra yanması bir oldu. Taksim Meydanındaki onarım inşaatına bakarak hayatımdan bir on yıl daha aktı gitti. Sonunda 1978’de AKM yeniden hizmete girdi. 
Cihat Burak
Ressam, mimar, düşünür, yazar, büyük adam, büyük dost Cihat Burak, mimar Hayati Tabanlıoğlu’nun AKM’yi yangından sonra tıpkısının aynısı biçimde yeniden inşa etmesi karşısındaki tepkisini o eşsiz hicviyle “Rica ederim hanımefendi, hangi mimara projesinin bire bir maketini yakıp yeniden yapma şansını Allah nasibetmiştir?” diye dillendirmişti. Evet, o günlerde AKM binası yenilenirken hiç olmazsa eski kusurlarının düzeltilmesini arzulayan bir mimarlar, müzisyenler, opera-bale-tiyatro sanatçıları, yani sahneyi kullananlar ile salonları dolduran sanatsever seyirci-dinleyici kitlesi eleştirilerini sıralayıp duruyorlardı. Yenilenen binadaki tuvaletlerde çekilen her sifonun sesinin salondan duyulmaya devam etmesi alay konusuydu. Opera ve orkestra sanatçısı arkadaşlarımız sahnenin belirli noktalarının akustik açısından sağır olduğundan, soyunma ve çalışma odalarının yetersizliğinden şikayetçiydiler. Buna benzer ufak tefek şikayetler daima vardı.
Samih Rıfat

Yangından sonra binanın yeniden açılması çalışmaları sırasında Kültür Bakanlığı isabetli bir kararla Samih Rıfat’ı Atatürk Kültür Merkezi Müdür yardımcılığına getirmişti. Samih, AKM’ye bir dizi değerli insanı çekti. Ekipte Onat Kutlar, Şahin Kaygun, Zeynep Avcı, Ömer Uluç gibi insanlar vardı. O güne kadar yalnızca opera binası gibi düşünülen bu yapıyı büyük bir kültür merkezine dönüştürmek için demokratik eşgüdüm toplantıları yapılıyordu. Bu toplantılara ben de katılıyordum. Projelerimiz uçuşuyordu havalarda. Tabii, güzel niyetlerle ve enerjiyle başlayan her hareket gibi bu yaratıcılık fışkıran çalışma da 12 Eylül darbesi ile sona erdi. Samih Rıfat yöneticilikten alındı, ekip dağıldı, gerçek kültür merkezi projesi de rafa kalktı.

Gerçek kültür merkezi nasıl olmalıydı? Dünyada böyle mekânların örnekleri bini bir paraya. En bilinenlerinden biri olan Londra’daki South Bank Kültür Merkezi ve Royal Festival Hall söz konusu olduğunda akla ilk başta bu mekânın çok amaçlı kullanımı ve günün her saatinde oradan geçen her yaşta insanın katılabileceği çeşitli ücretli ve ücretsiz etkinlikler geliyor. Festival Hall binasına geceleri orkestra konseri, öğle saatlerinde ücretsiz oda müziği, dünya müziği, veya solo resitaller dinlemeye, sergileri gezmeye çoluk çocuk gelenler, kafeteryalardan, pastanelerden ve restorandan yararlanırlar. Bayram günleri burada çocuklar için kukla bile oynatılır. Ayrıca bütün bu etkinlikler öncesinde ve aralarda içki ve ufak  tefek sandviç servisi yapan büfeler de cabası.
Gasteig, Münih
Münih’teki Gasteig Kültür Merkezi bir başka örnek. Yapımı 1985’de tamamlanan Gasteig, bir kültür kompleksi. Önce başta Münich Filarmoni Orkestrası olmak üzere konuk orkestraların konserlerini verdiği 2387 kişilik Filarmoni Salonu çok önemli. Avrupa’nın akustik bakımdan mükemmel salonlarından biri olarak ün yapmış durumda bu salon. Kleiner Konzertsaal, küçük salon ise aynı kaliteyi oda müziği konserleri için tutturuyor. 300 sandalyelik Carl Orff Salonu’nda Tiyatro temsilleri veriliyor. Bir de stüdyo tiyatrosu var, Black Box adında. Binada Richard Strauss Konservatuarı ile yetişkinler için eğitim merkezi var. Zengin kitap ve dergi koleksiyonları ile ünlü Münih Belediye Kitaplığı binaya gelen konuklara ücretsiz okuma alanları sunuyor ve sabah 10’dan akşam 19.00’a kadar hizmet veriyor. Kafeler, lokantalar da cabası.
Lincoln Center, New York
 Tabii kültür merkezleri çeşit çeşit. Örnek vermek gerekirse 2009’da 50. yılını kutlayan New York’taki Lincoln Center karşımızda bütün ihtişamı ile durmakta. Manhattan adasının en işlek yerindeki bu sanat kompleksi bence Taksim Meydanı’na en uygun proje olabilir. Lincoln Center’in temel 3 binası ucu açık bir kare oluşturuyor. Tam karşımızda Metropolitan Operası binası, sağda Avery Fischer Hall konser salonu, solda David H. Koch Tiyatrosu. Binaların tam ortasında havuzlu büyük bir avlu. 2 Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu Başkanı Mimar Mete Tapan, sanattan kültürden ziyadesiyle anlayan biri olarak 1930’lardan beri yerinde yeller esen Taksim Topçu Kışlası’nı yani var olmayan sanal bir projeyi tescil edeceğine, keşke AKM’yi de içine alan bir Konser Salonu, bir de Tiyatro Salonu kompleksi projesi teklifi verseydi Kültür Bakanlığı’na. 
Böyle bir projeyi ben hayal olarak değil, mutlak düşünülmesi gereken bir ihtiyaç olarak görüyorum. Dünya şehri olduğunu her fırsatta tekrarladığımız, nüfusu 15 milyonu çoktan aşmış sevgili İstanbulumuza ve bu şehirde yaşayıp da doğru dürüst sanata bir türlü ulaşamayan milyonlarca hemşehrimize nefes aldıracak böyle bir güzelliğe kavuşmak hayal olmasa gerek.
Gariptir, İstanbul’un en önemli meydanı Taksim’de bir zamanlar İstanbul Devlet Opera ve Balesi, İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası ve İstanbul Devlet Tiyatroları’nın temsil ve konserlerini halka sundukları sahneler boş dururken, AKM 2008 yılından beri metruk kalakalmışken, Kadıköy Belediyesi kendi olanakları ile şehrin öteki yakasının sanat ve kültür ihtiyacını karşılamak için elinden geleni yapmaya çalışıyor. 
Süreyya Operası
Caddebostan Kültür Merkezi binasına belki estetik açıdan kusurlar bulabilirsiniz ama konser ve tiyatro sahneleri, sergi alanları, kitapçı ve kafeleriyle Kadıköylülerin çok önemli bir eksiğini tamamladığı da gün gibi ortada. Öte yandan, Paris’teki ünlü Champs Elysees Tiyatrosu’nun modeli olan Süreyya Operası sayesinde de İstanbul Devlet Opera ve Balesi sahnesiz kalmaktan kurtuldu. Devletin sahnesiz bıraktığı kendi kurumlarını bir Belediye’nin kurtarması örneği sanırım dünyadaki ilk ve tek örnek olabilir.