22 Kasım 2010 Pazartesi

ALMANYA MEKTUBU II


Almanya’daki ikinci durağım Köln’dü. Hani şu “eau de cologne” yani bildiğimiz kolonyanın memleketi. Fakat Almanya’ya adımımı atar atmaz hızlı trenlere nazar değdirdim anlaşılan. Bizim Almanya’da yaşayan öğrenciler biraz da yeni Almanyalı olmanın verdiği güvenle “hocam, biletin üzerinde kalkış: 12.31, varış: 15.12 yazıyorsa eğer, tren Köln istasyonuna saniyesi saniyesine 15.12’de girer” dediler. Ama, demek ki Almanya’da da papaz her zaman pilav yemiyor. Trenimiz her zamanki gibi hızlı hızlı giderken Köln’e yaklaştıkça yavaşlamaya başladı. Almanca ve İngilizce iki dilde yapılan anonslar giderek tek dile düştü, sadece Almanca yapılmaya başladı. Trenin 30 dakika rötar yapacağını ülkenin yerlilerinden öğrenince “oh be!” dedim, son tahlilde Alman disiplinini de gözümüzde fazla büyütmemize gerek yok, öyle değil mi?

Gelelim Köln’e. “Eau de Cologne” yani kolonya’nın müzesi bile var Köln’de. Dünyadaki bu en eski güzel koku fabrikasını 1709’da Köln’de kuran Giovanni Maria Farina adında bir İtalyan. Yani işin içinde yine bir Akdenizlilik var. Şimdi nereden çıktı bu kolonya meselesi diyebilirsiniz. Şöyle: İnternetten bulduğum otelimin bulunduğu sokağın Obenmarspforten gibi insanın dilini dolaştıran adına takılmıştı aklım. Sanki bu adı bir yerlerden hatırlıyordum. Haritada yönümü bulmaya çalışırken bir de baktım ki bu sokak aynı zamanda Farina Müzesi’nin bulunduğu sokak. Otele bu kadar yakın olunca gidip müzeyi ziyaret etmemek olmazdı. Üstelik müzenin çalışanları çok sempatikler, size bütün kokuları koklatıyorlar, her burcun kendine özgü kokusu var, eşantiyon alabiliyorsunuz. Ben de bir saat sonra her tarafıma sıktığım on iki değişik parfüm kokusuyla buram buram kokarak yeniden Obenmarspforten sokağına çıkabildim. Ha, bir de unutmadan söyleyeyim, bu şehirde çok önemli ve özel bir de bira çeşidi var, adı da Kölsch ki şahane. Tam benim gibi bira sevmeyenlere göre Kölsch, uzun ince bardaklarda sunulan içimi hafif bir bira.


Kölner Philharmoniker
 Aslında Köln’e gelme nedenim kolonya, parfüm veya bira üzerine bir araştırma yapmak değildi tabii ki. Yirmi yıldan bu yana, arada sırada birlikte bazı projeleri gerçekleştirdiğimiz Concerto Köln Orkestrası’nın Kölner Philharmonie konser salonunda verecekleri 25. kuruluş yılı Gala konserine davetliydim. Köln Filarmoni Salonu’nunda ilk kez 1988 yılında Güher ve Süher Pekinel’i dinlemiştim. Salonun inşaatı 1986’da bitmişti ve Köln’lüler için özellikle mimari açıdan övünç kaynağıydı bu salon. Eski Yunan amfi-tiyatrosu biçimindeki 3000 kişilik salonun her yerinden sahnenin net göründüğü, ilk yapıldığında belki göze çok modern görünen bu ahşap ve demir konstrüksiyon yapı bugün için klasikleşmiş bile sayılabilir.

CONCERTO KÖLN
Concerto Köln, Barok ve erken Klasik dönem eserler üzerine uzman bir orkestra. Örneğin perdesiz korno ve trompetler, barok obualar, ahşap yan flütler ve tabii ki yaylıların da otantik dönem stil ve teknikleri ile çaldıkları otantik çalgılarıyla göz dolduruyorlar. Ayrıca birbirinden ilginç programlar oluşturmaları ile de tanınıyor Concerto Köln. Örnek vermek gerekirse “Rêve d’Orient” yani Doğu Rüyası adını verdikleri programlarından birinde Gluck’un “Mekke’de Hacılar Uvertürü”, Kraus’un “Symphonie alla turchesca”sı, Mozart’ın malum “Saraydan Kız Kaçırma” operası uvertürü yanında Dmitri Kantemir ve Ali Ufki’nin Osmanlı Müziği de yer alıyordu.
25. kuruluş yılı Gala Konseri Mozart’ın “Figaro’nun Düğünü” operası uvertürü ile başladı. Ardından kimsenin tanımadığı bir 19. yüzyıl Fransız bestecisi Henri Reber’in 3. Senfoni’sini çaldılar. 1807’de dünyaya gelen Henri Reber’in ilk adı Napoleon, ne var ki daha sonraki yıllarda yani Napoleon gözden düşünce Reber’in ilk adını bir daha kullanmadığını görüyoruz. Konserden sonra kulak verdiğim bazı Alman dinleyiciler, bu Fransız bestecisini biraz hafif buldular. Aslına bakarsanız Almanlar, Fransız bestecilerin tümünü hafif bulurlar, tıpkı Fransızların da Alman bestecilerini ağır buldukları gibi.


Sophie Bevan
 Konserin ikinci yarısı Gala’ya yaraşır şekilde şenlikliydi. Vladikafkas doğumlu Kuzey Osetyalı bir koloratur soprano Elena Tsallagova, Somerset doğumlu İngiliz lirik soprano Sophie Bevan ve Londra doğumlu İngiliz tenor Jeremy Ovenden, Mozart’ın bir perdelik müzikli komedisi Emprezaryo diye de bilinen “Der Schauspieldirektor”’un epey kırpılmış bir versiyonunu konser biçiminde yorumladılar. Singspiel’in orijinal librettosunu Gottlieb Stephanie yazmıştı. Konuşmalı bir rol olan Emprezaryo’yu Almanya’nın tanınmış aktörlerinden ve televizyon şahsiyetlerinden Harald Schmidt üstlenmiş, ayrıca oyuna yeni ve güncel bir tekst yazmıştı. Günümüz müzik dünyasında ve Köln özelinde bir emprezaryoyu bekleyen sorunları, sanatçıların çeşitli kaprisleriyle nasıl başa çıkılabileceğini de içeren bu tekst iyice aktüel ve yerel olduğundan en çok gülenler yine Kölnlülerdi.

Elena Tsallagova
 Bu arada aklınıza gelebilecek en rüküş kıyafetleri giymiş olan sopranolardan Kuzey Osetyalı olan koloratur sopranomuz tiz cik cik sesler çıkardıkça kendine güveni artıyor ve orkestraya ve seyirciye doğru cilveli hareketler yapıyordu. İngiliz sopranomuz, koloratur marifetleri olmadığından daha çok göğüs dekoltesine güvenmekteydi. Bu durumda tenora da somurtmak düşüyordu haliyle. Orkestrayı yöneten Ivor Bolton da tipik bir İngiliz orkestra şefiydi. Artık bunu da anlayan anlar sanırım. Concerto Köln’ü gerçekten çok önemli ve ciddi projelerde izlemiş biri olarak düş kırıklığına uğramadım dersem yalan olur. Ancak, bu da klasik müzik dünyasında ciddi sorunlar yaşandığını gösteriyor. Almanya’da bile 3000 kişilik salonu doldurabilmek eskisi kadar çantada keklik değil. Üstelik salonu dolduran dinleyicinin yarıdan fazlasının orta yaş üstü olduğu da göz önüne alındığında konservatuarlarda okuyan bunca gencin geleceği hakkında iyimser olmak biraz zorlaşıyor.


Köln Operası
 KÖLN OPERASI
18. yüzyılda Köln saray tiyatrosuna İtalyan opera kumpanyaları gelir temsiller verirmiş. İlk özel tiyatro binası 1783’de inşa edilmiş. Bu binada opera temsilleri yanında, tiyatro temsilleri ve konserler de verilirmiş. Kentin ilk opera kumpanyası 1822’de kurulan gezginci bir kumpanyaymış. 1898 yılında kent yöneticileri Köln’e gerçek bir opera binası yakışır diye karar almışlar ve Theater am Habsburger Ring adını verdikleri binanın yapımı 1902 yılında bitmiş. Köln Devlet Operası 1904’den 2. Dünya Savaşı’nın başına kadar bu binayı kullanmış. Savaş sırasında bombalanarak yıkılan binanın yerine 1957’de tamamlanan yeni modern binanın açılışını Conrad Adenauer yapmış. Savaş sonrası yeniden yapılandırılan Köln Opera kumpanyası Almanya’da özellikle çağdaş bestecilere ve onların yaratılarına yer vermesiyle öncü olmuş. 20. yüzyıl boyunca Müzik direktörleri arasında Richard Strauss, Otto Klemperer gibi büyük isimleri isimleri barındıran operanın şimdiki müzik direktörü Köln Yüksek Müzik Okulu’nda yetişmiş bir orkestra şefi olan Markus Stenz.

ELEKTRA
Uzun lafın kısası Köln Devlet Operası Avrupa’nın saygın opera kumpanyalarından biri ve ben oradayken Richard Strauss’un Elektra operası sahneleniyordu. Elektra, dünya opera dağarında sık sık sahnelenen bir yapıt sayılmaz. Bu durumda böyle bir fırsatı kaçırmam söz konusu bile olamazdı. Richard Strauss’un 1909’da bestelenmiş olmasına rağmen belki de en modern operasıdır denebilir Elektra için. Sofokles’in aynı adı taşıyan trajedisinden yola çıkarak kendi özgün librettosunu yazan Hugo von Hoffmannstahl ile Richard Strauss’un bu operanın yaratı süreci içinde birbirlerini boğazlama raddesine geldikleri söylenir. Konu zaten birbirlerini boğazlayan aile bireyleri hakkındadır. Perde açıldığında sahnede kan gövdeyi götürmüştür zaten. Bu katliamın nedeni ise opera başlamadan cereyan eden olaylardır. Troya savaşından zaferle evine dönen kral Agamemnon’u karısı Klitemnestra, aşığı Egistos ile bir olup öldürmüştür. Agamemnon’la Klitemnestra’nın kızı Elektra, annesinden ve aşığından intikam alacağına yemin etmiştir. Kız kardeşi Krizotemis’ten yardım etmesini ister, ne var ki Krizotemis, olanları unutmayı tercih etmektedir. Elektra’nın bu aşamada tek ümidi ikiz erkek kardeşi Orestes’in sürgünden dönmesi ve babalarının intikamını almasıdır.


Foster, Haller

Cathrine Foster, Edith Haller

Aslında opera, intikam ve vicdan azabı gibi duyguları ve bu duyguların bir yanda anne öte yanda birbirine taban tabana zıt kişilikteki iki kız kardeş arasında ne tür fırtınalar yarattığını irdeler. Strauss, üç büyük kadın rolü yaratmış bu operada, ama asıl yük Elektra’nın omuzlarında. Ara vermeden iki saat süren bu tek perdelik opera boyunca Elektra sahnededir ve müzik de hiç ara vermeden devam eden sürekliliktedir. Elektra’yı canlandıran Catherine Foster şu sıralarda Almanya ve Avrupa’nın en çok aranan spinto sopranolarından biri. Wagner’in Brühnhilde ve Isolde’si ile Richard Strauss’un Elektra’sını kendine maletmiş durumda. İngiltere’de Nottingham’da doğan Catherine Foster ilk gençliğinde opera şarkıcısı olmayı aklından bile geçirmiyormuş, hatta ebe-hemşire okuluna gitmiş. Üstelik opera eğitimi almaya başladığı ilk yıllarda da Mozart’ın Sihirli Flüt Operası’ndaki “Gece Kraliçesi” gibi bir dramatik koloratur rolle isim yapmış. Şimdilerde özellikle Brühnhilde rolüyle özdeşleşmiş bir Wagner sopranosu.


Dalia Schaechter
 Klitemnestra’yı İsrailli soprano Dalia Schaechter oynuyor. O da Fricka ve Waltraute gibi Wagner rolleri ile tanınan bir mezzo-soprano. Kocasının katili Klitemnestra, aynı zamanda bir anne. Kızı ile oğlunun, babalarının intikamını almaya and içtiklerini ve onu öldüreceklerini tahmin edebiliyor. Vicdan azabından ve ölüm korkusundan yarı deliye dönmüş olan bu kadının geceleri gözüne uyku girmiyor. Öte yandan Elektra’nın pasif kişilikli kız kardeşi bütün bu cinayet, kan ve intikam dolu evden bir an önce kaçmak, evlenmek, çoluk çocuk sahibi olmak istiyor. Zavallı Krizotemis’i oynayan Edith Haller, Güney Tirollerde Meran’da doğmuş. Salzburg Mozarteum’da şen eğitimi almış. Sesi daha yumuşak Wagner rollerine uygun ama arada bir Şen Dul Opereti gibi daha hafif alanlara da kayabiliyor.

Elektra’yı sahneye Gabriele Rech adında bir kadın yönetmen koymuş. Son yıllarda yönetmenlerin opera rejilerini gitgide daha fazla geleneklere aykırı geliştirdiklerine tanık oluyoruz. Burada da Elektra öyküsü günümüzün modern döşenmiş evlerinden birinde cereyan ediyor. Sahne tasarımı ile kostümlerde koyu ve açık gri, siyah ve beyaz tonlar egemen. Sahnenin solunda iki geniş modern kanape, ortada saydam camlı bir asansör var. Oyun boyunca bu asansör evin üst katı olduğunu varsaydığımız bir yerden oyuncuları indirip çıkartıyor. Sahnenin arka planındaki bir sürü kanlı ceset eser boyunca bir oraya bir buraya taşınıp duruyor. Böylece son derece ağır ilerleyen konu ve müziğe bir hareket kazandırılmış oluyor sanırım. Oyuncuların seyircilerin arasından sahneye girip çıkmaları da yeni moda rejilerde sıklıkla görülen bir olgu. Sonuçta Elektra operası Alman kültürü içine doğmamış olanların kolay kolay hazmedemeyecekleri bir eser. Zaten Strauss da bu operasında fazla ileri gittiğini farkettikten iki yıl sonra Der Rosencavalier operasını besteleyerek hayranlarına kendini affettirmişti.

16 Kasım 2010 Salı

ALMANYA MEKTUBU I




Sabahattin Ali

Geçen hafta Almanya’daydım. Bir hafta boyunca güneş hiç yüzünü göstermedi. Sabah başlayan yağmur bütün gün çisil çisil yağıyor. Almanları ıslatmıyor bu yağmur nedense. Sokaklarda benden başka şemsiye açan yok gibi. Hayat yağmura rağmen hiç aksamadan devam etmekte. İlk durağım Essen. Ruhr Kitap Fuarı’nın davetlisi olarak Fuar’ın son günü babam Sabahattin Ali hakkında konuşmak üzere Essen’deyim. Babam Sabahattin Ali'nin İçimizdeki Şeytan ve Kürk Mantolu Madonna romanları, Ute Birgi-Knellessen’in çevirisi ile 2007 ve 2008 yıllarında Almanca olarak yayınlandı. Ruhr Kitap Fuarı, 22-31 Ekim 2010 tarihleri arasında eserleri Almancaya çevrilmiş Türk yazarları konuk ediyor, böylece Türk yazarlar, Alman ve Türk okuyucularıyla buluşuyorlardı. Fuar’ın başlığı bu yıl “Liestanbul” yani “İstanbul’u Okuyorum”. Essen ve İstanbul’un 2010 Kültür Başkentleri arasında olmaları bu kardeşliği yaratmış. Davetlileri, yani bizleri krallar, kraliçeler gibi ağırlayan Fikret Güneş, yüzünden hiç gülümseme eksilmeyen bir Almanyalı Türk. Essen’de kaldığımız iki gün boyunca o ve onun gibi canla başla, zevk alarak ve özveriyle koşuşturan pek çok vatandaşımızla tanışma olanağımız oldu.

İkinci durağım Hannover’di. Hızlı trenle sadece iki saat Essen - Hannover arası. Tren yolculuğunu oldum olasıya sevmişimdir. Sabırla T.C. Devlet Demir Yollarımızın da Kara Yollarımız gibi ilgi göreceği, Ankara-İstanbul arasında bile kazasız belasız hızlı tren işletemeyenlerin, günün birinde 10. yıl Marşı’na layık olacak hızlı trenin güvenle üzerinde kayıp gideceği demiryolları ağı kuracakları günleri bekliyorum.



Prof. Kæmmerling

Ama, konumuza dönecek olursak, Hannover’e gitme nedenim ünlü bir piyano hocası ile tanışmak ve derslerini dinlemekti. Karl-Heinz Kæmmerling adındaki bu ünlü hoca 2010 yılında 80 yaşına basmıştı. Ne var ki dünyanın her köşesinden öğrenciler kapısını aşındırmaya devam ediyorlardı. İşin tuhaf tarafı bu hocanın hayatının hiç bir döneminde solistik kariyeri olmaması ama yine müzik dünyasının en aranan pedagoglarının başında gelmesiydi. Kæmmerling, müzik eğitimini Leipzig’de tamamlamış ve mezun olur olmaz hocası Hugo Steurer’in asistanı olmuştu. Hocalığa attığı bu ilk adım onun geleceğinin yolunu çizmişti. Uzun yıllar boyunca Salzburg Mozarteum ve Hannover Yüksek Müzik Okulu’nda birçok ülkeden gelen öğrenciye ders vermekte Prof. Kæmmerling. Öte yandan eğitimlerini başka okullarda tamamladıktan sonra Prof. Kæmmerling’e gelen pek çok genç piyanist adayı var. Profesörün rahle-i tedrisinden geçen genç piyanist adayları katıldıkları Chopin, Leeds, Cenevre, Geza Anda, Brüksel’deki Kraliçe Elisabeth, Clara Haskill yarışmaları gibi pek çok önemli piyano yarışmasında başarı kazanıyorlar. Zaten Prof. Kæmmerling, bu prestijli piyano yarışmalarının çoğunun jürisinde yer almakta. Onun piyano sınıfları ve Masterclass’ları işte bu nedenden birbirinden parlak piyanist adaylarıyla dolu.

Heinrich Neuhaus
 Prof. Kæmmerling, durup dururken bu denli aranan ve hayran olunan bir piyano hocası olmamış tabii ki. Sviatoslav Richter ve Emil Gilels başta olmak üzere pek çok 20. yüzyıl Rus piyanistinin hocası olan Heinrich Neuhaus gibi Kæmmerling de hayatının neredeyse her saniyesini hocalığa ve öğrencilerine adamış idealist bir eğitimci. Müziği temelindeki felsefesi, tarihi, geleneği başta olmak üzere tümüyle ele alan, ancak bu sonsuz boyutlardaki temelin içinde kaybolmayıp, her kişinin özelliklerine yönelik ayrıntılı okuma ve anlama çalışmalarına ağırlık veren bir eğitmen. Onun dersini sadece bir saat izlemek bile yeter. Doğru teşhis, anında tedavi, hızla iyileşme, anlayış ve sabır.
Profesörün şu sıralarda Hannover’de Emrecan Yavuz adında bir de Türk öğrencisi var. Kâmuran Gündemir’in son öğrencisiydi Emrecan. Zamansız yitirdiğimiz Kâmuran Gündemir, Türkiye’nin belki de ilk gerçek piyano pedagogu idi. O da Kæmmerling gibi hayatını öğrencilerinin hayatı ile bütünleştirmiş, kendini eğitime adamıştı. Muhittin Dürrüoğlu, Emre Elivar ve Fazıl Say gibi piyanistleri yetiştirmiş, sonra da onların dünyaya kendi kanatlarıyla uçmalarını sağlamıştı. Emrecan Yavuz ise hocasını kaybettiğinde henüz kendi kanatları ile uçacak yaşta değildi. Aradan geçen zamanda epey değişik adreste Kâmuran Gündemir gibi bir hocayı aradı Emrecan, ve sonunda aradığını, Kæmmerling’de bulduğunu düşünüyor. Bundan böyle Emrecan’ın çalışmalarını daha yakından izlemek için mükemmel bir sebep var şimdi.