18 Temmuz 2010 Pazar

ISTANBUL’DAN GEÇEN BİR MÜZİK SİHİRBAZI- NICOLAS SLONIMSKY (1894-1995)


1988 mayısında Leningrad’daki Uluslararası Müzik Festivali’ne katılmıştım. Hergün sabah, öğlen, akşam, aralıksız bir konserden ötekine otobüslerle taşınıp duruyorduk. Bizim kaldığımız Leningrad Oteli’nden konserlere giderken otobüste devamlı karşılaştığım ufak tefek, son derece sevimli bir ihtiyarcık vardı. İhtiyarcık, festivalin maskotuydu sanki; herkesi tanıyor, herkesle şakalaşıp duruyordu. John Cage ile canciğer kuzu sarması, Luciano Berio ile enseye tokat, tüm Sovyet bestecilerinin ağır toplarıyla bir samimiyet ki sormayın girsin... Leningrad besteciler Birliği yöneticilerinden Sergei Slonimsky en nihayet bizi tanıştırdı: “Amcam Nicolas Slonimsky. Kendisini mutlaka tanırsınız, ama onun İstanbul maceralarını kalıbımı basarım ki bilmiyorsunuzdur!” Bu sözlerin ardından bizim 93 yaşındaki ihtiyarcık, yaşından umulmayacak muziplikte pırıldayan gözlerini kırpıştırarak, “Simit iki buçuk kuruş” demez mi açık seçik bir Türkçeyle.

Ayaküstü kısa konuşmamız sırasında kitapları, müzik sözlükleri, makaleleri ile ilk kez 1960’ların başında Boston’da tanıştığım o ünlü piyanist, besteci, orkestra şefi ve müzik sözlüğü yazarı Nicolas Slonimsky’nin bu Nicolas Slonimsky olduğunu anlayacak ve ufak bir sevinç şoku yaşayacaktım. Charles Ives, Henry Cowell, Edgar Varése, Igor Stravinsky, Aaron Copland, George Gershwin, Leonard Bernstein, John Cage gibi yüzyılımızın önemli öncü bestecilerinin eserlerini daha kimseler doğru dürüst tanımazken, hatta kimini reddederken, konser programlarına alan ve hem Amerika hem de Avrupa’da tanınan cesur adam demek ki bu ufacık,
beyni kafatasına sığmayan, gözlerinden zeka ve deha fışkıran 93 yaşındaki yaramaz çocukmuş.

Nicolas Slonimsky anılarını 1988 yılında “Perfect Pitsh, A Life Story” başlığı altında yayımladı. Anılarının ilk cümlesi, kitabın başlığını da açıklayıcı nitelikte.

“Altı yaşına geldiğimde annem bana bir dâhi olduğumu söyledi. Bu açıklama beni hiç de hayrete düşürmemişti. Yaşım küçüktü, ama hem anne hem de baba tarafından dâhileri bol bir aileden geldiğimin farkındaydım.”
Çok erken yaşlarda, duyduğu her sesin hangi nota olduğunu söyleyebilen Slonimsky, teyzesi ünlü piyano pedagogu Isabelle Vengerova’nın kanatları altında piyano dersleri almaya başlamış. Harika çocukluk sadece müzikle de sınırlı kalmamış; matematikte de, dilbilimde de, fen ve edebiyat konularında da üstünlüğünü kısa zamanda çevresine kabul ettiren Slonimsky, kabına sığamaz olmuş.

“1894’te Saint Petersburg’da doğdum. 1918’de Petrograd’ı terkettim. 1935’teyse Leningrad’a geri döndüm” diyen Slonimsky, yüzyılımızın ilk yıllarında üç kez isim değiştiren bu hayaller şehri ile olan duygusal bağlarını hiç yitirmemiş bunca yıl.

Slonimsky ailesi önce 1. Dünya Savaşı ve ardından Ekim Devrimi sırasında darmadağın oluyor. İki erkek kardeşi Alexander ve Michael Rusya’da kalıyorlar. Kızkardeşi Julia ve annesi, önce Paris’e oradan da Amerika’ya göç ediyor. Nicolas ise 1920’de “...ne Beyaz, ne Kızıl, ne de Yeşil Rusların tarafını tutmaya niyeti olmadığından...” selâmeti Yalta’dan demir alan bir Türk gemisine binip İstanbul’a doğru yola çıkmakta buluyor. Cebinde metelik yok, ayakkabılarının altı delik.

İstanbul’daki ilk işi, Beyaz Rus dansçılarının kurduğu bir bale stüdyosunda piyanistlik. Aradan biraz zaman geçtikten sonra bir
Rus lokantasında, belki de Rejans’ta sadece 5 lira maaş, borş çorbası, kotlet ve tatlısıyla mükellef bir akşam yemeği, üstüne üstlük bahşişler karşılığı piyano ile yemek müziği yapmaya başlıyor. Lokanta ve sinemalarda piyano çalarak kazandığı paralarla kendine üstbaş edinen, doğru dürüst karnını doyurmaya başlayan Slonimsky, bir süre sonra hayattaki asıl amacının bestecilik olduğunu anımsayarak, günün modasına uyan ilk bestesini bir matbaada bastırıp çoğaltıyor: “Valse Bosphore”. İlk bestesinin kazandığı başarı üzerine yeni besteler çorap söküğü gibi birbirini izliyor: “Yok, Yok Efendi” fokstrotu, “Dance du Bairam”, “Dance du Faux Orient...”

Piyanistlik, bestecilik derken karnı doyan Nicolas, bu sefer de bir Rus balerine aşık oluyor ve onun peşinden önce Sofya’ya, 1921’de de Paris’e gidiyor. Paris o yıllarda Rus göçmenleriyle dolup taşmakta. Prensler otel kapıcısı, dükler taksi şoförü. Nicolas Slonimsky, bir süre ünlü Rus bas Chaliapin’in piyanistliğini, orkestra şefi Sergei Koussevistzky’nin asistanlığını yaparak Paris’te tutunmaya çalışıyorsa da, 1923’de Rochester/New York’daki Eastman Müzik Okulu’ndan gelen bir teklifi kabul ederek ABD’ye ayak basıyor.

1947 BOSTON
Slonimsky’nin bu son göçten sonraki yaşamında ilk önce hızla yukarıya, yıldız orkestra şefi olmaya yönelik bir tırmanış göze çarpıyor. Koussevitzky ve Boston Senfoni Orkestrası ile yakın ilişki yanında 1920’li yılların “çağdaş müzik havarisi” rolünü de üstleniyor Slonimsky. Ancak bu arada bin bir zorlukla öğrendiği İngilizcede de iddialıdır artık ve İngilizce yazılmış tüm müzik sözlüklerinde dünya kadar kusur bulmakta, yanlışları bir bir ortaya çıkarmaktadır. Piyanist, besteci, orkestra şefi, piyano pedagogu, modern müzik öncüsü gibi kariyerlerine bir de müzik sözlükçülüğü katılır böylece ve ünlü Baker’ın “Biyografik Müzisyenler sözlüğü’nün yazımını ve editörlüğünü üstlenir. Slonimsky’nin kitabını zevkle okutan bir başka özelli de, esprili dedikodu dozunun tam kıvamında olması.

Nicolas Slonimsky’nin kitapları:

Music Since 1900 (1937) Music of Latin America (1945) The Road to Music (1947)
Thesaurus of Scales and Melodic Patterns (1947) A Thing or Two About Music (1948)
Lexicon of Musical Invective (1952) Lectionary of Music (1988) Perfect Pitch: A Life Story (1988, anılar)

16 Temmuz 2010 Cuma

BİR ÇERKEZ KAHRAMANI: YURİ TEMİRKANOV





1990 yılı Temmuz ayında Leningrad Filarmoni Orkestrası, İstanbul Müzik Festivali’nin konuğu olarak üç konser vermişti. 1882 yılında kurulan Rusya’nın bu en eski orkestrasının ilk adı Saint Petersburg Filarmoni Orkestrası’ydı. Bolşevik Devrimi’nden sonra orkestra üyeleri orkestranın sahibi oldular ve adını Petrograd Devlet Filarmoni Orkestrası olarak değiştirdiler. Bruno Walter, Ernest Ansermet gibi zamanın büyük şeflerinin konuk şef olarak yönettiği orkestranın adı 1920’lerde Leningrad Filarmoni Orkestrası oldu. 1938 yılından 1987 yılına kadar Sovyetlerin efsaneleşmiş orkestra şefi Evgeniy Mravinsky, orkestrayı demir yumruğuyla yönetti. Mravinsky döneminde orkestra, müzik dünyasında kulaktan kulağa yayılan gizemli bir üne kavuşmuştu. Şostakoviç, ilk sekiz senfonisini Mravinsky’ye ithaf etmiş, Mravinsky de bu senfonilerin dünya prömiyerlerini yaparak besteciyi desteklemişti. Ne var ki 1962’de Mravinsky, bestecinin savaş sırasında Sovyetler tarafından katledilen Yahudileri anlatan “Babi Yar” adlı 13. senfonisini çaldırmayı devlet büyüklerini karşısına almaktan korktuğu için reddedince araları bozulmuştu.

ORKESTRA ŞEFİ YURİ TEMİRKANOV

1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması ve yeni Rusya’nın doğmasını takiben orkestra yeniden eski adına kavuşarak Saint Petersburg Filarmoni Orkestrası oldu. Yuri Temirkanov 1988’den bu yana orkestranın daimi şefi. 1938’de Kuzey Kafkasya’da Nalçik kentinde dünyaya gelen Temirkanov Çerkez boylarının Kabayday kolundan. Küçük yaşta müzik öğrenmeye başlamış, 13 yaşına geldiğinde Leningrad Üstün Yetenekli Çocuklar okuluna kabul edilmiş, keman ve viyola eğitimine burada devam etmiş, mezun olur olmaz Leningrad Konservatuarı’na girerek hem viyola sınıfından hem de İlya Musin’in şeflik sınıfından mezun olmuş.

Temirkanov’un Sovyetler Birliği sınırlarının dışına ilk çıkışı Kiril Kondraşin ile dönüşümlü yönettiği Moskova Filarmoni Orkestrası’nın 1966 yılındaki tarihi Avrupa ve Birleşik Amerika turnesi. Kariyerindeki asıl önemli gelişme ise 1967 yılında Leningrad Filarmoni Orkestrası’na Yevgeni Mravinsky’nin asistanı olarak tayin edilmesi ile başlıyor. Bir yıl sonra 1968’de orkestranın daimi şefliğine atanan Temirkanov, bugün Saint Petersburg Filarmoni Orkestrası’nın daimi şefi olmaya devam ediyor. Bir yandan da Londra Krallık Filarmoni Orkestrası’nın onursal şefi.

Temirkanov bugüne bugün Rus bestecilerinin dünyadaki en yetkin yorumcularının başında geliyor. 1 Temmuz 2010 akşamı Londra’daki Royal Festival Hall’da Philarmonia Orkestrası’nı yönettiğinde de Prokofiev’in 2. Piyano Konçertosu ile Çaykovski’nin No. 6, “Pathetique” Senfonisi yorumları ile Guardian ve The Times gazetesi eleştirmenlerinin övgülerini kazanıyor.

Ben Temirkanov’u ilk kez İstanbul’da tanıdığımdan beri izlemeye devam ediyorum. Youtube sağolsun, konserleri, söyleşileri ve belgesellerinden çok şey öğreniyorum. Basso profundo sesiyle Çaykovski’nin orkestrasyon ve çalgılama ustalığı ile elde ettiği eşsiz renkleri anlatmasından etkileniyorum ve bu düşüncelerimi okurlarımla paylaşmak istiyorum. Aşağıda 8 Temmuz 1990 günü Cumhuriyet Gazetesi’nde çıkan yazımda Yuri Temirkanov’u ve orkestrasını ayrıntılı olarak ele almışım:

MÜZİĞİN RESMİNİ ÇİZEN ADAM

"Yuri Temirkanov veya Türkçeleştirirsek eğer Demirhanoğlu ile ilgili rivayetler muhtelif. Kimilerine göre komedyen, kimilerine göre dansçı, kimilerine göre aktör. Belki de bunların hepsinin bir sentezi. Üstelik tanıdığım en karizmatik müzisyenlerden biri. Temirkanov seyirciye küsüyor,ön sıralarda oturanlarla flört ediyor,alkışlara doymuş gibi yapıyor...Bir bakıyorsunuz iki kolunu da önünde kilitlemiş, orkestrayı kendi haline bırakmış...Başıyla, boynuyla hatta burnuyla, gözleriyle, kaşlarıyla, parmak uçlarıyla, eğilip bükülerek müziğin resmini çiziyor. Elindeki enstrüman, Leningrad Filarmoni Orkestrası, efsanevi şef Mravinsky’nin 30’lu yıllardan beri bileye bileye keskinleştirdiği eşsiz bir Stradivarius sanki. Temirkanov, bu eşsiz çalgıyla istediği gibi oynuyor, onu istediği gibi yoğuruyor.

Konserden önce şefin dinlenme odasına kabul ediliyorum. İçerde bazı konuklar var, sus pus oturmuşlar, büyük bir saygıyla maestronun her hareketini izliyorlar. Temirkanov, İngilizcesinin iyi olmadığını, çevirmen aracılığı ile konuşmayı tercih ettiğini söylüyor, ama söylenenlerin tümünü de cin gibi anlıyor. Çevirmeni ve sekreteri olan hanım perişan vaziyette. Odanın içindeki konuklardan, kapının dışında bekleyip aniden odaya dalıveren konuklardan fena halde müşteki.

“Dünyanın neresine gidersek gidelim bu Çerkezler bulurlar maestroyu. Çoğu, orkestra şefi nedir bilmez bile. Orkestra şefinin konser öncesi rahatsız edilmeyeceğini, konsantre olması, dinlenmesi gerektiğini ne kadar anlatsam anlamazlar,” diyor. “Siz de kimseyi almayın odaya o zaman!” diye fikir veriyorum. Sekreter daha da dertleniyor. “Olur mu? O bayılıyor Çerkezlere, onlarla Çerkezce konuşuyor, konserden sonra onlarla yemeğe çıkmaya pek meraklı. On ikiden geç kalmayın diyorum, kimsenin beni dinlediği yok!” kadıncağız bir türlü disiplin altına alamadığı çocuğundan söz ediyor sanki.

Temirkanov’la şeflik mesleği üzerine konuşuyoruz. Rus şeflerin teknik ustalıklarından, Batı’daki şeflere benzemeyen orkestraya yaklaşım biçimlerinden, müziğin resmini çizme özelliklerinden dem vuruyorum. Leningrad Konservatuarı’nın şeflik sınıfının önemini anlatmasını rica ediyorum. Temirkanov’a göre Batı’daki şeflerin çoğu şeflik eğitiminden geçmemiştir. Yüzde doksanı şefliğe sonradan kaymış iyi müzisyenlerdir. Oysa Leningrad şeflik sınıfının çok eski bir geleneği vardır. (Örneğin Temirkanov’un hocası olan Ilya Musin (1903-1999) 96 yıllık yaşamının 60 yılını öğrenci yetiştirmeye adamıştı. Öğrencileri arasında Temirkanov’tan başka Valery Gergiev, Vassily Sinaivsky, Semyon Byshkov, Victor Fedotov gibi dünyaca tanınan şefleri sayabiliriz. F.A.)

Şeflik Temirkanov’un anlayışına göre trafik memurluğu değildir. Sayı saymak, tempo tutmak, “piano”, “forte”, “subito” demek hiç değil. Orkestrada çalan her müzisyen notada ne yazıyorsa onu nasıl çalacağını zaten çok iyi bilmek durumunda. Şefin görevi, işlevi, amacı, ideali işte o notaların arkasındaki anlamı, müziğin neler söylemek istediğini bulup ortaya çıkarmak. “Benim yaptığım, ulaşmak istediğim nokta, notaların arkasındaki müziği dinleyiciye tek elden yansıtmaktır” demekte Temirkanov.

Maestro, şeflik ile “showman”liği birleştirdiğinin pekâlâ farkında. “Televizyon için küçük bir söyleşi yapacağız” deyince hemen saçlar taranıyor, kolonyalar sürünülüyor. Umursamaz gibi yapmasına rağmen hayranlarına çekici görünmek istediği her halinden belli. Ağır ve hesaplı hareket ediyor. Fazla veya gereksiz tek bir kelimeye veya jeste yer yok. Davranışları ekonomik ve kestirme.

Leningrad Filarmoni Orkestrası’nın verdiği her üç konserde sadece Rus bestecilerinin eserleri yer alıyordu. Tabiatıyla Çaykovski, “Keman Konçertosu”, “5. Senfoni”si ve “Fındıkkıran Balesi”nden 2. perde müziği ile birinci sırayı dolduruyordu bu programlarda. Çaykovski’yi az bir farkla Prokofiev izliyordu. Mussorgski tek bir eseriyle, ünlü “Bir Sergiden Tablolar”ıyla temsil edildi. Şostakoviç ise ihmal edilmişti.

Leningrad Filarmonisi o müthiş yaylılarını, müzikal ve teknik disiplinini Temirkanov’un yorumcu ellerine kayıtsız koşulsuz seferber etmiş. Çaykovski’nin, Mussorgski’nin, Prokofiev’in bilinen, popüler eserlerine sıcak, yeni, coşkulu bir soluk getirmesine olanak tanınmış, Rus müziğinin inceliklerini, Rus stilinin kimi zaman “santimantal”e kaçan duygusallığının tam dozunda ayarlanmasına yardımcı olmuştu."
Filiz Ali, 8 Temmuz 1990, Cumhuriyet.

5 Temmuz 2010 Pazartesi

KARL CZERNY İLE BAŞLAYAN, ARTHUR SCHNABEL’İN SÜRDÜRDÜĞÜ, 95 YAŞINDAKİ PİYANİST FRANK GLAZER’LE DEVAM EDEN BEETHOVEN GELENEĞİ




Karl Czerny, Viyana’da 1791’de doğdu, yine Viyana’da 1857 yılında öldü. Beethoven’ın hem öğrencisi hem de arkadaşıydı Czerny. Piyano dersleri almaya başlayan her küçük piyanist adayı, öğreniminin ilk yıllarını Czerny’nin “Etude”leri ile geçirir. Ne var ki aynı küçük öğrenci, Czerny’nin Beethoven’la yakınlığı dolayısıyla Viyana klasik stilini kendinden sonra gelen kuşaklara öğrencileri kanalıyla aktardığını pek bilmez.

Beethoven’ın piyanistlik mirasını Czerny iki önemli öğrencisine geçirmişti. Bunlardan biri Franz Liszt, öteki de Leschetizky idi. Theodor Leschetizsky Polonya’da doğmuş, Saint Petersburg Konservatuarı’nda yetişmiş, sonradan Viyana’ya yerleşerek Czerny’nin öğrencisi olmuştu. Leschetizky tarihe piyanistliği ile değil, Paderewsky, Arthur Schnabel, Ignaz Friedman ve Osip Gabriloviç’in hocası olarak geçmişti. Paderewsky, Friedman ve Schnabel (1882-1951) müzik tarihinin efsaneleşmiş piyanistleridir. Oysa 1878’de St. Petersburg’da doğup 1936’da Detroit’te ölen, 20. yüzyılın ilk yıllarında Avrupa ve Birleşik Amerika’nın büyük kentlerinde verdiği konserlerle hatırı sayılır bir ün kazanan, 1909’da Mark Twain’in kızı Clara Clemens ile evlenip Amerika’ya yerleşen Ossip Gabriloviç çoktan unutuldu.

Gelelim Schnabel’e. Leschetizky ile yedi yıl piyano çalışan Schnabel, ilk konserini sekiz yaşında Viyana’da vermişti. Bütün kariyeri boyunca hocasının Beethoven’in öğrencisi olmasının getirdiği avantajdan yararlandı. Schnabel, özellikle Beethoven ve Schubert yorumlarıyla dinleyenleri hayran bırakırdı. 1925’te Berlin Devlet Akademisi’nde dersler vermeye başladığında bir yandan da dünya çapında kariyerini devam ettiriyordu. Öğrencileri arasında Clifford Curzon, Rudolf Firkusny, Leon Fleisher, Carlo Zecchi ve Frank Glazer vardı. Bu öğrencilerin hepsi savaş sonrasında 20. yüzyılın belli başlı konser piyanistleri olarak tanındılar.

Frank Glazer’ın ilk piyano hocası Jacob Moerschel de Viyana’da Leschetizky ile çalışmıştı. Moerschel, ölüm döşeğinde öğrencisi Frank Glazer’a, Berlin’e gidip orada Arthur Schnabel’i bulmasını ve mutlaka piyano çalışmalarını Schnabel ile sürdürmesini vasiyet etmişti. Glazer, 1932 yılında hocasının vasiyetini gerçekleştirmesine olanak sağlayan iki iş adamının maddi desteğiyle Berlin’e ayak bastı. On yedi yaşındaydı ve Berlin’de Schnabel’den başka kimseyi tanımıyordu. Bir yıl boyunca çok hızlı bir repertuar çalışmasına girerek çevreye uyum da sağlayan Glazer, ne yazık ki Almanya’nın son hızla felakete sürüklenmesinden etkilenecekti.

Nitekim, 1933 yılında Hitler’in Nasyonal Sosyalist Partisi iktidara gelince tehlike çanları çalmaya başlamıştı. Reichstag yangını ile birlikte Nazi terörü tırmanmaya başlamış, Arthur Schnabel gibi Yahudi asıllı olsun olmasın nice anti-Nazi’nin artık Almanya’da yaşama olanağı kalmamıştı. Hitler’in iktidara gelmesinden üç ay gibi kısa bir süre sonra Schnabel, İtalya’ya Como Gölü civarına taşınmak zorunda kaldı. Frank Glazer’e de hocasıyla birlikte İtalya yolu görünmüştü.
Schnabel konser piyanistliği ile eğiticiliği birlikte sürdürebilen ender müzisyenlerden biriydi. Öğrencilerine Leschetizky’nin kendisine verdiği öğüdü tekrarlardı hep: “Sadece piyanistlikle yetinmeyin, herşeyden önce iyi müzisyen olun!”. Frank Glazer, hocasının öğüdünü dinleyen ve Haydn’dan başlayarak, Beethoven, Czerny, Leschetizky ve Schnabel yoluyla kendisine kadar uzanan zincirin son halkalarından biri olarak birikimini ve bu mirası uzun ömrü boyunca kendi öğrencilerine taşıdı. Geleneği sürdüren bir başka hoca olan Maria Curcio ise 2009’da 90 yaşında öldü.
Frank Glazer ile ilk kez 1957 yılında Ankara’da tanışmıştım. Ankara Devlet Konservatuar’ında piyano öğrencisiydim. İngilizcem iyi olduğundan Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın Amerikalı şefi Robert Lawrence’in çevirmenliğini ve sekreterliğini yapmam istenmişti. Her sabah orkestra provalarına gidiyor, Robert Lawrence ile orkestra elemenlarının birbirlerine söylediklerini mümkün olduğunca yumuşatarak çevirmeye çalışıyordum. Her hafta yeni bir solistle tanışmak, onları provalarında izlemek ve dinlemek benim için heyecanlı olduğu kadar yararlı bir deneyimdi. Frank Glazer CSO ile vereceği konserde Brahms’ın 2 numaralı si bemol majör piyano konçertosunu çalacaktı. Daha ilk provada büyük bir piyanist ile karşı karşıya olduğumuzu hepimiz farketmiştik. Çok candan ve alçak gönüllü bir insan olan Glazer ile dost olmamak imkânsızdı. Benim Amerika’ya gitmek isteğimi ciddiye almış ve yardımcı olmanın yollar aramıştı. New York’a gider gitmez ilk aradığım kişi de Frank Glazer olmuştu. 1988’de, yani tanışmamızdan yirmi yıl sonra talihin garip bir cilvesi olarak Venedik’te karşılaştık. La Fenice’nin konser serisinde resital verecekti. Konserden sonra otantik bir Venedik lokantasına gidip otantik Venedik mutfağının leziz yemeklerini tadarak, aradan geçen yirmi yılın bilançosunu çıkarmıştık.

1989’da yeni açılan Cemal Reşit Rey Konser Salonunun Sanat Yönetmeni olunca ilk aklıma gelen müzisyenlerden biri Frank Glazer olmuştu. Beni kırmadı ve 6 Aralık 1990’da CRR’de Haydn, Beethoven ve Brahms’ın eserlerinden oluşan müthiş bir resital verdi. Ertesi gün de piyanistler için bu repertuarı analiz eden bir atölye çalışması yaptı. İstanbul’a eşi Ruth ile gelmişti Frank. Ruth da kocası gibi dost canlısı, dinamik bir insandı. 1952’de evlendiklerinden beri kocasının menajerliğini ve sekreterliğini yürütüyordu. 1990’dan 2006’daki ölümüne kadar her yılbaşı bana tebrik kartı atmayı ihmal etmedi. Frank Glazer, Ruth öldükten sonra ciddi bir by-pass ameliyatı geçirdi ama ona sorarsanız bu ameliyattan sonra kendini daha genç ve dinç hissediyordu.
1915’de Wisconsin’de doğan Frank Glazer şimdi 95 yaşında. 2010 yılının Ocak ayında başladığı Beethoven Sonatları seri konserlerinin sonuncusunu 6 Nisan’da verdi. 95 yaşında Beethoven’in 32 Sonatı’nın tümünü Frank Glazer gibi çalabilecek bir ikinci piyanist dünyaya şimdiye kadar gelmedi. Glazer, bu yaşta piyano repertuarının çetin eserlerini çalabilmesinin sırrını şöyle açıklıyor:

“İkinci Dünya Savaşı sırasında 1943 ile 1945 yılları arasında ordudaki görevim Avrupa’da Almanca ve Fransızca çevirmenlikti. Bu süre içinde piyano ile hiç ilişkim olmadı. Savaştan sonra eski kondüsyonuma kavuşmak için anatomi çalıştım, piyanodan istediğim sesi elde edebilmek için en verimli yolun neler olduğunu analiz ettim. Piyano tekniğimi yeniden yarattığım için bugün yorulmadan, kasılmadan, gereksiz yere efor sarfetmeden Beethoven ya da Brahms’ın en zorlu eserlerini çalabiliyorum.”