19 Aralık 2010 Pazar

CEMİL SÖKMEN


Bugün (19 Aralık 2010) Hürriyet gazetesinde koreograf ve dansçı Sait Sökmen, ailesini anlatıyordu. En büyük ağabeyi Cemil Sökmen’in ısrarı ile Ankara Devlet Konservatuarı’nın Bale bölümüne nasıl girdiğini anlatırken “Yaşının bale için geçkin olması ve bacaklarının futboldan dolayı kas yapmasını dezavantaj olarak gördüğü, ama ağabeyinin “Burada hep kızlar var, hem dokuz yıl kızlarla birlikte okuyacaksın hem de rakipsiz olacaksın” telkinleriyle balede karar kıldığını” söylüyordu. Çook, çok gerilere, Cemil’i ilk tanıdığım yıllara döndüm bu satırları okurken. Onun ısrarcılığı ve ikna yeteneğinin nasıl çevresindeki insanları da etki altına aldığını, sürekli heyecan fırtınası yaratan coşkusu ve müzik aşkıyla bütün arkadaşlarını motive ettiğini anımsadım yeniden.
Konservatuar'ın ön bahçesi
Cemil Sökmen ile aynı yıl girmiştik Konservatuar’a. Tabii o lise bitirmiş koca adamdı bizim gözümüzde. Annesi safkan Afrikalı bir kabile reisinin kızı, babası da İskenderunlu bir Türk’tü. Afrika’da Fransız sömürgesi Gine’nin başkenti Konakri’de dünyaya gelmişti. Orada Fransız okulunda okumuş, ana dili gibi Fransızca öğrenmişti.
Biz okulda kuramsal müzik derslerine her yaştan öğrenci birlikte girerdik. Çalgı bölümlerine ilkokuldan sonra girilir; şan, tiyatro ve kompozisyon bölümlerine da orta ve lise mezunları alınırdı. Bu durumda 12 yaşında çocukla, 20 yaşında yetişkin aynı sınıfta ders görürdü. Şan bölümüne giren Cemil’le böylece sınıf arkadaşı olmuştuk. Madam Elvira de Hidalgo’nun öğrencisiydi Cemil ve Fransızca bildiği için Madam’ın gözdesiydi. Biz tabii Madam Hidalgo’nun kim olduğunu bilmezdik. Sadece biz mi? Madam Hidalgo denilen bu hanımın savaş öncesinde Metropolitan Operasında sahneye çıkmış ünlü bir İspanyol soprano olduğundan idarecilerimizin bile haberi yoktu. Maria Callas’ın hocası olduğu söz konusu bile edilmemişti. Zaten Callas’ın ünü henüz Ankara’ya ulaşmamıştı o günlerde.
Mamafih, öğrenciler arasında efsaneleşmiş bir Madam Hidalgo hikâyeciği vardı. Madam Hidalgo bir gün bizim baş muavine gidip, (başmuavin de şair Cahit Külebi o zaman) hasta olduğunu, evine gitmek istediğini söylemeye çalışırken “Je suis malade” deyivermiş. Bizim idarecinin yanıtı ise gerçekten süper: “Jösvi de malad madam ama jö travayye.” Tabii, öğrenci milletinin ağzına bir kere düşmeye görün, bu “Jösvi de malad” sözü bugün bile konservatuar repertuarının unutulmaz sözleri arasında yerini bulmuştur.

İFLAH OLMAZ BİR MÜZİK AŞIĞI
Rezzan Sökmen, Yılmaz Altanay, Filiz Ali, Cemil Sökmen
  Cemil, müzik konusunda hepimizden daha bilgili ve heyecanlıydı. Ayda bir değişen favori bestecileri vardı. O ay kafayı Brahms’a takmışsa, Brahms’ın bütün senfonilerini, konçertolarını tekrar tekrar dinlemezse, değişik orkestraların, şeflerin, solistlerin yorumları üzerine kafamızı şişirmezse rahat edemezdi. Söz gelimi Brahms’ın 1. Senfonisi’ni her dinlediğimde Cemil canlanır gözlerimin önünde. Senfoninin ilk ölçülerinde duyulan timpaninin tekdüze vuruşlarının gizini ilk keşfettiği ve mutlaka duygularını başkalarıyla paylaşmak istediği anı nasıl unutabilirim?

Bir ara aklını Beethoven yaylı çalgılar dörtlülerine takmıştı. Op. 130, 131, 133 ve Grosse Fugue’ü onun sayesinde defalarca dinleyip Beethoven’in sırrına vakıf olmaya çalıştığımız günlerdi o günler. Debussy, Ravel, Satie gibi Fransız bestecilerini de Cemil sayesinde tanıdık ve sevdik. Stravinsky’nin Ateş Kuşu ve Bahar Ayini’ni, Bartok ve Ravel’in yaylılar dörtlülerini 78 devirli plaklardan defalarca dinleyip anlamaya çalışır ve heyecanla tartışırdık. Sıra yorumculara geldi mi, Cemil, Beethoven senfonileri Bruno Walter, Furtwaengler, Weingartner yorumlarına göre ayrı ayrı sınıflandırır, bize dinlemesini öğretirdi. O zamanın ünlü viyolonselcilerinden Mainardi mi iyi Casals mı, ya da tenor Benjamino Gigli mi yoksa Aureliano Pertile mi daha müthiş kavgası günlerce sürerdi. Bu vesileyle her iki tenorun de tüm plaklarını dinlemek zorunda kalırdık. Bugün Gigli’yi ya da Pertile’yi kaç kişi hatırlar Türkiye’de merak ederim. Oysa 20. yüzyılın ilk yarısının en ünlü yıldız tenorlarıydı onlar.


Bülent Arel

İlhan Usmanbaş
 Konserlere birlikte gider, kar, buz demeden yürüyerek Cebeci’deki konservatuara dönerken, yol boyunca konseri ve “çalanları” teşrih masasına yatırılmış kadavra gibi kese biçe tartışırdık. İlhan Usmanbaş ve Bülent Arel Konservatuar’ın genç hocalarıydı. İkisi de Avrupa’da gelişmekte olan “modernist” akımların sıkı takipçisiydiler. Bizler gibi meraklı öğrencilerini evlerine müzik dinlemeye çağırırlardı. On iki ton tekniğiyle yazan bestecileri, Schoenberg, Alban Berg ve Webern’i onların evlerine konuk gittiğimiz hafta sonlarında tanımıştık. Alban Berg’in Wozzeck operasını ilk kez İlhan abinin evinde dinlemiştik örneğin.

CEMİL VE DANS
Fotoğrafçıda çekilmiş bir fotoğraf. Cemil Sökmen ve müridleri:
Filiz Ali, Uğurtan İdil, Olcay Elderoğlu
  Cemil’in marifetleri bu kadarla kısıtlı değildi. Çok iyi dansederdi. Bütün dans figürlerini bilir, hafta sonları evci çıkınca bizim Karanfil Sokak, Adalar apartmanındaki küçücük dairede hepimize dans dersi verirdi. Hatta foxtrot adımlarını öğrenelim diye halıyı kaldırıp, yere adımları çizmişti tebeşirle. Aramızda en yetenekli Uğurtan’dı. Zaten o da baleye girmek istemiş ama yaşı büyük olduğundan bale yerine arp bölümüne kaydedilmişti. İşte bu ikisi günün moda danslarının hepsini becerirlerdi. Cumartesi günleri öğleden sonra Bulvar Palas’taki danslı çay saatini kaçırmamaya gayret ederdik. Müzik canlı mıydı? Hatırlamıyorum ama herhalde canlıydı. Cemil ve Uğurtan İdil, (evlendikten sonra soyadı Aksel oldu) orada tüm marifetlerini sergilerlerdi.

İSKENDERUN VE ANTAKYA'DAN MEKTUPLAR
Yaz tatillerinde Cemil, ailesinin yanına İskenderun’a gider, oradan uzun mektuplar gönderirdi. Konuşmaları gibi heyecan dolu, müzik ve doğa aşkıyla yanıp tutuşan mektuplardı bunlar. Plak, kaset, CD öncesi yıllarda müzik radyolardan dinlenirdi. Cemil de Fransız kültüründen geldiği için olsa gerek hep Monte Carlo radyosunu dinler, mektuplarında dinlediği eserleri sayfalara sığdıramazdı. İskenderun ve Antakya aşığıydı. Harbiye şelalelerini, Arsuz plajını, Soğukoluk yaylasını ballandıra ballandıra anlatırdı. Ne var ki, yıllar sonra oralara gittiğimde adamakıllı düş kırıklığına uğramıştım. Onun anlattıklarını hayalimde herhalde bambaşka canlandırmış olmalıyım.
Cemil, opera repertuarı yanında Fauré, Debussy ve Ravel gibi Fransız bestecilerinin şarkılarını söylemeyi de pek severdi. Beni kendisine piyano eşlikçisi seçtiğinde daha üç yıllık piyanisttim. Onun sayesinde opera ve şan repertuarını tanıdım ve bu tanışıklık yıllar sonra New York’da Mannes College of Music’de şan/opera repertuarı eşlikçiliği dersleri ile pekişti. 1965’te korrepetitör olarak İstanbul Şehir Operası’nda başlayan, ardından İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde ve sonra MSÜ Devlet Konservatuarı’nda devam eden şan/opera eşlikçilik kariyerim 1985’e kadar 20 yıl sürdü.
Müzik öğrenmek, müzisyen olmak isteyen birinin , çocuk denecek yaşta Cemil gibi bir müzik aşığı, bir müzik delisiyle karşılaşmış olması dünyanın en büyük nimetlerinden biriydi. Onun yaşamımdaki yerini, önemini hiçbir zaman unutmadım ve unutmayacağım. Nur içinde yatsın.

13 Aralık 2010 Pazartesi

MÜZİSYENİN BEDEN DİLİ ÜZERİNE NOTLAR

"1999 yılında yazdığım bu yazı bugün de güncelliğini karumakta."


Sahneye çıkıp halk huzurunda konser vermeye cür’et eden müzisyenlerin “beden dili” çoğu kez çaldıkları enstruman ile aralarında cereyan eden teknik, psikolojik hatta psikosomatik mücadelenin dışavurumudur. “Beden dili”, müzisyenin hem yalnız başına çalışırken hem de konser esnasında beyni ile kasları, diyaframı, sinir uçları (v.b.) arasında oluşan iletişim ağının içerdiği karmaşık bileşimler sonucu, çoğu kez kendi isteği dışında bedenine yerleşen “tik”lerin kibarcasıdır.
Teknik zorlukları ve müziğin karmaşık katmanlarının yarattığı stresi bir ölçüde aşmış olan müzisyenlerin de çalgıları ile aralarındaki ilişkiyi belirleyen çok kişisel davranış, duruş, devinim, tavır özellikleri vardır.

Paul Tortelier
 Örneğin, kemancı Gidon Kremer müzik dünyasının önemli kemancılarından biri olabilir ama ne yalan söyleyeyim onu seyretmek eni konu itici gelir bana. Buna karşın “beden dili” hayli abartılı olan viyolonsel virtüozu Paul Tortelier inanılmaz sahne çekiciliği olan bir müzisyendi.


Viktoria Mullova

Kemancı Viktoria Mullova, heykel gibi durağan olmakla birlikte çok zarif ve azametlidir sahnede. Onun bu buz gibi duruşu etkileyicidir, dinleyiciyi meraklandırır. Suna Kan da çalgısıyla boğuşmayan, dingin müzisyenler ekolündendir. Ayla Erduran ise tam tersine hem çalgısıyla boğuşur hem orkestra üyeleri hem de şef ile sürekli bir duygu alışverişini yeğler.
Wilhelm Kempff , Alfred Brendel, Arthur Rubinstein, Sviatoslav Richter gibi 20. yüzyılın bugün efsaneleşmiş piyanistlerinin, David Oistrakh, Yehudi Menuhin gibi kenmancıların, o kendinden emin, ortama ve çalgısına hakim müzisyen tavrının (içinde fırtınalar kopsa da belli etmeme gibi) modası geçti mi acaba? Oysa onları dinlerken müziğe konsantre olursunuz, dikkatinizi dağıtmazlar, beden kullanımları müziğin akışına, ritmine, anlamına ters düşmez, daha da ötesi müziğin soyut kavramlarını deşifre edebilmenize yardımcı olur bu sakin ve kendinden emin müzisyenler. Bugünün genç müzisyenleri ne kadar şanslılar ki büyük ustaların belgesellerini, konser kayıtlarını internet ortamında bulup, dinleme, inceleme olanağına sahipler.
Vaktiyle televizyonda Whitney Houston’un uzun bir konseri yayınlanmıştı. 20. yüzyılın başından sonuna siyahî müziğin serüvenini seslendiriyordu Houston. Billie Holiday’den Sarah Vaughan’a, Diana Ross’dan Ella Fitzgerald’a kadar el atmadığı şarkıcı ve şarkı kalmamıştı. Saçının telinden ayak parmaklarının ucuna kadar ifade yüklü bir performanstı bu. Ne var ki Houston saatler boyunca mikrofonun önünde ter dökerken, son derece ekonomik “beden dili” ile müziği konuşturmayı, bedenini konuşturmaya yeğ tutuyordu. Zaten bazen bir bakış, bir gülümseyiş ciltlerle kitaplarda anlatılamıyanları anlatmaya yetmez mi?


Mitsuko Uchida

Maria Joao Pires
 Başka bir örnek: Japonların müzik dünyasına olağanüstü Mozart yorumcusu olarak sundukları Mitsuko Uchida’yı hiç konserde ya da televizyonda izlediniz mi bilmem. Mozart çalarken Uchida’nın yüzü şekilden şekile girer, bedeni kıvranır durur. Gel gör ki bu duyguların çoğu onun parmaklarından akıp tuşlara yansımaz. Buna karşın Maria Joao Pires’in Mozart yorumlarken müzikal anlamda eriştiği derinliği yüzünden veya bedeninden okuyamazsınız, çünkü Pires “beden dili”ni en aza indirgemiş piyanistlerdendir ve piyanistlerin piyanistidir. Yani o da İdil Biret gibi, kendi meslekdaşlarının büyük saygı duyduğu müzisyenlerden biridir.
Böylece ortaya şöyle bir tablo çıkıyor:

Konser pastasının boyutları büyümezken, pastayı paylaşmak isteyenlerin sayısı katlanarak artmakta. Büyük parçayı kapmak için artık menejerlerin ve onların güdümündeki bazı müzisyenlerin denemeyeceği “oyun” yok gibi. Mesele bu “oyun”u oynamaya “razı olmak” veya “reddetmek” meselesi. Reddedenler, müzisyenlerin müzisyeni olarak belki gölgede kalacaklar ve bazılarına göre “birinci sınıf kariyer” yapamayacaklar ama uzun ömürlü olacaklar. Razı olanlar ise belki başta büyük şöhret yakalayacaklar, ardından şöhreti elden kaçırmamak için ödünler verecekler, yıpranacak ve çoğu kez yok olma riski ve korkusuyla yaşayacaklar. Her iki seçim de kişinin özgür seçimi olduğu sürece bir sorun yok, öyle değil mi?

22 Kasım 2010 Pazartesi

ALMANYA MEKTUBU II


Almanya’daki ikinci durağım Köln’dü. Hani şu “eau de cologne” yani bildiğimiz kolonyanın memleketi. Fakat Almanya’ya adımımı atar atmaz hızlı trenlere nazar değdirdim anlaşılan. Bizim Almanya’da yaşayan öğrenciler biraz da yeni Almanyalı olmanın verdiği güvenle “hocam, biletin üzerinde kalkış: 12.31, varış: 15.12 yazıyorsa eğer, tren Köln istasyonuna saniyesi saniyesine 15.12’de girer” dediler. Ama, demek ki Almanya’da da papaz her zaman pilav yemiyor. Trenimiz her zamanki gibi hızlı hızlı giderken Köln’e yaklaştıkça yavaşlamaya başladı. Almanca ve İngilizce iki dilde yapılan anonslar giderek tek dile düştü, sadece Almanca yapılmaya başladı. Trenin 30 dakika rötar yapacağını ülkenin yerlilerinden öğrenince “oh be!” dedim, son tahlilde Alman disiplinini de gözümüzde fazla büyütmemize gerek yok, öyle değil mi?

Gelelim Köln’e. “Eau de Cologne” yani kolonya’nın müzesi bile var Köln’de. Dünyadaki bu en eski güzel koku fabrikasını 1709’da Köln’de kuran Giovanni Maria Farina adında bir İtalyan. Yani işin içinde yine bir Akdenizlilik var. Şimdi nereden çıktı bu kolonya meselesi diyebilirsiniz. Şöyle: İnternetten bulduğum otelimin bulunduğu sokağın Obenmarspforten gibi insanın dilini dolaştıran adına takılmıştı aklım. Sanki bu adı bir yerlerden hatırlıyordum. Haritada yönümü bulmaya çalışırken bir de baktım ki bu sokak aynı zamanda Farina Müzesi’nin bulunduğu sokak. Otele bu kadar yakın olunca gidip müzeyi ziyaret etmemek olmazdı. Üstelik müzenin çalışanları çok sempatikler, size bütün kokuları koklatıyorlar, her burcun kendine özgü kokusu var, eşantiyon alabiliyorsunuz. Ben de bir saat sonra her tarafıma sıktığım on iki değişik parfüm kokusuyla buram buram kokarak yeniden Obenmarspforten sokağına çıkabildim. Ha, bir de unutmadan söyleyeyim, bu şehirde çok önemli ve özel bir de bira çeşidi var, adı da Kölsch ki şahane. Tam benim gibi bira sevmeyenlere göre Kölsch, uzun ince bardaklarda sunulan içimi hafif bir bira.


Kölner Philharmoniker
 Aslında Köln’e gelme nedenim kolonya, parfüm veya bira üzerine bir araştırma yapmak değildi tabii ki. Yirmi yıldan bu yana, arada sırada birlikte bazı projeleri gerçekleştirdiğimiz Concerto Köln Orkestrası’nın Kölner Philharmonie konser salonunda verecekleri 25. kuruluş yılı Gala konserine davetliydim. Köln Filarmoni Salonu’nunda ilk kez 1988 yılında Güher ve Süher Pekinel’i dinlemiştim. Salonun inşaatı 1986’da bitmişti ve Köln’lüler için özellikle mimari açıdan övünç kaynağıydı bu salon. Eski Yunan amfi-tiyatrosu biçimindeki 3000 kişilik salonun her yerinden sahnenin net göründüğü, ilk yapıldığında belki göze çok modern görünen bu ahşap ve demir konstrüksiyon yapı bugün için klasikleşmiş bile sayılabilir.

CONCERTO KÖLN
Concerto Köln, Barok ve erken Klasik dönem eserler üzerine uzman bir orkestra. Örneğin perdesiz korno ve trompetler, barok obualar, ahşap yan flütler ve tabii ki yaylıların da otantik dönem stil ve teknikleri ile çaldıkları otantik çalgılarıyla göz dolduruyorlar. Ayrıca birbirinden ilginç programlar oluşturmaları ile de tanınıyor Concerto Köln. Örnek vermek gerekirse “Rêve d’Orient” yani Doğu Rüyası adını verdikleri programlarından birinde Gluck’un “Mekke’de Hacılar Uvertürü”, Kraus’un “Symphonie alla turchesca”sı, Mozart’ın malum “Saraydan Kız Kaçırma” operası uvertürü yanında Dmitri Kantemir ve Ali Ufki’nin Osmanlı Müziği de yer alıyordu.
25. kuruluş yılı Gala Konseri Mozart’ın “Figaro’nun Düğünü” operası uvertürü ile başladı. Ardından kimsenin tanımadığı bir 19. yüzyıl Fransız bestecisi Henri Reber’in 3. Senfoni’sini çaldılar. 1807’de dünyaya gelen Henri Reber’in ilk adı Napoleon, ne var ki daha sonraki yıllarda yani Napoleon gözden düşünce Reber’in ilk adını bir daha kullanmadığını görüyoruz. Konserden sonra kulak verdiğim bazı Alman dinleyiciler, bu Fransız bestecisini biraz hafif buldular. Aslına bakarsanız Almanlar, Fransız bestecilerin tümünü hafif bulurlar, tıpkı Fransızların da Alman bestecilerini ağır buldukları gibi.


Sophie Bevan
 Konserin ikinci yarısı Gala’ya yaraşır şekilde şenlikliydi. Vladikafkas doğumlu Kuzey Osetyalı bir koloratur soprano Elena Tsallagova, Somerset doğumlu İngiliz lirik soprano Sophie Bevan ve Londra doğumlu İngiliz tenor Jeremy Ovenden, Mozart’ın bir perdelik müzikli komedisi Emprezaryo diye de bilinen “Der Schauspieldirektor”’un epey kırpılmış bir versiyonunu konser biçiminde yorumladılar. Singspiel’in orijinal librettosunu Gottlieb Stephanie yazmıştı. Konuşmalı bir rol olan Emprezaryo’yu Almanya’nın tanınmış aktörlerinden ve televizyon şahsiyetlerinden Harald Schmidt üstlenmiş, ayrıca oyuna yeni ve güncel bir tekst yazmıştı. Günümüz müzik dünyasında ve Köln özelinde bir emprezaryoyu bekleyen sorunları, sanatçıların çeşitli kaprisleriyle nasıl başa çıkılabileceğini de içeren bu tekst iyice aktüel ve yerel olduğundan en çok gülenler yine Kölnlülerdi.

Elena Tsallagova
 Bu arada aklınıza gelebilecek en rüküş kıyafetleri giymiş olan sopranolardan Kuzey Osetyalı olan koloratur sopranomuz tiz cik cik sesler çıkardıkça kendine güveni artıyor ve orkestraya ve seyirciye doğru cilveli hareketler yapıyordu. İngiliz sopranomuz, koloratur marifetleri olmadığından daha çok göğüs dekoltesine güvenmekteydi. Bu durumda tenora da somurtmak düşüyordu haliyle. Orkestrayı yöneten Ivor Bolton da tipik bir İngiliz orkestra şefiydi. Artık bunu da anlayan anlar sanırım. Concerto Köln’ü gerçekten çok önemli ve ciddi projelerde izlemiş biri olarak düş kırıklığına uğramadım dersem yalan olur. Ancak, bu da klasik müzik dünyasında ciddi sorunlar yaşandığını gösteriyor. Almanya’da bile 3000 kişilik salonu doldurabilmek eskisi kadar çantada keklik değil. Üstelik salonu dolduran dinleyicinin yarıdan fazlasının orta yaş üstü olduğu da göz önüne alındığında konservatuarlarda okuyan bunca gencin geleceği hakkında iyimser olmak biraz zorlaşıyor.


Köln Operası
 KÖLN OPERASI
18. yüzyılda Köln saray tiyatrosuna İtalyan opera kumpanyaları gelir temsiller verirmiş. İlk özel tiyatro binası 1783’de inşa edilmiş. Bu binada opera temsilleri yanında, tiyatro temsilleri ve konserler de verilirmiş. Kentin ilk opera kumpanyası 1822’de kurulan gezginci bir kumpanyaymış. 1898 yılında kent yöneticileri Köln’e gerçek bir opera binası yakışır diye karar almışlar ve Theater am Habsburger Ring adını verdikleri binanın yapımı 1902 yılında bitmiş. Köln Devlet Operası 1904’den 2. Dünya Savaşı’nın başına kadar bu binayı kullanmış. Savaş sırasında bombalanarak yıkılan binanın yerine 1957’de tamamlanan yeni modern binanın açılışını Conrad Adenauer yapmış. Savaş sonrası yeniden yapılandırılan Köln Opera kumpanyası Almanya’da özellikle çağdaş bestecilere ve onların yaratılarına yer vermesiyle öncü olmuş. 20. yüzyıl boyunca Müzik direktörleri arasında Richard Strauss, Otto Klemperer gibi büyük isimleri isimleri barındıran operanın şimdiki müzik direktörü Köln Yüksek Müzik Okulu’nda yetişmiş bir orkestra şefi olan Markus Stenz.

ELEKTRA
Uzun lafın kısası Köln Devlet Operası Avrupa’nın saygın opera kumpanyalarından biri ve ben oradayken Richard Strauss’un Elektra operası sahneleniyordu. Elektra, dünya opera dağarında sık sık sahnelenen bir yapıt sayılmaz. Bu durumda böyle bir fırsatı kaçırmam söz konusu bile olamazdı. Richard Strauss’un 1909’da bestelenmiş olmasına rağmen belki de en modern operasıdır denebilir Elektra için. Sofokles’in aynı adı taşıyan trajedisinden yola çıkarak kendi özgün librettosunu yazan Hugo von Hoffmannstahl ile Richard Strauss’un bu operanın yaratı süreci içinde birbirlerini boğazlama raddesine geldikleri söylenir. Konu zaten birbirlerini boğazlayan aile bireyleri hakkındadır. Perde açıldığında sahnede kan gövdeyi götürmüştür zaten. Bu katliamın nedeni ise opera başlamadan cereyan eden olaylardır. Troya savaşından zaferle evine dönen kral Agamemnon’u karısı Klitemnestra, aşığı Egistos ile bir olup öldürmüştür. Agamemnon’la Klitemnestra’nın kızı Elektra, annesinden ve aşığından intikam alacağına yemin etmiştir. Kız kardeşi Krizotemis’ten yardım etmesini ister, ne var ki Krizotemis, olanları unutmayı tercih etmektedir. Elektra’nın bu aşamada tek ümidi ikiz erkek kardeşi Orestes’in sürgünden dönmesi ve babalarının intikamını almasıdır.


Foster, Haller

Cathrine Foster, Edith Haller

Aslında opera, intikam ve vicdan azabı gibi duyguları ve bu duyguların bir yanda anne öte yanda birbirine taban tabana zıt kişilikteki iki kız kardeş arasında ne tür fırtınalar yarattığını irdeler. Strauss, üç büyük kadın rolü yaratmış bu operada, ama asıl yük Elektra’nın omuzlarında. Ara vermeden iki saat süren bu tek perdelik opera boyunca Elektra sahnededir ve müzik de hiç ara vermeden devam eden sürekliliktedir. Elektra’yı canlandıran Catherine Foster şu sıralarda Almanya ve Avrupa’nın en çok aranan spinto sopranolarından biri. Wagner’in Brühnhilde ve Isolde’si ile Richard Strauss’un Elektra’sını kendine maletmiş durumda. İngiltere’de Nottingham’da doğan Catherine Foster ilk gençliğinde opera şarkıcısı olmayı aklından bile geçirmiyormuş, hatta ebe-hemşire okuluna gitmiş. Üstelik opera eğitimi almaya başladığı ilk yıllarda da Mozart’ın Sihirli Flüt Operası’ndaki “Gece Kraliçesi” gibi bir dramatik koloratur rolle isim yapmış. Şimdilerde özellikle Brühnhilde rolüyle özdeşleşmiş bir Wagner sopranosu.


Dalia Schaechter
 Klitemnestra’yı İsrailli soprano Dalia Schaechter oynuyor. O da Fricka ve Waltraute gibi Wagner rolleri ile tanınan bir mezzo-soprano. Kocasının katili Klitemnestra, aynı zamanda bir anne. Kızı ile oğlunun, babalarının intikamını almaya and içtiklerini ve onu öldüreceklerini tahmin edebiliyor. Vicdan azabından ve ölüm korkusundan yarı deliye dönmüş olan bu kadının geceleri gözüne uyku girmiyor. Öte yandan Elektra’nın pasif kişilikli kız kardeşi bütün bu cinayet, kan ve intikam dolu evden bir an önce kaçmak, evlenmek, çoluk çocuk sahibi olmak istiyor. Zavallı Krizotemis’i oynayan Edith Haller, Güney Tirollerde Meran’da doğmuş. Salzburg Mozarteum’da şen eğitimi almış. Sesi daha yumuşak Wagner rollerine uygun ama arada bir Şen Dul Opereti gibi daha hafif alanlara da kayabiliyor.

Elektra’yı sahneye Gabriele Rech adında bir kadın yönetmen koymuş. Son yıllarda yönetmenlerin opera rejilerini gitgide daha fazla geleneklere aykırı geliştirdiklerine tanık oluyoruz. Burada da Elektra öyküsü günümüzün modern döşenmiş evlerinden birinde cereyan ediyor. Sahne tasarımı ile kostümlerde koyu ve açık gri, siyah ve beyaz tonlar egemen. Sahnenin solunda iki geniş modern kanape, ortada saydam camlı bir asansör var. Oyun boyunca bu asansör evin üst katı olduğunu varsaydığımız bir yerden oyuncuları indirip çıkartıyor. Sahnenin arka planındaki bir sürü kanlı ceset eser boyunca bir oraya bir buraya taşınıp duruyor. Böylece son derece ağır ilerleyen konu ve müziğe bir hareket kazandırılmış oluyor sanırım. Oyuncuların seyircilerin arasından sahneye girip çıkmaları da yeni moda rejilerde sıklıkla görülen bir olgu. Sonuçta Elektra operası Alman kültürü içine doğmamış olanların kolay kolay hazmedemeyecekleri bir eser. Zaten Strauss da bu operasında fazla ileri gittiğini farkettikten iki yıl sonra Der Rosencavalier operasını besteleyerek hayranlarına kendini affettirmişti.

16 Kasım 2010 Salı

ALMANYA MEKTUBU I




Sabahattin Ali

Geçen hafta Almanya’daydım. Bir hafta boyunca güneş hiç yüzünü göstermedi. Sabah başlayan yağmur bütün gün çisil çisil yağıyor. Almanları ıslatmıyor bu yağmur nedense. Sokaklarda benden başka şemsiye açan yok gibi. Hayat yağmura rağmen hiç aksamadan devam etmekte. İlk durağım Essen. Ruhr Kitap Fuarı’nın davetlisi olarak Fuar’ın son günü babam Sabahattin Ali hakkında konuşmak üzere Essen’deyim. Babam Sabahattin Ali'nin İçimizdeki Şeytan ve Kürk Mantolu Madonna romanları, Ute Birgi-Knellessen’in çevirisi ile 2007 ve 2008 yıllarında Almanca olarak yayınlandı. Ruhr Kitap Fuarı, 22-31 Ekim 2010 tarihleri arasında eserleri Almancaya çevrilmiş Türk yazarları konuk ediyor, böylece Türk yazarlar, Alman ve Türk okuyucularıyla buluşuyorlardı. Fuar’ın başlığı bu yıl “Liestanbul” yani “İstanbul’u Okuyorum”. Essen ve İstanbul’un 2010 Kültür Başkentleri arasında olmaları bu kardeşliği yaratmış. Davetlileri, yani bizleri krallar, kraliçeler gibi ağırlayan Fikret Güneş, yüzünden hiç gülümseme eksilmeyen bir Almanyalı Türk. Essen’de kaldığımız iki gün boyunca o ve onun gibi canla başla, zevk alarak ve özveriyle koşuşturan pek çok vatandaşımızla tanışma olanağımız oldu.

İkinci durağım Hannover’di. Hızlı trenle sadece iki saat Essen - Hannover arası. Tren yolculuğunu oldum olasıya sevmişimdir. Sabırla T.C. Devlet Demir Yollarımızın da Kara Yollarımız gibi ilgi göreceği, Ankara-İstanbul arasında bile kazasız belasız hızlı tren işletemeyenlerin, günün birinde 10. yıl Marşı’na layık olacak hızlı trenin güvenle üzerinde kayıp gideceği demiryolları ağı kuracakları günleri bekliyorum.



Prof. Kæmmerling

Ama, konumuza dönecek olursak, Hannover’e gitme nedenim ünlü bir piyano hocası ile tanışmak ve derslerini dinlemekti. Karl-Heinz Kæmmerling adındaki bu ünlü hoca 2010 yılında 80 yaşına basmıştı. Ne var ki dünyanın her köşesinden öğrenciler kapısını aşındırmaya devam ediyorlardı. İşin tuhaf tarafı bu hocanın hayatının hiç bir döneminde solistik kariyeri olmaması ama yine müzik dünyasının en aranan pedagoglarının başında gelmesiydi. Kæmmerling, müzik eğitimini Leipzig’de tamamlamış ve mezun olur olmaz hocası Hugo Steurer’in asistanı olmuştu. Hocalığa attığı bu ilk adım onun geleceğinin yolunu çizmişti. Uzun yıllar boyunca Salzburg Mozarteum ve Hannover Yüksek Müzik Okulu’nda birçok ülkeden gelen öğrenciye ders vermekte Prof. Kæmmerling. Öte yandan eğitimlerini başka okullarda tamamladıktan sonra Prof. Kæmmerling’e gelen pek çok genç piyanist adayı var. Profesörün rahle-i tedrisinden geçen genç piyanist adayları katıldıkları Chopin, Leeds, Cenevre, Geza Anda, Brüksel’deki Kraliçe Elisabeth, Clara Haskill yarışmaları gibi pek çok önemli piyano yarışmasında başarı kazanıyorlar. Zaten Prof. Kæmmerling, bu prestijli piyano yarışmalarının çoğunun jürisinde yer almakta. Onun piyano sınıfları ve Masterclass’ları işte bu nedenden birbirinden parlak piyanist adaylarıyla dolu.

Heinrich Neuhaus
 Prof. Kæmmerling, durup dururken bu denli aranan ve hayran olunan bir piyano hocası olmamış tabii ki. Sviatoslav Richter ve Emil Gilels başta olmak üzere pek çok 20. yüzyıl Rus piyanistinin hocası olan Heinrich Neuhaus gibi Kæmmerling de hayatının neredeyse her saniyesini hocalığa ve öğrencilerine adamış idealist bir eğitimci. Müziği temelindeki felsefesi, tarihi, geleneği başta olmak üzere tümüyle ele alan, ancak bu sonsuz boyutlardaki temelin içinde kaybolmayıp, her kişinin özelliklerine yönelik ayrıntılı okuma ve anlama çalışmalarına ağırlık veren bir eğitmen. Onun dersini sadece bir saat izlemek bile yeter. Doğru teşhis, anında tedavi, hızla iyileşme, anlayış ve sabır.
Profesörün şu sıralarda Hannover’de Emrecan Yavuz adında bir de Türk öğrencisi var. Kâmuran Gündemir’in son öğrencisiydi Emrecan. Zamansız yitirdiğimiz Kâmuran Gündemir, Türkiye’nin belki de ilk gerçek piyano pedagogu idi. O da Kæmmerling gibi hayatını öğrencilerinin hayatı ile bütünleştirmiş, kendini eğitime adamıştı. Muhittin Dürrüoğlu, Emre Elivar ve Fazıl Say gibi piyanistleri yetiştirmiş, sonra da onların dünyaya kendi kanatlarıyla uçmalarını sağlamıştı. Emrecan Yavuz ise hocasını kaybettiğinde henüz kendi kanatları ile uçacak yaşta değildi. Aradan geçen zamanda epey değişik adreste Kâmuran Gündemir gibi bir hocayı aradı Emrecan, ve sonunda aradığını, Kæmmerling’de bulduğunu düşünüyor. Bundan böyle Emrecan’ın çalışmalarını daha yakından izlemek için mükemmel bir sebep var şimdi.




5 Ağustos 2010 Perşembe

ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ’NDE NELER OL(M)UYOR?


Atatürk Kültür Merkezi yıkılmalı mı, yıkılmamalı mı sorusunun ortamı gerdiği günlerden bu yana neredeyse 2 yıl geçti. AKM yıkımı olasılığı ve sonuçları hakkındaki son yazımı 2 Ekim 2007’de yazmışım. 1946’dan beri sürüp giden AKM sorunsalının 21. yüzyılda canlılığını ya da cansızlığını koruma konusundaki direnci gerçekten takdire şayandır. Bakıyorum, son zamanlarda konunun üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi. AKM’de 1970’lerden beri barınmakta olan Devlet Opera ve Balesi, Devlet Senfoni Orkestrası ve Devlet Tiyatrosu İstanbul’un çeşitli coğrafi bölgelerine dağılmış, can çekişmekle meşguller.

AKM binası 31 Mayıs 2008’de boşaltılmış. Yedi aydır boş duran binada tadilata yönelik bir hareket olmadığı kesin. Tadilat projesinin ya da projelerinin üzerindeki tartışmalar sürmekteymiş. Onlar tartışa dursunlar 2010 kapıda. Avrupa Kültür Merkezi olma hevesindeki İstanbul’un çağdaş anlamdaki tek sahnesi, yedi aydır proje tartışmalarının bitmesini ve harekete geçilmesini bekliyor anlaşılan. Kuş mu konduracaklar acaba AKM’ye diye merak ediyorum.

Senfoni Orkestrası ile Opera ve Bale, Üsküdar’daki eski Tekel binasına sığınmış vaziyette. Orkestra provaları orada yapılıyormuş. İdari birimler de anlaşılan Tekel binasına taşınmış. Devlet Tiyatrosu’nun yeri ise bir muamma. İnternet sitesindeki telefonlara baş vurmaya kalktığınızda karşınıza banddan kayıtlı bir ses çıkıyor ve mesaj bırakmanızı istiyor. Devlet Tiyatrosu’na şahsen ulaşamasanız da aslında halka hizmet verme görevini hakkıyla yerine getiriyor gibi görünüyor. Şişli Cevahir Sahnesi’nde hem büyüklere hem de çocuklara oyunlar sahnelenmekte. Beykoz Feridun Karakaya Sahnesi ile Harbiye Kenter Tiyatrosu’nda da hemen hergün bir oyun var.

Devlet Opera ve Balesi, Kadıköy Süreyya Opera’sına sıkışmış kalmış durumda. Yine de bu salonda temsiller verebildikleri için aslında Kadıköy Belediyesine ne kadar dua etseler azdır. Ancak Süreyya Opera sahnesinde büyük prodüksiyonları gerçekleştiremedikleri de başka bir sıkıntı konusu. Orkestra çukuruna orkestranın sığmadığı söylentileri dolaşıyor etrafta.

Gelelim, İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’nın içler acısı durumuna. İstanbul’da AKM büyük sahnesi dışında normal bir senfoni orkestrasının sığabileceği akustik koşullara uygun sahne sayısı görünürde sadece iki. Caddebostan Kültür Merkezi, 650 kişilik bir salon. Zaten bütün konserler bu sayede tıka basa doluyormuş. Aman Ne Güzel...

Kadıköy Belediyesi bu salonu İDSO’ya ayda ancak bir kez tahsis ediyor. IDSO, 1500 kişilik Lütfi Kırdar Kültür ve Kongre Merkezi’inde Şubat ayında iki, Mart’ta bir konser verebilecek. 15 Mayıs’taki Kapanış Konseri de Lütfi Kırdar Salonunda verilebilecek. Bütün bu bilgileri internetten alabiliyoruz. Yani ben internetin yalancısıyım. Yetkililer pek konuşmak istemiyorlar.

AKM açıkken her hafta iki konser veren IDSO bu yıl Ocak ayında iki konser verebiliyor ancak. Salon kıtlığından kentimizin en eski, en kıdemli senfoni orkestrası Şubat’ta 3, Mart’ta 2, Nisan’da 1 ve Mayıs’ta 2 konser vererek sezonu kapatacak. Bence bu, Kültür Başkenti olma hevesi ve ümidi içinde olan İstanbul gibi bir dünya kenti için utanılacak bir durumdur.
AKM YIKILSIN MI?


Son bir kaç haftadır Radikal gazetesi AKM'nin artık kangrenleşmiş sorununa yeniden neşter vurmakta. Bana gelince, 2008 yılından beri AKM hakkında kaç yazı yazdım hatırlamıyorum bile. Bakalım bu sefer Radikal'in işi inatla ele alması bir işe yarayacak mı? AKM'ye opera, tiyatro, bale ve orkestra sanatçıları cesaretle ve yüksek sesle sahip çıkmadıkça pek yol alınacağını sanmam ama yine de Çetin Altan'ın dediği gibi enseyi karartmalayım. Aşağıya Milliyet gazetesinde 2008 ve 2009 yıllarında çıkan iki yazımı ekliyorum.

Filiz Ali


AKM yıkılsın mı? Neden yıkılsın ki?
Yıkılan yapının yerine yenisi yapılacak mı?
Yeni yapının projesi hazır mı?
Yeni yapının inşaatı kaç yıl sürecek?
Böyle bir yapının, özellikle sahne teknolojisi ile ilgili bütçesinin nereden, nasıl karşılanacağı belli mi?
İnşaat sürerken Devletin Opera ve Balesi, Tiyatroları, Senfoni Orkestrası ve Koroları, temsillerini, konserlerini nerede veya nerelerde verecek?
Ayazağa’daki Kültür Merkezi Projesi yıllardır uykuya yatırılmışken AKM’nin yıkılıp yeniden yapılacağına inanmamız beklenebilir mi?
Yeni Kültür Bakanı Ertuğrul Günay makul birine benziyor. Geçmişine hürmeten kendisine inanmak ister gönül. O da konuya “temkinli” yaklaşıyormuş. Aslında aklın yolu birdir ya, neyse.
AKM binasını mimari açıdan beğenmeyebilir, fonksiyonel bulmayabilirsiniz
Eskidiğine inanabilirsiniz.
Temsil ve konser sırasında sifon seslerinin duyulduğundan şikâyet edebilirsiniz -ki bu satırların yazarı yıllar önce bu şikâyeti bir yazısında dile getirmişti-.

Sahne arkasının, prova ve soyunma odalarının, depoların yetersizliğinden, bakımsızlığından dem vurabilirsiniz.
Binanın yönetiminin çağın gerisinde kaldığına değinebilirsiniz.
AKM’nin çok başlı yönetildiğinden ve bunun birimler arasındaki işbirliğini karmakarışık eylediğinden söz edebilirsiniz.
Amma, bütün bunların tek çaresinin binayı yıkmak olduğunu söyleyemezsiniz.

Şimdi bir de AKM tarihine göz alım.

Taksim Meydanına bütün büyük dünya kentlerinde olduğu gibi görkemli bir Opera Binası yapma fikri ilk kez 1930’larda oluşmuş. Binanın temeli 1946’da atılmış. Benim gençliğim Taksim Meydanındaki bitmez tükenmez inşaata bakarak geçti. Sonunda bina Atatürk Kültür Merkezi adıyla 1969’da açıldı. Açılmasıyla bir yıl sonra yanması bir oldu. Taksim Meydanındaki onarım inşaatına bakarak hayatımdan bir on yıl daha aktı gitti. Sonunda 1978’de AKM yeniden hizmete girdi.

Demek ki bu örneklerden yola çıkacak olursak, AKM’nin yıkılması ve yeniden inşa edilmesi en iyi ihtimalle ve ömrümüz vefa ederse bir on yılımızı daha Taksim’deki inşaata bakarak geçireceğimizi gösteriyor.
AKM yandığında opera temsilleri şimdiki Taksim Sahnesine alınmıştı. Derme çatma sahnede derme çatma temsillerle geçti on yıl. Senfoni konserleri ise Şan tiyatrosunda veriliyordu. İşin garibi Şan Tiyatrosu da yok artık, o da yandı. “Taksim Sahnesi var” diyecek olursanız, ne yazık ki daha geçenlerde, hem de yeni sezon başlarken sahipleri Devlet Tiyatrosu’nu çıkardı oradan. Bu durumda Devlet Opera ve Balesi, Tiyatrosu, Senfoni Orkestrası ve Korolar yakın gelecekte sokakta kalacak gibi görünüyor.
2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul’un sanat kurumlarını işte böyle bir gelecek bekliyor. Tebrikler…

18 Temmuz 2010 Pazar

ISTANBUL’DAN GEÇEN BİR MÜZİK SİHİRBAZI- NICOLAS SLONIMSKY (1894-1995)


1988 mayısında Leningrad’daki Uluslararası Müzik Festivali’ne katılmıştım. Hergün sabah, öğlen, akşam, aralıksız bir konserden ötekine otobüslerle taşınıp duruyorduk. Bizim kaldığımız Leningrad Oteli’nden konserlere giderken otobüste devamlı karşılaştığım ufak tefek, son derece sevimli bir ihtiyarcık vardı. İhtiyarcık, festivalin maskotuydu sanki; herkesi tanıyor, herkesle şakalaşıp duruyordu. John Cage ile canciğer kuzu sarması, Luciano Berio ile enseye tokat, tüm Sovyet bestecilerinin ağır toplarıyla bir samimiyet ki sormayın girsin... Leningrad besteciler Birliği yöneticilerinden Sergei Slonimsky en nihayet bizi tanıştırdı: “Amcam Nicolas Slonimsky. Kendisini mutlaka tanırsınız, ama onun İstanbul maceralarını kalıbımı basarım ki bilmiyorsunuzdur!” Bu sözlerin ardından bizim 93 yaşındaki ihtiyarcık, yaşından umulmayacak muziplikte pırıldayan gözlerini kırpıştırarak, “Simit iki buçuk kuruş” demez mi açık seçik bir Türkçeyle.

Ayaküstü kısa konuşmamız sırasında kitapları, müzik sözlükleri, makaleleri ile ilk kez 1960’ların başında Boston’da tanıştığım o ünlü piyanist, besteci, orkestra şefi ve müzik sözlüğü yazarı Nicolas Slonimsky’nin bu Nicolas Slonimsky olduğunu anlayacak ve ufak bir sevinç şoku yaşayacaktım. Charles Ives, Henry Cowell, Edgar Varése, Igor Stravinsky, Aaron Copland, George Gershwin, Leonard Bernstein, John Cage gibi yüzyılımızın önemli öncü bestecilerinin eserlerini daha kimseler doğru dürüst tanımazken, hatta kimini reddederken, konser programlarına alan ve hem Amerika hem de Avrupa’da tanınan cesur adam demek ki bu ufacık,
beyni kafatasına sığmayan, gözlerinden zeka ve deha fışkıran 93 yaşındaki yaramaz çocukmuş.

Nicolas Slonimsky anılarını 1988 yılında “Perfect Pitsh, A Life Story” başlığı altında yayımladı. Anılarının ilk cümlesi, kitabın başlığını da açıklayıcı nitelikte.

“Altı yaşına geldiğimde annem bana bir dâhi olduğumu söyledi. Bu açıklama beni hiç de hayrete düşürmemişti. Yaşım küçüktü, ama hem anne hem de baba tarafından dâhileri bol bir aileden geldiğimin farkındaydım.”
Çok erken yaşlarda, duyduğu her sesin hangi nota olduğunu söyleyebilen Slonimsky, teyzesi ünlü piyano pedagogu Isabelle Vengerova’nın kanatları altında piyano dersleri almaya başlamış. Harika çocukluk sadece müzikle de sınırlı kalmamış; matematikte de, dilbilimde de, fen ve edebiyat konularında da üstünlüğünü kısa zamanda çevresine kabul ettiren Slonimsky, kabına sığamaz olmuş.

“1894’te Saint Petersburg’da doğdum. 1918’de Petrograd’ı terkettim. 1935’teyse Leningrad’a geri döndüm” diyen Slonimsky, yüzyılımızın ilk yıllarında üç kez isim değiştiren bu hayaller şehri ile olan duygusal bağlarını hiç yitirmemiş bunca yıl.

Slonimsky ailesi önce 1. Dünya Savaşı ve ardından Ekim Devrimi sırasında darmadağın oluyor. İki erkek kardeşi Alexander ve Michael Rusya’da kalıyorlar. Kızkardeşi Julia ve annesi, önce Paris’e oradan da Amerika’ya göç ediyor. Nicolas ise 1920’de “...ne Beyaz, ne Kızıl, ne de Yeşil Rusların tarafını tutmaya niyeti olmadığından...” selâmeti Yalta’dan demir alan bir Türk gemisine binip İstanbul’a doğru yola çıkmakta buluyor. Cebinde metelik yok, ayakkabılarının altı delik.

İstanbul’daki ilk işi, Beyaz Rus dansçılarının kurduğu bir bale stüdyosunda piyanistlik. Aradan biraz zaman geçtikten sonra bir
Rus lokantasında, belki de Rejans’ta sadece 5 lira maaş, borş çorbası, kotlet ve tatlısıyla mükellef bir akşam yemeği, üstüne üstlük bahşişler karşılığı piyano ile yemek müziği yapmaya başlıyor. Lokanta ve sinemalarda piyano çalarak kazandığı paralarla kendine üstbaş edinen, doğru dürüst karnını doyurmaya başlayan Slonimsky, bir süre sonra hayattaki asıl amacının bestecilik olduğunu anımsayarak, günün modasına uyan ilk bestesini bir matbaada bastırıp çoğaltıyor: “Valse Bosphore”. İlk bestesinin kazandığı başarı üzerine yeni besteler çorap söküğü gibi birbirini izliyor: “Yok, Yok Efendi” fokstrotu, “Dance du Bairam”, “Dance du Faux Orient...”

Piyanistlik, bestecilik derken karnı doyan Nicolas, bu sefer de bir Rus balerine aşık oluyor ve onun peşinden önce Sofya’ya, 1921’de de Paris’e gidiyor. Paris o yıllarda Rus göçmenleriyle dolup taşmakta. Prensler otel kapıcısı, dükler taksi şoförü. Nicolas Slonimsky, bir süre ünlü Rus bas Chaliapin’in piyanistliğini, orkestra şefi Sergei Koussevistzky’nin asistanlığını yaparak Paris’te tutunmaya çalışıyorsa da, 1923’de Rochester/New York’daki Eastman Müzik Okulu’ndan gelen bir teklifi kabul ederek ABD’ye ayak basıyor.

1947 BOSTON
Slonimsky’nin bu son göçten sonraki yaşamında ilk önce hızla yukarıya, yıldız orkestra şefi olmaya yönelik bir tırmanış göze çarpıyor. Koussevitzky ve Boston Senfoni Orkestrası ile yakın ilişki yanında 1920’li yılların “çağdaş müzik havarisi” rolünü de üstleniyor Slonimsky. Ancak bu arada bin bir zorlukla öğrendiği İngilizcede de iddialıdır artık ve İngilizce yazılmış tüm müzik sözlüklerinde dünya kadar kusur bulmakta, yanlışları bir bir ortaya çıkarmaktadır. Piyanist, besteci, orkestra şefi, piyano pedagogu, modern müzik öncüsü gibi kariyerlerine bir de müzik sözlükçülüğü katılır böylece ve ünlü Baker’ın “Biyografik Müzisyenler sözlüğü’nün yazımını ve editörlüğünü üstlenir. Slonimsky’nin kitabını zevkle okutan bir başka özelli de, esprili dedikodu dozunun tam kıvamında olması.

Nicolas Slonimsky’nin kitapları:

Music Since 1900 (1937) Music of Latin America (1945) The Road to Music (1947)
Thesaurus of Scales and Melodic Patterns (1947) A Thing or Two About Music (1948)
Lexicon of Musical Invective (1952) Lectionary of Music (1988) Perfect Pitch: A Life Story (1988, anılar)

16 Temmuz 2010 Cuma

BİR ÇERKEZ KAHRAMANI: YURİ TEMİRKANOV





1990 yılı Temmuz ayında Leningrad Filarmoni Orkestrası, İstanbul Müzik Festivali’nin konuğu olarak üç konser vermişti. 1882 yılında kurulan Rusya’nın bu en eski orkestrasının ilk adı Saint Petersburg Filarmoni Orkestrası’ydı. Bolşevik Devrimi’nden sonra orkestra üyeleri orkestranın sahibi oldular ve adını Petrograd Devlet Filarmoni Orkestrası olarak değiştirdiler. Bruno Walter, Ernest Ansermet gibi zamanın büyük şeflerinin konuk şef olarak yönettiği orkestranın adı 1920’lerde Leningrad Filarmoni Orkestrası oldu. 1938 yılından 1987 yılına kadar Sovyetlerin efsaneleşmiş orkestra şefi Evgeniy Mravinsky, orkestrayı demir yumruğuyla yönetti. Mravinsky döneminde orkestra, müzik dünyasında kulaktan kulağa yayılan gizemli bir üne kavuşmuştu. Şostakoviç, ilk sekiz senfonisini Mravinsky’ye ithaf etmiş, Mravinsky de bu senfonilerin dünya prömiyerlerini yaparak besteciyi desteklemişti. Ne var ki 1962’de Mravinsky, bestecinin savaş sırasında Sovyetler tarafından katledilen Yahudileri anlatan “Babi Yar” adlı 13. senfonisini çaldırmayı devlet büyüklerini karşısına almaktan korktuğu için reddedince araları bozulmuştu.

ORKESTRA ŞEFİ YURİ TEMİRKANOV

1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması ve yeni Rusya’nın doğmasını takiben orkestra yeniden eski adına kavuşarak Saint Petersburg Filarmoni Orkestrası oldu. Yuri Temirkanov 1988’den bu yana orkestranın daimi şefi. 1938’de Kuzey Kafkasya’da Nalçik kentinde dünyaya gelen Temirkanov Çerkez boylarının Kabayday kolundan. Küçük yaşta müzik öğrenmeye başlamış, 13 yaşına geldiğinde Leningrad Üstün Yetenekli Çocuklar okuluna kabul edilmiş, keman ve viyola eğitimine burada devam etmiş, mezun olur olmaz Leningrad Konservatuarı’na girerek hem viyola sınıfından hem de İlya Musin’in şeflik sınıfından mezun olmuş.

Temirkanov’un Sovyetler Birliği sınırlarının dışına ilk çıkışı Kiril Kondraşin ile dönüşümlü yönettiği Moskova Filarmoni Orkestrası’nın 1966 yılındaki tarihi Avrupa ve Birleşik Amerika turnesi. Kariyerindeki asıl önemli gelişme ise 1967 yılında Leningrad Filarmoni Orkestrası’na Yevgeni Mravinsky’nin asistanı olarak tayin edilmesi ile başlıyor. Bir yıl sonra 1968’de orkestranın daimi şefliğine atanan Temirkanov, bugün Saint Petersburg Filarmoni Orkestrası’nın daimi şefi olmaya devam ediyor. Bir yandan da Londra Krallık Filarmoni Orkestrası’nın onursal şefi.

Temirkanov bugüne bugün Rus bestecilerinin dünyadaki en yetkin yorumcularının başında geliyor. 1 Temmuz 2010 akşamı Londra’daki Royal Festival Hall’da Philarmonia Orkestrası’nı yönettiğinde de Prokofiev’in 2. Piyano Konçertosu ile Çaykovski’nin No. 6, “Pathetique” Senfonisi yorumları ile Guardian ve The Times gazetesi eleştirmenlerinin övgülerini kazanıyor.

Ben Temirkanov’u ilk kez İstanbul’da tanıdığımdan beri izlemeye devam ediyorum. Youtube sağolsun, konserleri, söyleşileri ve belgesellerinden çok şey öğreniyorum. Basso profundo sesiyle Çaykovski’nin orkestrasyon ve çalgılama ustalığı ile elde ettiği eşsiz renkleri anlatmasından etkileniyorum ve bu düşüncelerimi okurlarımla paylaşmak istiyorum. Aşağıda 8 Temmuz 1990 günü Cumhuriyet Gazetesi’nde çıkan yazımda Yuri Temirkanov’u ve orkestrasını ayrıntılı olarak ele almışım:

MÜZİĞİN RESMİNİ ÇİZEN ADAM

"Yuri Temirkanov veya Türkçeleştirirsek eğer Demirhanoğlu ile ilgili rivayetler muhtelif. Kimilerine göre komedyen, kimilerine göre dansçı, kimilerine göre aktör. Belki de bunların hepsinin bir sentezi. Üstelik tanıdığım en karizmatik müzisyenlerden biri. Temirkanov seyirciye küsüyor,ön sıralarda oturanlarla flört ediyor,alkışlara doymuş gibi yapıyor...Bir bakıyorsunuz iki kolunu da önünde kilitlemiş, orkestrayı kendi haline bırakmış...Başıyla, boynuyla hatta burnuyla, gözleriyle, kaşlarıyla, parmak uçlarıyla, eğilip bükülerek müziğin resmini çiziyor. Elindeki enstrüman, Leningrad Filarmoni Orkestrası, efsanevi şef Mravinsky’nin 30’lu yıllardan beri bileye bileye keskinleştirdiği eşsiz bir Stradivarius sanki. Temirkanov, bu eşsiz çalgıyla istediği gibi oynuyor, onu istediği gibi yoğuruyor.

Konserden önce şefin dinlenme odasına kabul ediliyorum. İçerde bazı konuklar var, sus pus oturmuşlar, büyük bir saygıyla maestronun her hareketini izliyorlar. Temirkanov, İngilizcesinin iyi olmadığını, çevirmen aracılığı ile konuşmayı tercih ettiğini söylüyor, ama söylenenlerin tümünü de cin gibi anlıyor. Çevirmeni ve sekreteri olan hanım perişan vaziyette. Odanın içindeki konuklardan, kapının dışında bekleyip aniden odaya dalıveren konuklardan fena halde müşteki.

“Dünyanın neresine gidersek gidelim bu Çerkezler bulurlar maestroyu. Çoğu, orkestra şefi nedir bilmez bile. Orkestra şefinin konser öncesi rahatsız edilmeyeceğini, konsantre olması, dinlenmesi gerektiğini ne kadar anlatsam anlamazlar,” diyor. “Siz de kimseyi almayın odaya o zaman!” diye fikir veriyorum. Sekreter daha da dertleniyor. “Olur mu? O bayılıyor Çerkezlere, onlarla Çerkezce konuşuyor, konserden sonra onlarla yemeğe çıkmaya pek meraklı. On ikiden geç kalmayın diyorum, kimsenin beni dinlediği yok!” kadıncağız bir türlü disiplin altına alamadığı çocuğundan söz ediyor sanki.

Temirkanov’la şeflik mesleği üzerine konuşuyoruz. Rus şeflerin teknik ustalıklarından, Batı’daki şeflere benzemeyen orkestraya yaklaşım biçimlerinden, müziğin resmini çizme özelliklerinden dem vuruyorum. Leningrad Konservatuarı’nın şeflik sınıfının önemini anlatmasını rica ediyorum. Temirkanov’a göre Batı’daki şeflerin çoğu şeflik eğitiminden geçmemiştir. Yüzde doksanı şefliğe sonradan kaymış iyi müzisyenlerdir. Oysa Leningrad şeflik sınıfının çok eski bir geleneği vardır. (Örneğin Temirkanov’un hocası olan Ilya Musin (1903-1999) 96 yıllık yaşamının 60 yılını öğrenci yetiştirmeye adamıştı. Öğrencileri arasında Temirkanov’tan başka Valery Gergiev, Vassily Sinaivsky, Semyon Byshkov, Victor Fedotov gibi dünyaca tanınan şefleri sayabiliriz. F.A.)

Şeflik Temirkanov’un anlayışına göre trafik memurluğu değildir. Sayı saymak, tempo tutmak, “piano”, “forte”, “subito” demek hiç değil. Orkestrada çalan her müzisyen notada ne yazıyorsa onu nasıl çalacağını zaten çok iyi bilmek durumunda. Şefin görevi, işlevi, amacı, ideali işte o notaların arkasındaki anlamı, müziğin neler söylemek istediğini bulup ortaya çıkarmak. “Benim yaptığım, ulaşmak istediğim nokta, notaların arkasındaki müziği dinleyiciye tek elden yansıtmaktır” demekte Temirkanov.

Maestro, şeflik ile “showman”liği birleştirdiğinin pekâlâ farkında. “Televizyon için küçük bir söyleşi yapacağız” deyince hemen saçlar taranıyor, kolonyalar sürünülüyor. Umursamaz gibi yapmasına rağmen hayranlarına çekici görünmek istediği her halinden belli. Ağır ve hesaplı hareket ediyor. Fazla veya gereksiz tek bir kelimeye veya jeste yer yok. Davranışları ekonomik ve kestirme.

Leningrad Filarmoni Orkestrası’nın verdiği her üç konserde sadece Rus bestecilerinin eserleri yer alıyordu. Tabiatıyla Çaykovski, “Keman Konçertosu”, “5. Senfoni”si ve “Fındıkkıran Balesi”nden 2. perde müziği ile birinci sırayı dolduruyordu bu programlarda. Çaykovski’yi az bir farkla Prokofiev izliyordu. Mussorgski tek bir eseriyle, ünlü “Bir Sergiden Tablolar”ıyla temsil edildi. Şostakoviç ise ihmal edilmişti.

Leningrad Filarmonisi o müthiş yaylılarını, müzikal ve teknik disiplinini Temirkanov’un yorumcu ellerine kayıtsız koşulsuz seferber etmiş. Çaykovski’nin, Mussorgski’nin, Prokofiev’in bilinen, popüler eserlerine sıcak, yeni, coşkulu bir soluk getirmesine olanak tanınmış, Rus müziğinin inceliklerini, Rus stilinin kimi zaman “santimantal”e kaçan duygusallığının tam dozunda ayarlanmasına yardımcı olmuştu."
Filiz Ali, 8 Temmuz 1990, Cumhuriyet.

5 Temmuz 2010 Pazartesi

KARL CZERNY İLE BAŞLAYAN, ARTHUR SCHNABEL’İN SÜRDÜRDÜĞÜ, 95 YAŞINDAKİ PİYANİST FRANK GLAZER’LE DEVAM EDEN BEETHOVEN GELENEĞİ




Karl Czerny, Viyana’da 1791’de doğdu, yine Viyana’da 1857 yılında öldü. Beethoven’ın hem öğrencisi hem de arkadaşıydı Czerny. Piyano dersleri almaya başlayan her küçük piyanist adayı, öğreniminin ilk yıllarını Czerny’nin “Etude”leri ile geçirir. Ne var ki aynı küçük öğrenci, Czerny’nin Beethoven’la yakınlığı dolayısıyla Viyana klasik stilini kendinden sonra gelen kuşaklara öğrencileri kanalıyla aktardığını pek bilmez.

Beethoven’ın piyanistlik mirasını Czerny iki önemli öğrencisine geçirmişti. Bunlardan biri Franz Liszt, öteki de Leschetizky idi. Theodor Leschetizsky Polonya’da doğmuş, Saint Petersburg Konservatuarı’nda yetişmiş, sonradan Viyana’ya yerleşerek Czerny’nin öğrencisi olmuştu. Leschetizky tarihe piyanistliği ile değil, Paderewsky, Arthur Schnabel, Ignaz Friedman ve Osip Gabriloviç’in hocası olarak geçmişti. Paderewsky, Friedman ve Schnabel (1882-1951) müzik tarihinin efsaneleşmiş piyanistleridir. Oysa 1878’de St. Petersburg’da doğup 1936’da Detroit’te ölen, 20. yüzyılın ilk yıllarında Avrupa ve Birleşik Amerika’nın büyük kentlerinde verdiği konserlerle hatırı sayılır bir ün kazanan, 1909’da Mark Twain’in kızı Clara Clemens ile evlenip Amerika’ya yerleşen Ossip Gabriloviç çoktan unutuldu.

Gelelim Schnabel’e. Leschetizky ile yedi yıl piyano çalışan Schnabel, ilk konserini sekiz yaşında Viyana’da vermişti. Bütün kariyeri boyunca hocasının Beethoven’in öğrencisi olmasının getirdiği avantajdan yararlandı. Schnabel, özellikle Beethoven ve Schubert yorumlarıyla dinleyenleri hayran bırakırdı. 1925’te Berlin Devlet Akademisi’nde dersler vermeye başladığında bir yandan da dünya çapında kariyerini devam ettiriyordu. Öğrencileri arasında Clifford Curzon, Rudolf Firkusny, Leon Fleisher, Carlo Zecchi ve Frank Glazer vardı. Bu öğrencilerin hepsi savaş sonrasında 20. yüzyılın belli başlı konser piyanistleri olarak tanındılar.

Frank Glazer’ın ilk piyano hocası Jacob Moerschel de Viyana’da Leschetizky ile çalışmıştı. Moerschel, ölüm döşeğinde öğrencisi Frank Glazer’a, Berlin’e gidip orada Arthur Schnabel’i bulmasını ve mutlaka piyano çalışmalarını Schnabel ile sürdürmesini vasiyet etmişti. Glazer, 1932 yılında hocasının vasiyetini gerçekleştirmesine olanak sağlayan iki iş adamının maddi desteğiyle Berlin’e ayak bastı. On yedi yaşındaydı ve Berlin’de Schnabel’den başka kimseyi tanımıyordu. Bir yıl boyunca çok hızlı bir repertuar çalışmasına girerek çevreye uyum da sağlayan Glazer, ne yazık ki Almanya’nın son hızla felakete sürüklenmesinden etkilenecekti.

Nitekim, 1933 yılında Hitler’in Nasyonal Sosyalist Partisi iktidara gelince tehlike çanları çalmaya başlamıştı. Reichstag yangını ile birlikte Nazi terörü tırmanmaya başlamış, Arthur Schnabel gibi Yahudi asıllı olsun olmasın nice anti-Nazi’nin artık Almanya’da yaşama olanağı kalmamıştı. Hitler’in iktidara gelmesinden üç ay gibi kısa bir süre sonra Schnabel, İtalya’ya Como Gölü civarına taşınmak zorunda kaldı. Frank Glazer’e de hocasıyla birlikte İtalya yolu görünmüştü.
Schnabel konser piyanistliği ile eğiticiliği birlikte sürdürebilen ender müzisyenlerden biriydi. Öğrencilerine Leschetizky’nin kendisine verdiği öğüdü tekrarlardı hep: “Sadece piyanistlikle yetinmeyin, herşeyden önce iyi müzisyen olun!”. Frank Glazer, hocasının öğüdünü dinleyen ve Haydn’dan başlayarak, Beethoven, Czerny, Leschetizky ve Schnabel yoluyla kendisine kadar uzanan zincirin son halkalarından biri olarak birikimini ve bu mirası uzun ömrü boyunca kendi öğrencilerine taşıdı. Geleneği sürdüren bir başka hoca olan Maria Curcio ise 2009’da 90 yaşında öldü.
Frank Glazer ile ilk kez 1957 yılında Ankara’da tanışmıştım. Ankara Devlet Konservatuar’ında piyano öğrencisiydim. İngilizcem iyi olduğundan Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın Amerikalı şefi Robert Lawrence’in çevirmenliğini ve sekreterliğini yapmam istenmişti. Her sabah orkestra provalarına gidiyor, Robert Lawrence ile orkestra elemenlarının birbirlerine söylediklerini mümkün olduğunca yumuşatarak çevirmeye çalışıyordum. Her hafta yeni bir solistle tanışmak, onları provalarında izlemek ve dinlemek benim için heyecanlı olduğu kadar yararlı bir deneyimdi. Frank Glazer CSO ile vereceği konserde Brahms’ın 2 numaralı si bemol majör piyano konçertosunu çalacaktı. Daha ilk provada büyük bir piyanist ile karşı karşıya olduğumuzu hepimiz farketmiştik. Çok candan ve alçak gönüllü bir insan olan Glazer ile dost olmamak imkânsızdı. Benim Amerika’ya gitmek isteğimi ciddiye almış ve yardımcı olmanın yollar aramıştı. New York’a gider gitmez ilk aradığım kişi de Frank Glazer olmuştu. 1988’de, yani tanışmamızdan yirmi yıl sonra talihin garip bir cilvesi olarak Venedik’te karşılaştık. La Fenice’nin konser serisinde resital verecekti. Konserden sonra otantik bir Venedik lokantasına gidip otantik Venedik mutfağının leziz yemeklerini tadarak, aradan geçen yirmi yılın bilançosunu çıkarmıştık.

1989’da yeni açılan Cemal Reşit Rey Konser Salonunun Sanat Yönetmeni olunca ilk aklıma gelen müzisyenlerden biri Frank Glazer olmuştu. Beni kırmadı ve 6 Aralık 1990’da CRR’de Haydn, Beethoven ve Brahms’ın eserlerinden oluşan müthiş bir resital verdi. Ertesi gün de piyanistler için bu repertuarı analiz eden bir atölye çalışması yaptı. İstanbul’a eşi Ruth ile gelmişti Frank. Ruth da kocası gibi dost canlısı, dinamik bir insandı. 1952’de evlendiklerinden beri kocasının menajerliğini ve sekreterliğini yürütüyordu. 1990’dan 2006’daki ölümüne kadar her yılbaşı bana tebrik kartı atmayı ihmal etmedi. Frank Glazer, Ruth öldükten sonra ciddi bir by-pass ameliyatı geçirdi ama ona sorarsanız bu ameliyattan sonra kendini daha genç ve dinç hissediyordu.
1915’de Wisconsin’de doğan Frank Glazer şimdi 95 yaşında. 2010 yılının Ocak ayında başladığı Beethoven Sonatları seri konserlerinin sonuncusunu 6 Nisan’da verdi. 95 yaşında Beethoven’in 32 Sonatı’nın tümünü Frank Glazer gibi çalabilecek bir ikinci piyanist dünyaya şimdiye kadar gelmedi. Glazer, bu yaşta piyano repertuarının çetin eserlerini çalabilmesinin sırrını şöyle açıklıyor:

“İkinci Dünya Savaşı sırasında 1943 ile 1945 yılları arasında ordudaki görevim Avrupa’da Almanca ve Fransızca çevirmenlikti. Bu süre içinde piyano ile hiç ilişkim olmadı. Savaştan sonra eski kondüsyonuma kavuşmak için anatomi çalıştım, piyanodan istediğim sesi elde edebilmek için en verimli yolun neler olduğunu analiz ettim. Piyano tekniğimi yeniden yarattığım için bugün yorulmadan, kasılmadan, gereksiz yere efor sarfetmeden Beethoven ya da Brahms’ın en zorlu eserlerini çalabiliyorum.”

19 Haziran 2010 Cumartesi

BELA BARTOK'UN ÖĞRENCİSİ MACAR PİYANİST ROZSİ VENETİANER SZABO VE AİLESİ'NİN ANKARA'DAKİ HAYAT ÖYKÜLERİ (ikinci bölüm)

EVLİLİK

Szabo’larla söyleşi yapan gazetecinin sorduğu “Nasıl evlendiniz? Zevciniz mühendismiş, siz onu nerede gördünüz?” sorusunu zevci Bela Szabo şu sözlerle yanıtlamış,

"Efendim evvelki sene Macaristan’a izinli gitmiştim. Bir dostun evinde bizim madama rastladım. Konuştuk, iki saat sonra babamın evine gittim, dönüşte tekrar dostumun evine uğradım. Bilmem nasıl oldu, ben öyle romantik bir kimse değilim. Rakam adamıyım ama...6 saat sonra nişanlandık, 8’inci saatte ben İstanbul’a dönüyordum. Bizim madamın piyanist olduğunu bilmiyordum, mektuplaşıyorduk. Fakat güzel mi çirkin mi vallahi onun bile farkında değildim. Arkadaşlar soruyorlardı, nişanlın nasıl diye, resmini gösteriyordum, bakın diye. Yalnız orada benim için çarpan bir kalp olduğunu biliyordum. Bu sene gittim, evlendik, geldik. Yani sizin anlayacağınız düğün oluncaya kadar birbirimizi ancak 5 kere görmüştük. 20. asırda tuhaf bir izdivaç değil mi?"

Yeni evlilerin bir süre Eskişehir’de oturdukları bahçe içindeki müstakil evin fotoğrafının arkasına Bay Szabo eşi için “Benim karanlığımın ışığı, 22 Nisan, 1933” notunu düşmüş. Belli ki Bela Szabo karısına evlendikten sonra daha da aşık olmuş. Bela Szabo, özellikle fabrika gibi büyük sanayi inşaatlarının mühendislik tasarımlarını yaptığından Eskişehir’de de böyle bir görevle bulunduğunu varsayabiliriz.

Szabo ailesi Ankara’da ilk başta Ihlamur sokakta müstakil bahçeli bir evde oturdular. Matika’nın anılarında bu ev, ağaçlıklı bahçesi, çiçekli tarhları, bakımlı çimleriyle ile rüya gibi bir yerdi. Bahçenin girişindeki ahşap pergola ile bahçeyi çevreleyen çitlerin sonundaki fıskıyeli havuzu bugün bile hatırlıyordu Matika. Szabo’ların yaşadıkları ikinci ev yine Sıhhıye semtinde Hanımeli sokakta bahçe içinde iki katlı Bauhaus stilinde bir evdi. 1942’de taşınmışlar buraya. 1930’lu yıllarda Yenişehir adı üstünde, yeni ve çağdaş bir şehircilik modeli olarak ele alınmıştı. Alman şehirci-mimar Hermann Jansen’in yaptığı planlar doğrultusunda inşa edilen Yenişehir ve Bakanlıklar’ın sokaklarındaki evlerin çoğu Bauhaus stilindeydi zaten. Matika bu evin bütün odalarını zihnine kaydetmiş sanki.

Oturma ve yemek odasının bir köşesindeki kanapenin önünde masa gibi kullanılan bakır tepsi, yerlerde Türk halıları, kilimler, bakır kaplar içindeki çiçekler, her yerde kitaplar, ahşap raflar Fransızca ve Türkçe kitaplarla dolu. Annemin kuyruklu piyanosu yandaki odayı kaplıyor, arkadaki odalardan biri babamın çalışma odası, çizim masası, mimari çizimler için gerekli malzemelerle dolu. Öteki ikisi de yatak odalarımız ve banyo.

Matika, Hanımeli sokağa çok yakın olan Sarar İlkokuluna gidiyordu o zaman. Evleri ülkenin kalburüstü kültür insanlarının, yani yazar, müzisyen, ressam, şair ve öğretmenlerin uğrak yeri gibiydi. Yemek masasının etrafında toplanılır, rakı ve meze eşliğinde savaş durumu, özellikle de 1940’larda sınırlarımıza kadar yaklaşmış olan Hitler ordularının Türkiye’ye girip girmeyeceği tartışılırdı.

TERCÜME BÜROSU VE ANKARA’NIN EDEBİYATÇI ÇEVRESİ

Yakın dost çevresindeki Sabahattin Ali, Orhan Veli, Melih Cevdet Anday, Necati Cumalı gibi edebiyatçılar Maarif Vekili Hasan Ali Yücel’in Dünya Klasikleri’ni Türkçeye kazandırmak için kurduğu Tercüme Bürosu’nda çalışıyorlardı. Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi Klasik Filoloji Bölümü eski Yunan ve Roma dilleri asistanlarından Azra Erhat, Maarif Vekaleti Talim Terbiye Kurulu üyesi, Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü Kültür tarihi hocası Sabahattin Eyüboğlu, Fransızca hocası, edebiyat deleştirmeni Nurullah Ataç da Tercüme Bürosunda görevli arkadaşlar arasındaydı.

Sabahattin Eyüboğlu’nun erkek kardeşi ressam Bedri Rahmi, ressam Abidin Dino ile Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Roman Filolojisi Bölümünde doçent olan karısı Güzin, Szabo ailesinin yakın arkadaşlarıydı. Ankara Orman Çiftliği İstasyonunda çekilen bir fotoğrafta Rozsi ile Bela Szabo ve oğulları Matika, Sabahattin Ali, karısı Aliye ile kızı Filiz, Orhan Veli, Rebia ve Muvaffak Şeref kameraya hep beraber poz vermişlerdi. Yıl 1943 olmalı.

Rozsi’nin çok sevdiği kadın arkadaşları vardı. Sabahattin ve Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun kızkardeşleri mimar Mualla ile Bedri’nin karısı ressam Eren ile çok yakındı. Milli Eğitim Bakanlığı müfettişlerinden Halil Vedat Fıratlı’nın karısı ve Orhan Veli’nin aşık olduğu kadın olarak tarihe geçen meşhur Nahit Hanım, yine Orhan Veli’nin “Olmaz ki, böyle de yatılmaz ki!” diye biten “Sere Serpe” şiirinin ilham perisi Bella Aşkenazi, bir de Necati Cumalı’nın kızkardeşi Müfide ile de yakın arkadaştı.

Matika evlerine pek Macar konuk geldiğini hatırlamıyor. Sadece kemancı Lico Amar konser provaları dolayısıyla sık sık gelirdi eve. Ben de Hanımeli sokaktaki eve Rozsi’den piyano dersi almaya gittiğim günlerde bazen Amar’la karşılaşırdım.

Orhan Veli, Matika’yı pek severdi, çok neşeli bir fotoğrafları var. Matika Orhan Veli’nin omuzuna çıkmış, neşeyle gülüyor. Atatürk Bulvarı’nda yürüyüş yapar, bulutlara bakar ve bulutlardan söz ederlerdi. Matika için yazdığı Kuş ve Bulut şiirini 1941’de “Garip” kitabında yayınlamıştı Orhan Veli:

KUŞ VE BULUT

Kuşçu amca!
Bizim kuşumuz da var
Ağacımız da
Sen bize bulut ver sade
Yüz paralık

MİŞA ROTTENBERG YA DA EROL GÜNEY, ANKARA’DA BİR BEYAZ RUS YAHUDİSİ

Tercüme Bürosu’nda Rus edebiyatından çeviriler yapan Erol Güney’in karısı Dora, Szabo’ların yemek masası etrafında toplanan ve tartışmalara girişen dostların en ateşlisiydi. Rus Yahudisi olan Erol ile babam Sabahattin Ali, Puşkin’in Yüzbaşı’nın Kızı romanını birlikte çevirmişlerdi. Erol’un eşi Dora çok esprili, iddialı, çenebaz bir kadındı. Ankara’da tanımadığı kimse, bilmediği hiç bir olay yoktu. Gazeteci karısı olarak kulağı delikti Dora’nın. Bela Szabo’nun ateşli sosyalist nutuklarını kışkırtıcı sözlerle keser, birbirlerine hakaretler yağdırırlardı. Matika bu tartışmaların çığrından çıktığı bir gece babasının, önündeki salata tabağını Dora’nın başından aşağı geçirdiğini ve Dora’nın yüzünden aşağı sızan yağlarla öylece oturup kaldığını hatırlıyor.

Erol Güney’in hayatı da ayrı bir romandı. 1914’de Rusya’da Odesa’da doğmuştu. Asıl adı Mişa Rottenberg’di. Sovyet İhtilal’inden sonra İstanbul’a gelmiş, çocukluğu Moda’da geçmiş, liseyi St. Joseph’te okumuş, Türk vatandaşlığına geçtikten sonra da Erol Güney ismini almış, gazetecilik yapmaya başlamıştı. Bildiği Rusça, Fransızca, İngilizce sayesinde 1940’lı yılların başında Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’İn kurduğu Tercüme bürosunda çeviriler yapmaya koyulmuştu. Erol ve karısı Dora bizim çevremizde çok sevilirlerdi. Babamın öldürülmesinden sonra hem Erol’dan hem de Dora’dan hiç unutamadığımız derecede yakınlık gördük.

Matika’nın hiç unutmadığı olaylardan biri de 1945 yılında Erol Güney ile Melih Cevdet Anday’ın Türkçeye çevirdikleri Nikolay Gogol’ün Bir Evlenme/İki Perdelik İnanılmaz Vaka adlı oyununun Hanımeli sokaktaki evlerinde gerçekleşen ilk temsiliydi. Birbirine açılan üç odanın ortasındaki odayı sahne yapmışlar, seyircileri oturma odasına oturtmuşlardı. Rol dağılımı şöyle olmuştu:

Aracı Kadın Fekla İvanovna: Azra Erhat
Müdür Muavini Patkolyosin: Sabahattin Eyüboğlu
Patkolyosin’İn Uşağı Stepan: Orhan Veli

Oyuncular çok başarılıydı ve çok eğlenmişlerdi.

ROZSİ İLE SZABO AYRILIYOR, SZABO İLE AZRA ERHAT EVLENİYOR

Türkiye savaşa girmediği için görünürde rahat bir yaşam süren Szabo’ların hayatının görünmeyen trajedileri olduğunu sonradan öğreniyoruz. 1944 yılında Rozsi’in ablası Margit ve ağabeyi Sandor, yeğeni Peter Venetianer aileleriyle birlikte Hitler’in konsantrasyon kamplarında öldürüldüler. Türkiye’ye gelmiş olan pek çok Avrupalı Yahudi’nin ailelerinin de savaş sırasında yok edildiklerini biliyoruz. Öte yandan Rozsi ile Bela Szabo’nun evliliklerinin de artık yürümediği anlaşılıyordu. 1944’de Bela Szabo, Azra Erhat’la yaşamaya başladı.

Azra Erhat da bizim gibi Karanfil Sokakta otururdu. Apartmanın giriş katında oturduğu için annem ya da babamla pencereden selamlaşıp, konuştuklarını hatırlıyorum. Rozsi Szabo, Hanımeli Sokaktaki evde yaşamaya, Devlet Konservatuar’ındaki derslerini sürdürmeye, konserler vermeye devam ediyordu.

NECATİ CUMALI’NIN AŞKI

Erkeklerin bakmaya doyamadıkları narin bir güzelliği vardı Roszi’nin. Herhalde çevrelerindeki erkeklerin çoğu aşıktı ona. Bunlardan biri olan Necati Cumalı o sırada Ankara’daki kıdemli edebiyatçıların yanında genç sayılan bir yazardı. Sık sık bize gelir, yazdıklarını babama gösterirdi. 1953 tarihli Yalnız Kadın öyküsünde Roszi olduğunu anladığımız kadın için bakın neler yazmış Necati Cumalı:

"...on beş gündür tanışıyorduk. O akşam dışarda yemek yedik. Lokantadan çıktıktan sonra bir parka uğradık. İki akasya ağacı arasında alçak bir sıraya yanyana oturduk... çantasından Gelincik paketini çıkardı. Bir cıgara alıp bana doğru döndü. Dudakları arasında tuttuğu cıgarasını yaktım...kibritin alevinde yüzüne baktım: bembeyaz durgundu. Her zamanki gibi, bu yüz bana gene bu kadar güzel olduğunu ilk kez görüyormuşum gibi geldi. Ben bu kadını seviyordum..."

MATİKA, AZRA ERHAT VE BABASIYLA RİZE’DE

1946’da Matika 10 yaşına geldiğinde Azra Erhat ile babasının oturduğu yeni eve taşındı. Yeni evini pek beğenmiş olsa gerek ki okul ödevlerinden birinde yaşadıkları apartman dairesini ballandırarak anlatmış:

Selanik caddesinde kırmızı renkte ve yeşil pancurlu olan evimizi herkes kolayca bulur. Çünkü bu renkte ev bu civarda yoktur. Evimiz ağaçlar ve çiçeklerle donatılmış bir bahçenin içindedir. Dairemiz üst katta ve soldadır. Üç oda gözükür. Bunların birisi yatak, biri oturma odasıdır. Benim odam dairemizin en havalı ve güneşli yeri olup içinde bir dolap, iki masa bir de yatağım vardır...

İmza: Zoltan Szabo 790 1E.

Matika ile Azra iyi geçinirler. Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde eski Yunanca ve Latince dersleri veren Azra Erhat, Matika’ya Yunan Mitolojisi’nin, tanrılar, tanrıçalar ve insanlar arasındaki birbirinden ilginç hikayelerini anlatır. Aynı yıl hep beraber Karadeniz sahilinde Rusya sınırına yakın ilimiz Rize’ye giderler. Bela Szabo, Rize’de limana yakın bir arsa üzerinde yapılmasına karar verilen Türkiye’deki ilk çay fabrikası inşaatında görevlidir. Fabrika’nın temeli 21 Haziran 1946’da atılır. İnşaat yakınında deniz manzaralı iki katlı ahşap bir eve yerleşirler. Setler üzerine kurulmuş olan evin ağaçlıklı geniş bir bahçesi vardır. Evin çevresi de sub-tropikal iklim dolayısıyla zaten yemyeşildir. Evin önündeki sete denize nazır büyük bir yemek masası ve iskemleleri yerleştirirler. Açık havalarda uzaklardaki Kafkas Dağlarının silueti görülür buradan. Evden tahta basamaklarla deniz kıyısındaki kayalıklara kadar inilebilir. Matika komşu bakkalın oğlu ile arkadaş olur, bütün gün bahçede oynarlar. Bakkalın oğlu iki direkli bir yelkenli gemi maketi yapıp Matika’ya hediye eder. Anlaşılan Rize’de geçirdikleri zaman Matika’nın belleğinde kalan güzel anılardan biridir.

Matika yerli halkın konuştuğu Türkçe lehçeyi anlayamaz. Ama babasının Fransızca ve Almancasının yanında Türkçesi de kusursuzdur. Türk edebiyatına çok meraklıdır Bela Szabo. Sözcüklerin etimolojisini, kökenini araştırır. Rize’de de dil konusunda zorluk çekmez. Örneğin, yerli halk ilk başta çay fabrikası inşaatından şüphelenip, rahatsız olunca, Szabo fabrika inşaatına karşı çıkanlara dil dökerek ve Belediye Reis’i ile anlaşarak inşaatın pürüzsüz devam etmesini sağlar. Fabrika aslında koskoca makineleri içine alacak kadar büyük, geniş çay işleme ve depolama mekanları olan gayet sade bir çelik yapıdır. Rize Çay Fabrikası inşaatında da, Turhal Şeker Fabrikası inşaatında olduğu gibi pek çok Alman ve Macar teknik personel, hatta usta işçiler çalışmıştı. Cumhuriyet Türkiye’sinin kendi kendine yetebilmesi için yapılan bu atılımlardaki yabancı emeğini hiç bir zaman unutmamak gerek.

Ancak, İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra Türkiye’deki politik hava değişmeye yüz tutmuştu. 1940’ların sonuna doğru Türkiye’de komünizm tehlikesinin aşırı bir korku edebiyatı ile işlenmekte olduğuna ve solcu olarak tanınan kişilerin damgalanmasına tanık oluruz. Bela Szabo’yu da bu dönemde sivil polis izlemeye başlar. Bu izlenme işi öyle çığırından çıkar ki satranç oynamak için Kutlu Pastahanesi’nin ikinci katında arkadaşları ile buluşmaya giderken Szabo onu izleyen polise “bir kaç saat burada kalacağım, sen de istersen beklerken bir kahve iç” diyecek kadar yüz göz olunmuştur.

ANKARA’DA SAVAŞ SONRASI DEĞİŞEN POLİTİKALAR

Türk Hükumeti Savaş öncesi ve sırasında ülkemize sığınan mültecilere gösterdiği toleransı artık göstermemekte, çoğunun görevlerine son vermekteydi. Bela Szabo’da işini kaybedeceğinden şüpheleniyordu. Zaten mülteci arkadaşlarının çoğu İsrail, ABD, İsviçre ya da İngiltere’ye göçmüşlerdi. Szabo’da oğlunu ve Azra’yı alıp Macaristan’a dönmeye karar verdi. Ancak, Azra Erhat’ı zor bir karar bekliyordu. O, belki de kurulmakta olan Macaristan Sosyalist Halk Cumhuriyeti’nin Szabo’nun sandığı kadar güllük gülistanlık olmayacağını önceden sezdiğinden Macaristan’a gitmek yerine Türkiye’de kalmayı tercih etti. Matika ise karar verecek yaşta olmadığından, doğup büyüdüğü Türkiye’den, hiç görmediği baba memleketine dönmek zorundaydı.

Matika, bana gönderdiği bir mektuptaMacaristan’a nasıl gittiklerini hatırladığı Türkçesi ile şöyle anlatıyor:

"Macaristan’a nasıl gittiğimizi sordun. 1948 yılında babam elimi tuttu, trene bindik, gittik. Bundan müzakere etmedik. Bu seyahatı sevmiyordum. Rahatsızdım. Ama bir çocuk itiraz etmez değil mi? İstanbul’da babam Azra ile görüştü. Anlaşılan Azra babamı takip etmek istemiyordu. Seyahat Budapeşte’ye devam ederken tren bir müddet Edirne’de durdu. Bir gezinti için dışarı çıktık. Şehrin merkezini geçerek Selimiye camisi (Sinan) önünde durduk. Babam bu binanın kubbesini düşünceler altında uzunca seyretti. Ertesi gün Budapeşte’ye vardık. 12 yaşımda Macarca bilmiyordum. Orada gördüğüm çocuklar beni terkettiler. Arkadaşlarım yoktu. Macar olarak bu şehirde yabancıydım. Bununla beraber bir kaç ay sonra okula gittim, birden bir eski Macar yazarların şiirlerini öğrenmem lazımdı, hiç bir şey anlamıyordum. Bu birinci sene belki hayatımın en güç zamanı oldu."

VE SON...

Matika’nın ne kadar mutsuz olduğunu annesinin hissetmemesi mümkün değildi. Nitekim bir yıl sonra Annesi Rozsi Venetianer Szabo da, oğlunun hasretine dayanamayınca Ankara’daki işini, evini ve dostlarını geride bırakıp Macaristan’a geri döndü. Bedri Rahmi Eyüboğlu, 11-1-1948 tarihli bir veda şiiri yazıp, “Roji kardeşe” ithaf eder:

Bahçeler Dolusu
Ve can çilek gibi ağzımda
Her nefes bir erik dalı
İçimde cennetten kırıntılar olmalı
Ve mükemmel bir gök yüzü döşeli dayalı
Sonuna kadar açılsın kapıları
Yarab! Gök yüzünde bir yerde çocukluğumuz
Dokunma nasılsa unutmuşuz
Dokunma sımsıkı kapalı dursun
Senin sırrın bizim çocukluğumuz
Ve cennet öteden beri kapu komşumuz.